SAYFALAR

27 Ocak 2022 Perşembe

Bozkırdan insan hikâyeleri

Ethem Baran’ın son öykü kitabı Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Kitap üslûp açısından Ethem Baran öykücülüğünde farklı bir yerde bulunuyor. Diğer kitaplarındaki şiirsel ve imgesel anlatım yerini daha sade, düz, anlaşılır bir anlatıma ve önceki kitaplarına göre daha kısa cümlelere bırakmış. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum; çünkü yer yer önceki üslûbundan sahneler de yer alıyor kitapta. Yazar, bilerek böyle yazdım der gibi bir yol tutturmuş.

İki bölümden (Boş Geçmeyelim, Baş Dönmesi) ve ilk bölümde iki, ikinci bölümde altı öykü olmak üzere toplam sekiz öyküden oluşuyor kitap. Bu öykü sayısı da Baran için az sayılabilir. İlk bölümün öyküleri “Furkan” ve “Nisa” birbiriyle bağlantılı bir şekilde oluşturulmuş. Bir novella da diyebiliriz bu bölüm için. Zaten kitabın yarıdan fazlası bu iki öyküden oluşuyor. Furkan’da, ergenliğinin ortasındaki bir gencin iç monologlarını görüyoruz. Karakterin içinde bulunduğu ruh halini, topluma, ailesine, kurumlara bakışını çok başarılı oluşturmuş yazar. Genelde isyankâr ve sorgulayıcı görüyoruz karakteri. Babayla problem, mutsuzluk, belirsizlik ve platonik aşk öykünün genel atmosferini oluşturuyor. Aşırı detaya girmeden, Türkiye’nin muhafazakâr kesimine de (din tüccarlığı üzerinden) bir eleştiri topu atıyor yazar. Zaten karakterlerin isimlerinden de (Furkan, Nisa) anlaşılabilir hangi kesimin hikâyesini yazdığı.

İkinci öyküde ise bir kadın karakter görürüz ki bu, kitapta çok karşımıza çıkan bir durum değildir. Baba ve aile problemi iki öyküde de temel sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Buna bu öyküde alttan alta yalnızlık duygusu da ekleniyor: “Herkes kendince, hayatta kalabilmek için gerekli silahları bulmuş ya da onlara baştan verilmiş. Benim sadece kitaplarım var.” Yine tek karakterli bir öykü diyebiliriz Nisa’ya da. Fakat bu iki öykü de lirizm açısından zengin öyküler. Yazar zaman zaman ‘ben’ zaman zaman da “ilahi bakış açısı” anlatımıyla öykülerini zenginleştirmiş fakat karmaşıklaştırmamış. İki gencin problemlerini toplumsal bazı aksaklıklar içinde eritip başarılı iki öykü karşımıza çıkarmış.

Baş Dönmesi” bölümü birbirinden bağımsız altı öyküden oluşuyor. Yine duygu odaklı öyküler yazan Baran, “Tıkır Tıkır” öyküsünde farklı bir yola girmiş ve baston metaforuyla toplumun aynılaşması ve kutuplaşmasını işlemiş. İnsanın sevdiği yerde dahi yalnız kalabileceğini ve ‘bizim gibi olmayan haksızdır’ bakışını kısacık öyküde çok başarılı anlatmış.

Diğer kitaplarında da ara ara gördüğümüz, günümüz edebiyatının aksayan yönlerini ele aldığı bir öyküyü bu kitapta da görüyoruz: “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır.” Yine duygu temalı (hayal kırıklığı) bu öyküde günümüzün hem okur hem yazarlarına da eleştiriler yok değil.

Gözleri Dolana Dolana” ve “Her Yaz” öyküleri tıpkı ilk bölümdeki gibi, genç karakterlerin gönül işlerini tema olarak ele alıyor ancak baygın, ağlak bir romantizm görmüyoruz hiçbir zaman. Ancak mutluluk da görmüyoruz. Karakterler ve öykü umutla umutsuzluk arasında, umutsuzluğa doğru bir akışta işleniyor.

Yazarın genel olarak dili kullanımı oldukça iyi. Diğer kitaplarında olan, daha çok taşra anlatımını kırmış, insana ve duygulara yönelmiş bu kitabında. Tam bir bozkır öykücüsü Baran ve buranın toplumunu gözleme kabiliyeti üst düzeyde. Ayrıca iç monolog öyküleri ayrı bir başarılı. “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor”un yazarın en iyi bir iki kitabından biri olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

24 Ocak 2022 Pazartesi

Sevecen gecenin burukluğu

Dick'le Nicole bir şekilde karşıt ve tamamlayıcı olmaktan çıkıp, tek ve eşit olmuşlardı; Nicole aynı zamanda Dick'ti, onun kemiklerindeki cılız, yetersiz ilikti.

F. Scott Fitzgerald'ın Buruktur Gece adlı eseri, tüm benliğini bir kadın için tüketen bir erkeğin yaşadıklarını anlatıyor. Dick ve Nicole Diver çiftinin dışarıdan göründüğü hâlleri ile için dünyalarındaki farklılıklar olay örgüsünün temeli. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda Fransa güneyinde geçen eser aynı zamanda Scott ve Zelda Fitzgerald çiftinin evliliklerinin yansımasıdır. Bu nedenle otobiyografik eser özelliği taşıyor. Doktor Dick Diver şizofreni yankılarının fark edildiği hastası Nicole'ün durumu ile ilgilenmeye başlar. Nicole Dick'in onunla hasta-doktor ilişkisi çerçevesinde ilgilendiğini bilse de ona olan hislerinin önüne geçemez. Dick’e mektuplar yazar, Dick onun iyileşmesini istediğinden mektupları kabullenir. Yazdığı ilk mektupla son mektup arasında giderek iyileşmeye başlayan ruh hali ve tavırları Dick'in dikkatini çeker. Nicole'e olan ilgisi artar, doktor arkadaşının da hastalık aşamasında onun Nicole'e iyi geldiğini söylemesiyle Dick Nicole’le evlilik aşamasına gelir, çocukları olur. Dick Nicole için kendinden hep ödün vermekte, onun hastalığının nüksetmeden iyileşmeye devam etmesini istemektedir. Evlilikleri boyunca etrafındaki insanlar hep onlara özenir, kusursuz ve saygın bir çift olduklarını düşünürler.

Dick ve Nicole'ün yaşadığı otele bir gün tatil amaçlı Rosemary adında oyuncu genç bir kız gelir. Dick’e ilgi duyar Dick başlarda buna karşılık vermese de zamanla kızın sakin dünyasına çekilir. Fakat Nicole’den uzaklaşamayacağını kıza söyler ve hep kendine hatırlatır. Bu arada Nicole’le olan ilişkisi giderek yorulmaya başlar. Nicole hastalık etkisiyle ataklar yaşar, Dick ve Rosemary uzaklaşır, Rosemary otelden gider. Aradan beş yıl geçtiğinde Dick Nicole’e kendinden katmaya devam etmektedir ve Nicole bu güçle kendini toparlamaya başlar. Artık çöküşe geçen Dick, yükselen de Nicole’dür. Dick Rosemary ile tekrar karşılaştığında Dick baştaki heyecana sahip değildir, yorgundur. Rosemary'nin Dick'e duyduğu yakınlık Nicole'ü sinirlendirir ve zaten zamanla Dick'ten uzaklaşmışken kopma noktasına gelir. Bu kopuş onu, yıllardır kendisini seven Tommy’e yakınlaştırır. Kendi benliğinin farkına varır ve Dick'ten aldığı güçle toparlandığı için tek başına dik durup ilerleyecek enerjiyi bulmuştur. Dick artık tükendiği için Nicole'ün başkasıyla olmasına karşı çakmaz. Onu iyileştirirken, kendinden ve mesleğinden uzaklaşıp alkole daha yakın durmuştur.

Yazarın ruhsal çözümlemeleri sayesinde romanı okurken kimin neyi neden yaptığını sorgulamamıza gerek kalmıyor. Dick'in kendisi ve etrafındaki insanlar hakkındaki tespitleri o kadar başarılı ki, onunla konuşan herkes sanki karşısında çırılçıplak kalıyor. Bu tespitleri okurken, diğerleri sanki arkasındaki görüntüyü içinden gösteren şeffaflığa sahipmiş gibi hissediyoruz. Bu da pek çok insan şekli tanımamızı sağlıyor. Yapacakları hamleleri ve sergilewyecekleri davranışları kestirebiliyoruz. Tüm karakterlere yakın durabiliyoruz çünkü hepsinin hem haklı, hem haksız yanları var. Bu, hepsinin insan olduğunu ve kusursuz olamayacağını hatırlatıyor. Yaşanan olaylarda bir aşırılık ya da abartı yok. Betimlemeler oldukça kuvvetli, mekânların içinde yer almamızı sağlıyor.

Dick kendi mutluluğu adına çaba gösteremediği ya da var olan çabaydı Nicole'e verdiğinden, zaman geçtikçe yaş almadan yaşlanıyor. Ruhundan verdiği her zerrede, benliği biraz daha eksiliyor, eksikliğin yeri dolmuyor. Dick, ruhu sanki pek çok parçaya ayrılmış, her biri başka bir anlam taşıyor ve başka bir duruş sergiliyormuş gibi bir karakter. Belki de bu yüzden karakterler arasında istemsizce en çok onu anlayıp ona yakın olmak mümkün hale geliyor. Tüm bunların yazarın hayatından izler taşıdığını bilmek, içte bir burukluğa sebep oluyor.

Gecenin önemi, tüm duyguların serbest bırakıldığı anları yaşatması, en çok da burukluğun. Bu burukluğu bütün gecelerde Dick Diver’da izliyoruz. Ve bu burukluk, sadece Dick'in değil, gecenin ruhunda ortaya çıkıyor. Belki bu burukluğu şu sözlerde hissetmek daha tesirli olur:

"İşte seninleyim! Gece buruk...
... ama hiç ışık yok burada,
Gökyüzünden esintilerle gelen, çimenli karanlıkların ve
Yosunlu, kıvrımlı yolların içinden sızan ışığın dışında.
"
(John Keats, Bülbüle Gazel)

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

21 Ocak 2022 Cuma

Dolap niçin iniler?

Nakşibendî-Hâlidî mürşidi Mehmed Sâmi Efendi, Kırtıloğlu Tekkesi’ndeki bir sohbeti sırasında, kendinden uzakta, kapı eşiğinin neredeyse dışında duran Sâlih Baba’ya seslenir. “Söyle” der. O zamana dek şiirle başının pek de hoş olmadığı bilinen ve ümmi olmasıyla tanınan (Ümmîyem bir zerre denli ilme yoktur tâkatim / gâh olur ilm ile bîpâyân oluram kime ne) Sâlih Baba, irticalen şiir söylemeye başlar. Daha sonra divan olacak kadar şiir söyler. Şimdi burada duralım ve iki meseleyi açalım.

Eğer etrafınızda bir çocuk, deli yahut şair yoksa hakikatin tecellisi sizi epey bekletebilir. “Hakikat denilen şey, bu arayışı kendine olumlu bir faaliyet olarak gören iki insan arasında tecelli edebilir. Yani hakikatin tecellisi için mutlaka iki taraf, daha doğrusu iki insan gerekiyor.” der İsmet Özel. Şairlerin tek başlarına hakikatin tecellisini mümkün kılan bir yanları olduğunun altını çizer ve bunu kendi izahıyla şöyle yapar: Şair bir ip atar, okuyucu da onu ucundan tutar. Hakikat böylece ortaya çıkar. İşte, mürşidinin attığı ipi tutan Sâlih Baba o anda nice sıfatından sıyrılıp hakikat dolabını aralar ve içeri girer: "Kün fekân emriyle döner bir dolâb / öğüdür âlemi misl-i âsiyâb / inceden incedir olunmaz hisâb / çok hikmet var kün fekân’dan içeru”.

Tıpkı “Çıktım erik dalına” gibi “Benim adım dertli dolap” da ilk okuyuşta anlamına ulaşma hususunda zorluk çekilen şiirlerdir. Belki de bu yüzden erenler şiir demek yerine doğuş demeyi tercih etmişlerdir. Şairlerin hem eşyayla hem de tabiatla kurdukları hassas bağ, sufi şairler nezdinde daha da derinleşir. Elimizde sözlükler, kılavuz niteliğinde kitaplar ve şerhler olmadan içinde eşyanın, tabiatın hakikatini barındıran, o hakikati söyleyen şiirlerden lezzet alamayız. Bu sebeple tarih boyunca Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi gönül sultanlıklarını şiirin avazıyla kâinata aşk etmiş yüceler hep bir rehberin eşliğinde okunmuş tekkelerde. Süt çocuğuna bulgur pilavı yedirmemek gerektiğinin bilinciyle elbette. Bu bilince sahip olan kimseler çok büyük bir sorumluluğu elden ele taşıyıp bugünlere getirdiler. Ömrü belli seneleri aşmış olanlar için su dolapları, değirmenler, çarklar ve feleğin çemberinden geçmiş olmak elbette çok şey ifade edebilir. Gençler için artık bu eşyalar bilinir ve görünür değil. Ola ki tasavvufla muhabbetli kimseler elbette talihli. Çünkü tasavvufta Allah-insan-âlem ilişkisi, varlık ağacı, devir nazariyesi, tavâf, semâ, devrân gibi meselelerde daire önemli bir yer tutar. Nitekim Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Allah-âlem ilişkisine dair bir tasvirinde dairelerden yararlanır. Bu dairelerin merkezinde İlahi Hazret yer alırken en dışta yazılı maddeler saat yönünde şöyledir: Ateş, akıl, toprak, tabiat, su, heba, hava, nefis. Hazret, Fütûhât-ı Mekkiyye’de şöyle der ki bir devran zikri yaşamış kimseler için çok büyük anlamı vardır: “Bilmelisin ki Âlem küre şeklinde olduğu için insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Yokluktan varlığa çıkmamız O'nunla gerçekleştiği gibi yine O'na döneriz. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir.

Geleneğimizin her biri kıymetli dolaplarını açan, bulduğu ganimetleri yazdığı kitaplar yoluyla meraklılarla paylaşan Türkan Alvan, bu kez Türk edebiyatındaki dolab-nâmeler eşliğinde asırlar boyunca eşyaya verilen kıymeti, tabiata gösterilen hürmeti yeniden hatırlatıyor. Mayıs 2021’de Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Benim Adım Dertli Dolap, evvela su değirmenlerinin, su dolaplarının, Dolab-ı Muhammedî’nin, hacılarla Dolab-ı Muhammedî arasındaki muhabbetin, Pîr Sümbül Sinan’ın su dolabıyla münasebetinin ve saka kuşunun tarihinde geziniyor. Akabinde dolab-nâme türünün kaynaklarına ışık tutuyor. Burası önemli çünkü Kur’an ve sünnette kâinâtın dile gelmesi (Hz. Peygamber, Uhud Dağı, Hannâne), tasavvufun ve Mevlânâ, Âşık Paşa, Ahmedî gibi bilgelerin, şairlerin, mutasavvıfların dolab-nâme türüne etkisi irdeleniyor. Bu bölümü okurken doğaya ve bilhassa suya verdiğimiz özenin hayatımızdan ne kadar çekildiğinin farkına varıyoruz. Değiştiğimizi ve unuttuğumuzu hatırlıyoruz. Bu hatırlayış bize daha çok sancı veriyor, vermeli.

Mevlânâ ilahi aşkı anlatırken suyun duruluğu ve devinimi ile sevgiliye hasreti, sevgiliyi arayışı bağlamında âşığı sık sık suya benzetmiştir. Âşığı “Ben susuzluk hastasıyım, suyun beni öldüreceğini bilsem bile su beni çeker.diye söyleten Mevlânâ’ya göre asıl Cenab-ı Hakk’ın kuluna muhabbeti aşkın kullarında farklı şekillerde tecelli etmesinin sebebidir” diyor Türkan Alvan ve “Hz. Mevlânâ için su dolabı, yapım süreci ile kadere rızayı ve nefs terbiyesini temsil ederken dolabın suyun üstünde durmadan iniltiye benzer sesle dönüşü; âşığın Cenab-ı Hakk’a ve Hz. Muhammed’e hasreti ve aşkının derdiyle gözyaşları içinde ağlamasının sembolüdür. Çünkü su dolabı gibi feleklerin dönüşü akl-ı küll sahibi Hz. Muhammed sayesindedir.” cümleleriyle devam ederek bizi Dîvân-ı Kebîr’e davet ediyor: “Gelin bugün devletle kutlulukla yeni aşka düşenler gibi o sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım… Çok döndük dolaştık şu çorak yerde; biraz da ambarlara sığmayan tohumu araştıralım… Başımız ayağımız yok zerreler gibi havadayız. Ay gibi biz de o görülmemiş eşsiz güneşin çevresinde dönüp duralım. Su dolabı gibi feryatlarla dolduk. Düşünce gibi şikâyetsiz, sözsüz dönüp duralım.

Kaygusuz Abdal’ın Dolab Kasidesi’nde su dolabı insanı sembolize eder. Ebedî olana vurgunun yanı sıra nefs terbiyesi, mücahede ve riyazat gibi konular da kasidede merkezi bir noktadadır. Abdal, “Neden bağrun delükdür gözlerün yaş / sebeb nedür sataşdun bu ‘itâba” sualiyle dolapla dertleşmeye niyet eder. “Karârun yok gice gündüz dönersün / dökersün dertlü gözden hûn-âba” diyerek onun derdini anlamak ister. Âşık Yunus’un çocuklarımızı uyuturken ve kendimizi uyandırırken söylediğimiz “Benüm adım dertli dolap / suyum akar yalap yalap / böyle emr eylemiş Çalap / derdüm vardur inilerim” dizeleri, Rabbinin emriyle dönen dolabın dertli inlemelerini anlamaya bir çağrıdır. Şehzâde Cem’in himayesindeki şairlerden La’lî’nin dolab-nâmesinde ulu bir dağda yaşayan ağacın kesilip, bağrı delinip, çiviler çakılıp sonunda su dolabı yapılmasına tanıklık ederiz. Bilinen en uzun dolab-nâmeye imza atan Şeyh Ahmed Hayâlî-i Gülşenî, Kaygusuz Abdal’a nazire yaptığı şiirinde su dolabını nefsin arzularına uyan günahkâr bir insana benzetir ve Pendnâme tarzında öğütler verir. On beşinci Kırım Hânı olan Gazi Giray II, Safevilere karşı savaşırken esir düşmüş ve Alamut Kalesi’ne hapsedilmiştir. Kahkaha Zindanı’nda elleri ve boynu zincirli olarak geçirdiği yedi yıllık esaretin psikolojisi, “Bükegelmez idi hergîz kemânum / yıkıldum kalmadı tâb u tüvânum / hemân-dem kesdiler kolum budağum / sürtmeg-çün biri deldi ayağum / takup boynuma anda rismânı / ki bildüm kalmadı işret nişânı.” dizeleriyle dolab-nâmesine yansımıştır. Pir Sultan Abdal, su dolabının yanı sıra bülbül, dağ, çam ağacı gibi varlıklarla söyleşir. Tanbur ile söyleşisinde aslî vatanından kopmuş gurbet derdi çeken insanın hâlini anlatır: “Gel benim sarı tanburam / sen ne için inilersin / içim oyuk derdim büyük / ben anun-çün inilerim.

Benim Adım Dertli Dolap; asırlarca eşyanın hakikatini önemsemiş, bu hakikatin aynı zamanda insanın hakikati olduğunu benimsemiş, su içtiği bardağa da başını koyduğu yastığa da kendisine hizmet ettiği için öperek sevgisini göstermiş, ormandaki diğer ağaçlar ürkmesin diye baltasının ucunu mendille gizlemiş bir hassasiyet geçmişimiz olduğunu hatırlatıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 22. sayısında yayınlandı.

Usta dedektifle yeniden tanışıyormuş hissi

Sherlock Holmes ve çırağı Mary Russell’ın Arıcının Çırağı’nda başlayan serüvenleri Kadınlar Alayı’nda devam ediyor. Arıcının Çırağı’nda, emekliliğini ilan etmiş Sherlock Holmes’ün Mary Russell’a karşılaşması, onun zekasının kıvraklığını dikkate değer bulması ve usta-çırak ilişkisinin başlangıcını okumuştuk. Holmes’ün Russell’da sezdiği-gördüğü yetenekleri okur da tek tek onaylamıştı. Kadınlar Alayı’nda hem bu tuhaf usta-çırak ilişkisinin derinleşmesine hem de Russell’ın kendini keşfetme yolculuğuna tanıklık ediyoruz.

Mary Russell, zeki, meraklı bir zihne sahip ve kendine biçilen rollere boyun eğmeyen genç bir kadın. Aynı zamanda inatçı da. Araştırmayı seven yapısı ve meraklı zihni, onu yeni bir mistik hareketin lideri olan Margery Childe ile karşılaştırıyor. Childe’yle tanışması sonrası Russell, onunla ve çevresindeki kadınlarla yakınlaşmaya başlar. Kadın haklarına yaklaşımı, teolojideki farklı yorumları nedeniyle dikkatini çeken bu tarikatın bir üyesi olmaya adım adım yaklaşan Russell’ın şüpheci zihni, ona bambaşka bir bakış açısı sunar. Merak ve araştırma, devamında Russell’ı içinden çıkılmaz bir maceraya sürükler.

Kitap, bir polisiye kitaptan beklenenden daha yavaş bir yapıya sahip; bazı bölümlerde klasik polisiye aksiyonuna yaklaşılsa da hem dilin hem de anlatımın genellikle sakin bir akışta ilerlediği söylenebilir. Kitapta gündelik dili yakalamak güç, kitabın orijinal metnini değerlendirme şansım olmadığı için bunun kitabın yazarından mı çevirmeninden mi kaynaklandığı yönünde görüş bildirmeyi sakıncalı buluyorum. Ancak Kadınlar Alayı’nda klasik Holmes romanları soluksuzluğunu beklememek gerektiğini söyleyebiliriz.

Kadınlar Alayı, Sherlock Holmes’ün ve aslında polisiye türünün erkeklerle örülü dünyasında büyük bir delik açıyor. Sherlock Holmes’ün çırağı olan Mary Russell üzerinden toplumda kadına uygun görülen yer, toplumsal cinsiyet rolleri ve kadın cesaretinin varacağı noktalar ile ilgili okumalar yapmak mümkün. Laurie R. King’in kitapları, sadece heyecan yaratan, kolay polisiye kitaplar değil; King, alt metinleri, toplumsal mesajları ve karakterlerinin seçimiyle söylemek istediklerini romanın içine gizliyor. Bu mesajları bulmak için Sherlock Holmes olmaya gerek yok; dikkatli bir okur olmak yeterli.

Laurie R. King, Holmes’ün klasikleşen ve herkes tarafından bilinen karakterinin sınırlarını silikleştirmiş; King’in kitaplarında usta dedektifle yeniden tanışıyormuş hissi yaşamak mümkün. Sevin Okyay da King’in Holmes yorumuna dikkat çekiyor: “Ama ‘Arıcının Çırağı’nda nihayet Holmes’e farklı gözle bakabilen ve ona layık bir yardımcı bulmuş yazara rastladım. Laurie R. King, büyük dedektifle dağda-bayırda karşılaşan, hatta onun üstüne bakıp ezmesine ramak kalan 15 yaşındaki Mary Russell’da bulmacayı çözmüş.” Okyay’ın da söylediği gibi, Holmes’ün yeniden doğuşu ve kimliğinin yeniden inşasının temelinde Mary Russell’ın bu hikayelere dahil oluşu yatıyor.

Kadınlar Alayı, yalnızca aksiyon beklentisinde olan, kolaycı polisiye okurlarının ilgisini çekmeyebilir. Ancak polisiye okumayı seven, farklı polisiye yazarlarının dünyalarına aşina, kendisine verilenle yetinmeyip alt metinde yazanı araştırmayı seven okurlar için yeni yollar açmaya aday bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Özge Uysal

16 Ocak 2022 Pazar

Müziği anlayan, bütün varlık âlemini anlar

Ülkemizde müzik üzerine düşünenlerin, yazanların sayısı bir elin parmaklarını geçmediği gibi aslında müzikle yaşamayı, müzikle düşünmeyi de meşk kültürünün kaybıyla birlikte unuttuk dersek abartmış olmayız. Fem-i muhsin denen o güzide zincirin ilk halkaları şüphesiz toprak oldular. Fakat onların talebeleri silsileler hâlinde yayıldı, asırlık topraklarımızda şiir, mûsıkî ve mimarî arasında kopmaz bir bağ kurdu. "Bizim medeniyetimiz; Süleymaniye'de kubbe, Itri'de nağme, Baki'de şiirdir" derken Cemil Meriç esasen bunu özetler. Mûsıkîmiz ve fem-i muhsin ağızlarımız, hüznüyle neşesiyle nice nesillerin başvurduğu bitmez bir kaynaktı ve lakin şimdilerde o kaynaktan yararlanılmıyor. Bu da kaynağın kuruduğunu zannetmek gibi geri dönülmez bir hataya sebebiyet veriyor.

Kadim mûsıkî kaynağımızın kuruma sebeplerinin ve canlandırılması düşüncesinin yeniden konuşulması, yazılması, söylenmesi gerekiyor. Ülkemizde müzik üzerine yazdığı düşünce yazılarıyla Yalçın Çetinkaya bu görevi kendince, elinden geldiğince üstleniyor. Öğrencilik hayatında unutulmaz hocalardan eğitim almış olan Yalçın Çetinkaya, yazdığı yazılarla 7'den 70'e aslında gönüllü müzik dersi veriyor. Üstelik bu derste nota yok, meşk var. "Aşk olmadan meşk olmaz" demişler. Emin Işık hocanın da bir kitabının adıydı, aşkı meşk etmek. Dolayısıyla evvela müziği sevmek, sevmek, sevmek... Sonra dinlemek ve düşünmek. Dinlerken düşünmek, düşünürken dinlemek. Müziğimizin, bu ulvî sanatımızın kökleriyle buluşmalıyız. O zaman şiir ve mimarî de bizimle olacak ve aslî vazifelerini ifa edeceklerdir. Bizi daha iyi insan, içindeki anlamı bulmaya çalışan insanlar hâline getireceklerdir. Bu dünyaya neden geldik? İçimizdekini bulmaya. Kendini bilen Rabb'ini bilir denmemiş boşuna...

Prof. Dr. Selâhaddin İçli, İnci Çayırlı, Nîdâ Tüfekçi, Prof. Dr. Nevzat Atlığ, Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Bekir Karlığa, Bekir Sıdkı Sezgin, Süleyman Erguner, Cinuçen Tanrıkorur gibi büyük isimlerden çeşitli eğitimler almış olan Yalçın Çetinkaya, dergilerde ve gazetelerde mûsıkî sanatının incelikleriyle dolu nice yazılar yazdı. Yeni Şafak gazetesinde yazdığı yazılar, ona 2015 yılında ESKADER'den "2015 Yılı Müzik Ödülü" kazandırdı. Öte yandan TRT İstanbul Radyosu'nda ve TRT Müzik kanalında hazırladığı programlarla da müziğe hizmet etti, hâlâ da aşkla, şevkle ediyor. Bu aşk ve şevk çoğu zaman Yalçın hocanın yazılarında, halkın göremediği sorunları sık sık vurgulamasına imkân sağlıyor. Günümüzde her peş peşe eser çalınınca fasıl, her gürültüyü müzik, her enstrüman çalanı da müzisyen zannetmemizin sebeplerini birer birer irdeliyor.

Müzik felsefesi, müzik sosyolojisi, müzik estetiği, tasavvuf ve Türk mûsıkîsi ilişkisi, Türk mûsıkîsi tarihi, Batı müziği tarihi, medeniyet ve müzik ilişkisi, müzik üzerinden medeniyet okumaları, din ve müzik, kutsal ve müzik, kadim müzik teorileri, uzak doğu geleneksel müzikleri, yeni müzik biçimleri ve düşünceleri gibi alanlarda dersler veren, araştırmalar yapan Yalçın Çetinkaya'nın Müziği Düşünmek adlı kitabı, Büyüyenay Yayınları tarafından Haziran 2016'da yayımlandı. Kitap, Çetinkaya'nın gazete yazılarını bir araya getiriyor ve böylece hem toplu okuma yapma imkânı sunuyor hem de müzikle düşünme yeteneği kazandırmak için el altında duracak bir yardımcı kitap görevi üstleniyor. Kitap, müziğin sadece belirli bir konu ya da konuları üzerine değil, Batıdan da Doğudan da birçok karşılaştırmayla birlikte tarih, coğrafya, ahenk, estetik, ritim gibi birbiriyle ilgili birçok meseleyi okuyucuya aynı anda verip, tüm kirliliklerin arasından güzel olanı daha kolay seçip alabilmenin bazı yollarını gösteriyor. Müziği Düşünmek, geçmiş yıllardan itibaren ülkemizde yaşanan sanat facialarıyla beraber, sanatçı profillerinin de gözden geçirilmesini sağlıyor, bu özelliğiyle aynı zamanda bir tenkit kitabı olarak da görülebilir.

Çetinkaya, ahenk kelimesi üzerinde ısrarla duruyor ki müzikte olduğu kadar şiirde ve mimarîde de ahenk vazgeçilmez bir yer tutar. Kainatın kusursuz sistemi, doğanın ekolojik sistemi, insanın sindirim sistemi, çiçeklerin fotosentez sistemi, hayvanlardaki üreme sistemi hep bir ahenk üzeredir. Yazar bu konudaki çıkış noktasını "Kâinattaki âheng ve varlığın âhengi ile bu âheng neticesinde çıkan zikrin, -âdeta- bir ilâhî nağme hoşluğunda çıktığını düşünebiliriz. Bu nağmeler de bütün varlık gibi Allah'ın 'Kûn' emrinin neticesidir. Kâinattaki âheng, 'Lâ İlâhe İllallah'ın açık göstergesidir. Müzikteki âheng, Pythagoras'ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır." diyerek belirliyor ve dolayısıyla müziğin hellalliği-haramlığı hususuna da temas ederek şu yorumu yapıyor: "Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah'ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah'tan uzaklaştırıcı değil, Allah'a yaklaştırıcı bir vesîle olabilir."

Müziği Düşünmek, tasavvufî geleneğin müzik yorumunu da derinleştiren bir kitap. Şüphesiz ki müzik, müzisyenin içinde var olan aşkın enstrümanıyla ortaya çıktığı, belirli kurallar ve ölçüler içinde dengeli olan bir sistem. Yani aşk, burada olmazsa olmaz bir değeri haiz. Çetinkaya'nın bu konudaki bir yorumu ise şöyle: "Aşk, tasavvuf ehli nazarında önemli bir mertebedir. Tasavvuf ehli, hakikatin peşinde koşan, onu arayan ve bulmaya çalışan kimsedir. Bu aşk, kuşkusuz ilahî aşktır. Bu nevi ilahi aşk, tasavvuf tarihinin bütün devirleriyle ortaya çıkmış ve -Gazalî'nin ifade ettiğine göre- 'bu hali yakalayan, keşif ve ilhamdan nasibini alan her sûfi bu konu üzerinde bir şeyler söylemiştir.' Aşk, nihai hakikat olan Allah'ın mâhiyetinin daha temel bir sıfatıdır. Aşk, Rahmet'ten zuhur eder; Rab, aşktan dolayı besleyip kuvvet verir. Rahîm, aşktan dolayı bağışlar. Gerçekte Rumî'nin ve sûfilerin yaptığı şey, aşkı sadece dine ve ahlâkî hayata mahsus kılmadan, anlamını genişleterek bütün mahlukata ve evrimci bir saik olarak aşka evrensel (cosmic) bir önem vermektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah kendisinin Rahmân olduğunu ve Rahmân'ın da her şeyi kuşattığını söyler. Aşkı bir de Mevlânâ'dan sormak gerekir ama o da sorana 'ol ki bil' demiştir."

Kadim medeniyetimizde taşların bile sesi olduğu ve bunu duyabilen, dinleyebilen mimarların kalıcı eserler bırakabildiği vurgulanır. Goethe mimari için “Dondurulmuş müziktir” der. Dolayısıyla müziğin aslında o medeniyetin kalitesini, seviyesini, var oluşunu ortaya koyan en önemli sanat olduğunu söyleyebiliriz. Müziği Düşünmek'le birlikte hem Batıdan hem Doğudan bu yönde karşılaştırmalı okumalar yapmak ve el altında birçok bilgiye kavuşmak mümkün oluyor. Batı müziğinin dikey, Doğu müziğinin yatay olduğunu, bu sebeple de Doğu müziğinin insanı sınırlandıran değil özgürleştiren tonlara sahip olduğunu belirten Yalçın Çetinkaya hoca, mûsıkî hareketini şöyle açıklıyor: "Mûsıkînin dairevî hareketi, makamın, icrânın veya nağmenin başladığı yere dönmesi ve orada nihayete ermesi mânâsına gelmektedir. Varlığın ve bilhassa mûsıkînin dairevî hareketi, yani başladığı yere dönüş ve orada bitiş de bize şunu anlatır: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Yani: Hiç şüphesiz Allah'tan geldik ve Allah'a döneceğiz."

Kitapta tüm bunlarla beraber Osmanlı baroku, kilise müziği, dînî-lâdînî mûsıkî, enstrüman ve kadın sesi, Fârâbi ve mûsıkî, gelenek, ezgiler, Itrî, Mevlânâ'da mânâ, Leningrad ekolü, seslerin mimârîsi, hikmet ehlinin mûsıkî tercihi, makamsal yapılar, müzik şehri İstanbul, müzik ve düşünen toplum, müzik ve Türk modernleşmesi, nefs ve sevgiliyi hatırlatan nağmeler, ney ve insan-ı kâmil, Osmanlı İstanbul'unun müziği, Osmanlı mûsıkîsi, sâzende ve virtüoz, sesin varoluş gerçeği, cumhuriyetin müzik devrimi, piyano ve tampere sistem, ud'un ontolojisi ve ud nağmeleri ile tedavi, ulus devletin tek tip kimliği ve tek tip müziği, Urmevî, Zarlino, vahy ve mûsıkî gibi son derece önemli bilgilere ulaşmak mümkün.

Kitaptan, güncele yakın bir tespit ve çözüm önerisi de şöyle: “Bugün kaliteli müzisyen yok. Kimse güzel müzik yapamıyor. Güzel besteler çıkıyor fakat bakıyorsunuz ya içi boş ya taklit. Hâlâ 400 yıl önceki müzikleri dinliyoruz. Bugün hâlâ çıkıp adamın biri allı turnam diye türkü yapıyor. Allı turna çok güzel bir semboldü ama geride kaldı. Biz birçok değeri kaybettik. Müziğimizin ve sanatımızın Kur'an'a ihtiyacı var. Kendimizi yeniden Kur'an'la akort etmeliyiz.

Yalçın Çetinkaya'nın Yenişafak Gazetesi'nde 2009 yılı sonlarından itibaren yaklaşık beş yıl boyunca aralıksız yazdığı yazıları kitap hâline getiren Büyüyenay Yayınları, bu kitapla birlikte kültür dünyamıza kalıcı bir eser daha bırakmış oluyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Ocak 2022 Cumartesi

Geçmiş aşkın romanı

Gatsby, yeşil ışığa, yıldan yıla önümüzden geri çekilen o heyecan verici geleceğe inanıyordu.

Gatsby’nin umudunu temsil eden şey, karşı kıyıdaki aşkı Daisy'nin evinde yanan yeşil ışıktı. Gatsby her akşam o yeşil ışığa doğru bakıyor, her seferinde yeniden umutlanıyordu. Biliyordu ki o ışık sönmediği sürece aşkına kavuşma şansı vardı. Işık sönerse, kalbinin ritimleri onu hayata bağlamaktan vazgeçecekti.

Muhteşem Gatsby, Caz Çağı’nın akıcı üsluplu yazarı Scott Fitzgerald'ın en ışıltılı eseri olarak göze çarpmakta. Öyle ki eseri okurken 1920’lı yılların içinden geçip gitmek mümkün. Eser, Caz Çağı’nın tüm abartılı yaşantısına şahit olup eleştirmemize dahi olanak sağlamakta. Bu abartılı ve ışıltılı yaşantının içinde, eğitimsiz bir aileden gelip kendini bastan yaratan esas karakterimiz Jay Gatsby'nin Daisy'ye duyduğu aşk, olaylardan sıyrılıp masum bir hal alıyor. Her şey ve herkesin içinde göğe yükseliyor, odak noktası oluyor.

Gatsby, askerlik yıllarında Daisy'ye aşık olur, savaş zamanı Daisy ondan haber alamaz, ailesi onu başka biriyle evlendirir. Aradan beş yıl geçmiştir ve Gatsby Daisy'yi unutamamıştır. Servet sahibi olup Daisy'nin şehrine yerleşir, onu kazanmak için bir mücadele içine girer. Daisy’nin de katılması umuduyla tüm şehrin davetiyeye ihtiyaç duymadan katılabileceği lüks partiler verir. Bu partilerde eğlencenin hiçbir sınırı yoktur.

Yaşanan tüm olayları bize anlatan, şehre gelip Gatsby'nin komşusu olan Daisy'nin kuzeni Nick Carraway'dir. Yanındaki eve taşındıktan sonra Gatsby' nin gizemli hali dikkatini çeker, verdiği partilerden birine katılınca onla tanışma fırsatını yakalamış olur. Olaylara fazla müdahale etmeden anlatarak bizi de gözlemci koltuğuna oturtur, onunla birlikte yaşananları izleme fırsatı sunar. Gözlemci olmasına rağmen anlatımının derinliği sayesinde karakterlerin duygularını oldukça hissettirmekte. Nick, orta sınıftan sayılacak biridir ve o dahi aristokrat zümreyi eleştirir. Bu da bize Amerikan Rüyası’nın çöküşünü anlatmakta. Dıştan görünen güzelliğin içine dalınca, abartının gereksizliği gün yüzüne çıkmakta.

Kül Vadisi, New York'tan ayrılan çorak bir topraktır ve işçi sınıfına ev sahipliği yapmaktadır. Lüksün orta yerinde beliren fakir görüntü, Amerika’nın ahlaki çöküşünü anlamamızı sağlıyor. Vadide insanlara bakan bir çift göz resmi olması da her yaptığımız hareketin izlendiğini vurguluyor. Yapılan hiçbir şeyin gizli kalamayacağını, kendimizin bildiği şeylerin dahi sırrımız olamayacağını anlıyoruz.

Tüm bunlar içinde Gatsby'nin aslında mümkün olamayacağı bastan belli bir aşk hikayesinin peşinden sürüklenişi oldukça akıcı bir yönde ilerliyor. Daisy'nin fikir değişimleri ve kararsızlıkları, bir mücadele içine girmek istemediğini belli ediyor. Bazen aşkına kavuşmaya meyilli olurken, bazen tek bir sözün peşinde kararlarını değiştirip o yönde ilerliyor.

Gatsby, en son ana dek umudunu kaybetmiyor. Geçmiş aşkının gölgesini gününe taşıyarak şimdiki aşkın üzerini örtmek istiyor. Bu aşkı, zamanın ve yaşananların eritmiş olma ihtimali düşüncelerini hiç ziyaret etmiyor. Beş yıl öncesinde var olan aşka ait tüm duyguların hala devam ettiğine inanıyor, ortaya çıkarmak adına çabalıyor. Bu durumu Nick şöyle anlatıyor: “Bu düşün çoktan geride kaldığını; şehrin ötesinde, cumhuriyetin kara tarlalarının gecenin içinde serilip uzandığı o engin belirsizlikle kaldığını bilmiyordu.

Evet, bilmiyordu. Gatsby, her şeyin geride kalmış olma ihtimalini düşünmeden durmaksızın o yeşil ışığa bakmaya devam etti. Yeşil ışık, Daisy'ye kavuşma arayışıydı. O ışık, hayalini gittikçe kuvvetlendirdi ve göz önündeki gerçekleri örttü. Eskiye kuşkusuz bağlı kaldı. Ama geçmişin tekrar etmesi mümkün değildi. Geçmiş artık geride kalmıştı ve şimdi yaşananlar, yaşanacak olanlar engellenemez bir güce sahipti.

O yeşil ışık aslında hepimizin içinde var. Her gün başka bir nedenle umut ediyoruz. Her kurduğumuz hayal ile yeşil ışığa daha çok yaklaşıyoruz. Gerçekleşmeyeceğini düşündüğümüz bir hayal dahi olsa, peşinden sürüklenip rüzgarına kapılıyoruz. O ışık bir kez yandı mı, sönmesi mümkün olmaz. Ve inanıyorum ki yaşamımız son bulana dek, yeşil ışık hiç sönmeyecek.

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

14 Ocak 2022 Cuma

Bir soru, bir arayış ve bir bilinmezin toplamı

Urdu edebiyatının en önemli öykü yazarlarından Saadat Hasan Manto’nun öyküleri aracılığıyla, Hindistan’da yaşanan bölünmenin oluşturduğu kimlik sorunlarına uzaktan da olsa tanıklık ediyoruz. Kitaba ismini veren Toba Tek Singh isimli öykü, Hindistan’ın bölünme sürecinde akıl hastanesi sakinlerinin benliklerindeki bölünme ile toplum bölünmesi arasındaki ince çizgiye işaret ederek ilerliyor.

Toba Tek Singh, Urdu Edebiyatının en önemli öykü kitaplarından biri. Zoom Kitap’ın öykü dizisinin ilk kitabı olarak yayımlanan bu kitaptaki öykülerde gerçeklik ve kurgunun sınırını ayırt etmek mümkün değil. Dilin akıcılığı, anlatılanların hararetiyle birleşiyor ve Manto, okumaya ara vermekte zorlanılan bu öyküleri doğuruyor. Dünyada birçok dile çevrilen bu kitabı, Urduca aslından Arzu Çiftsüren’in özenli çevirisiyle okuma şansı yakalıyoruz.

Saadat Hasan Manto gerek anlattıkları gerekse onları anlatma şekliyle sıradan olmayan, farklı bir öykücü. Kitabı okurken, öyküler arasındaki bağın varlığını reddetmek mümkün değil. Öykülerde herkesin hikayesinin sesi duyuluyor; yaşatılan acıların ortaklığı anlatımda kendini belli ediyor. Manto, doğduğu ve hayatına devam ettiği Müslüman toplumun içerisinde, deyim yerindeyse bir ayrık otu gibi: Uyumsuz ve göze batıyor. Öykülerinden müstehcenlik nedeniyle hem Hindistan’da hem Pakistan’da yargılanan Manto, kendisine yöneltilen eleştirilere cesur bir şekilde yanıt veriyor: “Siz bu öykülere tahammül edemiyorsanız demek ki içinde bulunduğumuz bu zaman tahammül edilemezdir. Öykülerimdeki tüm çirkinlikler yaşadığımız bu zamana aittir. Halihazırda zaten çıplakken toplumun, kültürün ve medeniyetin çamaşırını ben neden çıkarayım? İnsanlar bana kara kalem diyorlar. Ben kara tahtaya siyah tebeşirle değil, beyaz tebeşirle yazıyorum ki tahtanın karanlığı iyice belirgin olsun.

Urdu edebiyatının usta kalemi Saadat Hasan Manto, bu öykülerde yaşananlar karşısındaki tanıklığını ve aklına yerleşen soruları okura aktarıyor. Yazarın 1954 yılında kaleme aldığı bu öyküler, Hindistan’nın bölünmesi ve Pakistan’ın kurulması sürecinde yaşananları insan, devlet, kültür ve vicdan gibi birçok önemli kavram çerçevesinde ele alıyor. Yıllarca beraber yaşayan insanların dengeler değiştiğinde neye dönüşebileceğini çarpıcı şekilde aktaran kitabı okurken benzerliklere şaşırmamak elde değil.

Toba Tek Singh bir soru, bir arayış ve bir bilinmezin toplamı olarak öyküde yerini oluyor. Neden yaşandığı bilinmeyen, birilerinin aldığı kararlar sonrası toplumun sürüklendiği bölünmenin akıl-dışılığının simgesidir. Bu köy, hastanedeki akıl hastalarından birinin köyüdür ve ne hastane yönetimi ne de başka biri onun sorusuna yanıt veremez: Toba Tek Singh hangi ülkenin sınırları içerisindedir? Toba Tek Singh, Manto’dur bir bakıma.

"Bütün çabama rağmen Hindistan’ı Pakistan’dan ayrı düşünemiyordum. Sürekli aynı soruyla boğuşuyordum: Pakistan edebiyatı ayrı bir edebiyat mı olacak? Öyleyse neye benzeyecek? Bölünmemiş Hindistan’da şimdiye dek yazılanların yeni sahibi kim olacak? Onlar da mı bölünecek?

Toba Singh Manto, cevaplarına ulaşamayan öykülerden oluşuyor. Kitabın çevirmeni Arzu Çiftsüren’in önsözü ve Ali Çakmak’ın sonsözü, okur için bir karşılama ve uğurlama niteliğinde. Özellikle Çakmak’ın sonsözünü okurken, kitabı yeniden okur gibi hissetmek mümkün. Okuru bol olsun!

Özge Uysal

13 Ocak 2022 Perşembe

Gerçek mûsıkî zihin ve gönül serüveninden ortaya çıkar

Müzik, bir tarafıyla onu meydana getiren medeniyetin temel taşı, diğer tarafıyla ise bir medeniyetin diğer medeniyetlerle makul seviyede münasebet kurmasını sağlayan bir sanat. Öte yandan insanî duyguları tarihî hafızayla birleştiren bir kimlik aracı. Dünyada kendi sistemi olan iki müzik türünden biri olan Türk müziği (diğeri klasik Batı müziği) ise, birçok müzik tavrını bünyesinde toplayıp ona yeni bir şekil kazandırmasıyla apayrı bir yere sahiptir. Anadolu coğrafyasının irfanı ve Türk müziğinin kendine has metotları; Süryani, Ermeni, Rum, Keldani, Kürt, Yahudi müziklerini etkisi altına alarak birbirleriyle dengeli bir ilişki kurmalarına, bu toprakların sesini, ahengini ve estetiğini yansıtıp kıyamete dek kalıcı nitelikte eserlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Müzik ve Kimlik adlı kitabında yirmi üç söyleşiyi bir araya getiren Rıdvan Şentürk de, müziğin toplum üzerindeki birleştirici rolünü tarihî perspektiflerle okuyucuya sunmuş.

Öncelikle Şentürk’ü tanıyalım: Almanya'da sinema ve felsefe alanlarında yüksek lisans yapmış, doktorası ise sinema alanında modern ve postmodern estetik üzerine olan; halen İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı bölümünde öğretim üyeliği yapmakta olan Rıdvan Şentürk, “Almanya’da Türk İzleri”, “Müziğin Gücü”, “Almanya Treni”, “Kafkas İslam Ordusu” gibi belgeseller hazırlamış, dünya ve Türk sineması estetiği üzerine 20’ye yakın seminer sunmuş, "Türkiye’de Film Endüstrisinin Konumu ve Hedefleri" başlıklı projeye danışmanlık yapmıştır. Yazarın daha önce yayımlanan eserlerini de özellikle belirtmek isterim: Terörist (tiyatro oyunu, 2009), Gülme Teorileri (2010), Postmodern Kaos ve Sinema (2011), Eleştirel Teorinin Eleştirisi (2013), Türk Sinemasının Durum Analizi (2014); Heidegger, Düşünmek Ne Demektir? (Almancadan tercüme, 2013).

Küre Yayınları'ndan çıkan 432 sayfalık Müzik ve Kimlik adlı kitabın önemli bir özelliği de sayfalara yerleştirilmiş QR kodlar vasıtasıyla okuyucuya hazırlanan internet sitesi üzerinden örnek eserleri dinletebiliyor olması. Söyleşileriyle kitaba katkıda bulunan değerli isimler ise şöyle: Arda Ardaşes Agoşyan, Celâleddin Çelik, Fransua Yakan, Gabriel Aydın, Gönül Paçacı, Hristos Psomiadis, Karen Gerson Sarhon, Kevork Tavityan, Mehmet Atlı, Miltiadis Papas, Murat İçlinalça, Nişan Çalgıcıyan, Nuri Özcan, Ömer Tuğrul İnançer, Ruhi Ayangil, Sadettin Ökten, Safa Yeprem, Salih Bilgin, Selim Hubeş, Turgay Üçal, Vedat Yıldırım, Yakup Atuğ, Yalçın Çetinkaya.

Rıdvan Şentürk, kitabıyla ilgili bir söyleşisinde, ülkemizde müzik üzerine hiç düşünülmediğini, tartışılmadığını, müziğin diğer sanatlarla (şiir, mimari, hat vb.) ilişkisinin değerlendirilmediğini, toplum kimliğini anlatan taraflarının ele alınmadığını söylemişti. Tüm bunlar Şentürk'e bir sorumluluk yüklemiş, ülkemizde yalnızca yemek masası eğlencesi ve alışveriş mağazası fon müziği gibi 'başka bir şey için yedekte kullanılan' malzeme seviyesine indirgenen bu büyük sanat dalını ehli olan şahıslarla irdelemeye götürmüş. "Mimar Sinan üzerine konuşuyorsak Itrî üzerine de konuşmalıyız, müziği diğer sanat dalları arasından çekip aldığımızda düşünceden şiiri almış gibi oluruz. Müziksiz ve şiirsiz bir mimari, mimari değildir. Müziksiz ve şiirsiz bir toplum kalıcı olamaz, düşünemez." diyen Rıdvan Şentürk, kimlikten bahsederken müziği es geçmenin de mümkün olmadığın belirtiyor.

Kitapta birçok isimle söyleşinin yer aldığını belirtmiştim, ben bu yazıda kalbî rabıtam ve şahsî ilgim münasebetiyle Sadettin Ökten hocamızın görüşlerinden bahsetmek istiyorum.

Sesler dünyasına yapılan bir gezinti, mimari bir yapılanma olarak anlatmaya başlıyor mûsıkîyi Sadettin hoca. Buradaki mimari yapılanmadan kasıt ise şudur: İnsan kulağına tüm sesler hoş gelmez. Belli frekansları haiz olan sesler insan için güzel seslerdir. Dolayısıyla mûsıkî, "güzel seslerin kullanılmasıyla ortaya çıkan bir yapılanma" olarak tanımlanıyor hoca tarafından. Kısa-uzun ses, usul (batıda rhythm) ve güfte, müziği oluşturan üç unsur. Bunların belirli bir ahengi izlemesiyle ortaya müzik çıkıyor. Ahenk olmadığında ise gürültü.

"Mûsıkî insanların iç dünyasını ifade eder; duygularını, düşüncelerini, hissiyatlarını, meyillerini ve coşkularını ifade eder" diyor hoca. Yıllardır üzerinde önemle durduğu medeniyet tasavvuru (dünya görüşü, hayat telakkisi) müzikte de ortaya çıkıyor. Bireyin içinde bulunduğu medeniyetle ilişkisi, bir medeniyet tasavvuruna müntesip olmalarıyla ortaya çıkıyor. Buna medenî münasebet denilebilir. Hoca, dıştan bakıldığında (fizyolojik) insanların bir görülebileceğini fakat içeriden bakıldığında (hayat tercihleri, imkânlarını nasıl kullandıkları gibi) birçok farklılığın ortaya çıktığını vurgularken eski Yunan'dan örnek veriyor. Mimari, heykel sanatı, tragedya ve edebiyat alanlarına bakılarak antik Yunan'ın nasıl bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğunu anlayabileceğimizi söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Dünya devam ettikçe, zamanlar geçtikçe, gelen farklı toplulukların farklı medeniyet telakkileri ortaya çıkıyor ki bu telakkilerin dışavurumunda kullandıkları en önemli vasat mûsıkîdir."

Her büyük medeniyet telakkisi kendisini bilim, tefekkür, sanat gibi üç büyük sahada ifade eder. "Mûsıkinin arkasında çok ciddi bir gönül, çok ciddi bir zihin serüveni vardır. Gerçek mûsıkî bu zihin ve gönül serüveninden ortaya çıkan mûsıkîdir." hocaya göre.

Örneğini ise jazz müziğinden veriyor Sadettin Ökten: "Eğer Amerika'daki tarım - sanayi çatışması olmasa, sanayi galip gelip tarımdaki insanlar kuzey memleketlerine gidip oralarda fabrikaların işçisi olmasa, tarımdaki durumlarından çok daha kötü, çok daha gergin bir hayatı yaşamak için mahkum olmasalar, jazz müziği ve onun daha öncesindeki ruhsal müzik, blues ortaya çıkmayacaktı. Şu hâlde her mûsıkî ekolünün, mûsıkî serencamının arkasında bir hayat tecrübesi var. O hayat tecrübesi ise bir medeniyet tasavvuruna dayanıyor. Eğer Amerika'daki bu ezilen kitleleri merhametle, şefkatle insanlar bağırlarına bassalardı, ürettiklerini onlarla paylaşsalardı belki böyle bir mûsıkî, böyle bir şekva müziği çıkmayacaktı. Yahut da daha sonraki zamanlarda, (19)30'lu yıllarda Amerika'nın içinden gelen pragmatik büyük eğilim, bu mûsıkîyi popüler hâle getirip bundan para kazanan insanlar zuhura gelmeyecekti. Böylece bir kanal belki bir başka noktaya doğru akmaya devam edecekti."

Sadettin Ökten’in, söyleşide üzerinde önemle durduğu konulardan biri de halk mûsıkîsi, sanat (saray) mûsıkîsi mevzuu. Hoca bu mevzuya 'sınıfsal' açıdan bakıldığında çok belirgin bir farklılığın net biçimde görünebileceğini ve hatta bu farkta sarayın ezenlerin, halkın da ezilenlerin temsilcisi olarak görünebileceğini belirtiyor. Sınıfsal açının dışına çıkıp işe zengin-fakir, genç-yaşlı veya farklı nesilleri birleştiren medeniyet telakkisi açısından bakıldığında her toplumun belli bir birikime, belli bir tesanüde, belli bir birlikteliğe erişmesi için arkasında çok ciddi bir inanç, duygu, ruh beraberliği olduğu görülür.

Hocaya göre bunları keşfetmek için sorulması yahut izlenmesi gereken yollar ise şöyledir: Hayatı nasıl kullanacağız? İmkânları nasıl sarf edeceğiz? Neye gönülden bağlanacağız? Neyi zihnî planda açıklayacağız, neyi açıklayamayacağız ve ona bir aşk duyacağız? Verilen cevaplar o topluluğun medeniyet telakkisinin yalnız ipuçlarını değil, kökeninde yatan gerçeği, hakikati, temel taşını bizlere söyleyecektir. Tüm bu soruların nihayetinde Osmanlı'yı var eden medeniyet telakkisinin ne olduğu konusunda Sadettin Ökten tek bir nokta üzerinde duruyor: "Burada halk için zengin-fakir, saraylı-köylü ayrımı söz konusu değildir."

Rıdvan Şentürk'ün büyük emek mahsulü kitabı Müzik ve Kimlik, elimizin altında mutlaka bulunması gereken bir tarihsel yolculuk, aynı zamanda da bir sanat keşfi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Modernitenin arka bahçesi

Batı’ya yönelik özelikle tarihi konular aktarılırken Avrupa merkeze alınarak anlatılır. Rönesans, Reform Hareketleri, Aydınlanma başlığı altında bilim ve teknikteki gelişmeler, siyaset, felsefe ve sosyoloji konuları aynı minval üzere değerlendirilir. Batı’nın siyasi, sosyal, dini, ekonomik, kültürel ve en temelde düşünsel evreni içinde olan ama Avrupa dışında kalan bölgeler arka planda yer alır. Bu yöntem on sekizinci yüzyıl öncesi için anlaşılır bir durumdur fakat özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında muazzam bir ivme yakalayan Amerika Birleşik Devletleri’nin de aynı muameleye maruz kaldığı görülür. Oysa modernite bağlamında ilk anayasayı uygulamaya koyarak demokratik süreçleri başlamasını ve modern devlet mekanizmasının görünür olduğu ülkedir Amerika. Dahası sıfırdan sanayileşerek büyüyen kentlerin merkezidir. Fakat ilginçtir, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısındaki Bağımsızlık Bildirgesi ve Amerikan Anayasası’na yapılan atıf sonrasında Birinci Dünya Savaşı’na kadar adeta görünmez olur bu koca ülke. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise ipleri tümüyle eline alarak bugün bildiğimiz küresel güç konumuna ulaşır. Arada kalan yaklaşık bir buçuk asırlık sürede kendi içinde mücadele eden uzak ya da başka bir dünya gibidir.

Bugün modernite tarihine yönelik detaylı bir okuma yapıldığında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl Amerika’sının günümüzün liberal-kapitalist Batı dünyasının şekillenmesinde aldığı rolün ne kadar önemli ve büyük olduğu anlaşılır. Belki de dönemi bu yönüyle açığa çıkaran en önemli isim Alexis de Tocqueville’dir (1805-1859). Lütfi Sunar’ın kaleme aldığı Alexis de Tocqueville adlı biyografik çalışma alışık olduğumuz Batı modernleşmesine farklı bir bakış atmayı mümkün kılıyor. Sözü geçen farklı bakış, Amerika’nın yukarıda değinilen rolüne dikkat çekmesinden kaynaklanıyor. Çalışmanın, bu yönüyle tarihe farklı bakmayı salık veren tüm çalışmalar gibi entelektüel birikim açısından önemli bir boşluğu doldurduğu şüphesiz.

Kitaba verilen Modern Çağın Çelişkileri Karşısında Bir Düşünür şeklindeki alt başlık içeriği net olarak vermemekle birlikte zihni tahrik ediyor. Buradaki çelişkilerin neler olabileceğini konusu Batı düşüncesinin kendi iç dinamikleri açısından tahmin edilebilir diyebiliriz belki fakat daha Önsöz kısmında bağlamın farklı olacağının işareti veriliyor. Lütfi Sunar, özellikle modern düşüncenin önemli düşünürlerinin ‘öteki’ konusuna bakışının çerçevesini çizen anlayışın Batı dışındaki toplumları değerlendirirken ikircikli bir hâl aldığını belirtiyor. Onlardan biri olan Tocqueville’i çözümleyebilmek için de, onun içinde yetiştiği ortamı geçmişiyle birlikte ele almanın gerekliliği üzerinde duruyor. Bu bağlamda anakronizme düşmeden, kişileri ve süreçleri kendi dönemi içinde değerlendirmenin sosyal bilimler açısından ne kadar önemli olduğunun altı çiziliyor diyebiliriz.

Kitabı içerik açısından değerlendirdiğimizde Giriş ve Sonuç hariç sekiz bölümden oluştuğunu görüyoruz. İlk bölümde Tocqueville’in aristokrat olan aile geçmişi, aldığı eğitim, çalışma hayatı ele alınıyor. Bu özellikleri onun düşüncesinin şekillenmesinde önemli etkilere sahip. Takip eden sonraki altı bölümde dönemin gerilimleri içinde oluşan siyasi görüşleri ve seyahatleriyle şekillenen eserleri kapsamlı şekilde değerlendiriliyor. Kitabın bu bölümleri bir yandan Tocqueville’i anlamayı sağlarken bir yandan da hem dönemin Fransa’sının hem de Amerika’sının siyasi, ekonomik ve sosyolojik analizini ortaya koyuyor. Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan gerilimli süreçler, toplumsal dönüşüm, siyasi tartışmalar, sömürgecilik ve köleciliğe bakış gibi temel konuların ele alındığı görülüyor. Çalışmayı önemli hâle getiren şey ise, bu dönemin Amerika’sını aktaran Tocqueville bir anlamda Amerika’yı Fransa ile karşılaştırması ve Amerikan Rüyası’nın arka planını net şekilde ortaya koyması diyebiliriz. Diğer bir deyişle, Tocqueville’in çalışması Amerika’da Avrupa’dakinden farklı biçimde ortaya çıkan demokratik devlet ve toplumun hangi saiklerle oluştuğunu açıklıyor. Sekizinci bölümde ise Tocqueville’in ölümünden sonra bıraktığı düşünsel mirasının etkisi, tarihsel değerlendirmeleri ve bugüne yansımaları üzerinde duruluyor. Bütün bu değerlendirmeler, Tocqueville’in Amerika’ya yaptığı seyahat sonrasında Amerika’da Demokrasi adıyla yazdığı dört ciltlik eser başta olmak üzere diğer seyahatleri akabinde kaleme aldığı yazılar etrafında şekilleniyor. Tocqueville’in analizlerine bakıldığında Amerika gibi İngiltere’ye yaptığı seyahat ile Cezayir’e yaptığı seyahatleri aynı tutarlılıkla değerlendirmediği, oryantalist bir bakış açısıyla Doğu-Batı ayrımı yaptığı ortaya çıkıyor. Tocquevile’in çalışmalarında Batı’nın diğer toplumları uygarlaştırıcı ‘kutsal’ misyonun bir izdüşümü görülüyor.

Lütfi Sunar, uzun bir süreci alan ve yoğun emek verdiği anlaşılan çalışmasında Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi adlı eserini merkeze alarak on sekizinci yüzyılın son yarısı ve on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının siyasi ve sosyolojik değerlendirmelerini analiz ediyor. Son iki yüz yılın Batı eksenli değişim, dönüşüm ya da gelişiminin izleğini sürebilecek bir metnin ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın benim açımdan ortaya çıkardığı en önemli şeylerden ilki, Batı’nın Batı dışı toplumlar konusundaki ikiyüzlülüğünün hiçbir koşulda değişmediğini göstermesi oldu. Özellikle kölelik, sömürgecilik ve emperyalizm ile ilgili konularda Batı özelinde ele alındığında hümanist ve liberal bir tavır takınan Batı aydını -ki buna farklı bir portre çizen Tocqueville de dâhil- söz konusu Batı dışı toplumlar olduğunda sömürgecilik, kölecilik ve emperyalizmi savunma pozisyonuna geçiyor. Bu bağlamda her türlü şiddeti meşru görerek bu uygulamaları uygarlaşmanın gereği olarak tanımlıyor. Bu tutum Batı’nın ötekileştirici oryantalist anlayışını evrenselleştirerek çelişen söylem ve eylemleri Aydınlanma düşüncesinin doğurduğu akılcılık ve bilimcilik temelli pozitivist ilerleme ideolojisinin bir parçası olmaya mecbur bırakıyor. İkinci önemli nokta ise, Amerikan devleti ve toplumunun yazının başında belirttiğim Batı dünyasındaki etkin rolünü görmemi sağlayarak flu kalan bazı alanları netleştirdi diyebilirim.

Tüm bunların yanında kitapta sıklıkla altı çizilen Tocqueville’in Batı dışı toplumlara yönelik çelişkili değerlendirmeleri, Fransa özelinde Avrupa ve Amerika bağlamında sistemsel sorunlara yönelerek zaman zaman özeleştiri, zaman zaman da uyarı ya da tavsiye boyutuna ulaştığı gerçeğini de görmemiz gerekiyor elbette. Özellikle Batı tipi demokrasinin kendi içinde burjuvanın despotizmine (yumuşak ya da demokratik despotizme) dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtmesi bugünün razılığa dayalı liberal-kapitalist dünyasını özetliyor. Diğer yandan Tocqueville’in gözlemci sosyolojik bakış açısı Amerika devletinin hegemonik yapısını göstermenin yanında, hız ve rekabet odaklı Amerikan toplumunun bugününü açıklayan veriler sunarak, modernite anlatısının geri planda bıraktığı süreci deşifre ediyor. Dolayısıyla dönemin diğer düşünüleri göz önüne alındığında kendine has bir sosyal bilimci profili çizen ama bir türlü kategorize edilemeyen Tocqueville’in hakkının tam olarak teslim edilmediğini görüyoruz. Kitaba yönelik en net eleştirim, farklı bölümlerde (muhtemelen) meselenin bağlamını aktarabilmek ve anlamı güçlendirmek için yapılan tekrarların okuma insicamını bozduğu yönündeki izlenimim diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Ocak 2022 Pazartesi

Distopik bir bugün: Zamir kim?

"Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!"

Zamir, sekiz yıl aradan sonra Hakan Günday’ın okuyucusuyla buluştuğu, Doğan Kitap’tan yayınlanan son romanı. Günday, bu süre içinde çeşitli senaryolar aracılığı ile ekranlarda yer almış olsa da uzunca bir zaman ara verdiği yazın dünyasında kendini özleten isimlerden.

Anlatı, en yalın haliyle hayata gözlerini doğuda bir sınır köyünde açan, açtığı gibi de kendini bir mülteci kampında bulan Zamir’in hikâyesini konu ediniyor. Zamir ismi bu metin için oldukça anlamlı; bu nedenle öncelikle kitaptan bir alıntı ile mülteci kampında bulunan, sahipsiz ve gelir gelmez bir patlayıcı ile yüzünü, gülüşünü, ağlamasını kaybeden bir bebeğe neden bu ismin verildiğini hatırlatmak istiyorum: “Bu bebek kimseye bir şey yapmadı. Bu bebek bir masum. Daha doğalı kaç gün oldu? Ama bakın, insanlar ona ne yaptı? Neden korkuyorum, biliyor musunuz? Bir gün büyür de insanlardan intikam almak ister diye korkuyorum. İçinde nefretle büyür diye korkuyorum. İşte bu bebeğin hayattaki en büyük mücadelesi bu olacak! Bu bebek daima vicdanı temiz kalsın diye savaşacak! Daima gerçek niyetiyle sınanacak! Ve şimdi biz ona öyle bir ad koyalım ki bu mücadelesini hiç unutmasın. Öyle bir ad olsun ki bu çocuk, sahip olduğu en kıymetli şeyin vicdanı olduğunu bilsin. Her şeyin bir niyet meselesi olduğunu anlasın! Niyeti daima iyi olsun! Adı her söylendiğinde bu çocuk doğru yoldan ayrılmaması gerektiğini hatırlasın. Bu öyle bir ad olsun ki...” O bebeğin adı Arapça’da “vicdan ve iyi niyet”, Rusça’da “barış için” anlamına gelen Türkçe’deyse “cümlede varlıkların adları yerine kullanılabilen kelime” olan Zamir oldu.” Ve Zamir romanı, bu isimle beraber, ekseriyetle barış ve vicdan kavramlarını merkeze alarak sadece onu, bunu değil; hepimizi anlatır, hepimizi eleştirir oldu.

Zamir, yaşadığı travmatik olayla beraber on yedi yaşına kadar All for All vakfının gözetiminde büyüyen, vakıf için olmayan yüzü aracılığıyla insanların vicdanına oynayarak bağış toplayan, sonrasında yaşadığı hayattan bunalıp vakıfla bağlarını kesen, uzunca bir süre tek başına ve ümitsiz bir halde yaşayan, ardından yaşadığı tüm acı olayları bir yakıta dönüştürüp heyecan içinde dünyada barışı sağlayacağının hayali ile Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışan bir sunucu. Zamir karakterinin barış sağlayan rolü aracılığıyla anlatıcı dünyanın dört bir yanındaki savaşlara, şiddete, kavgalara göndermelerde bulunuyor. Bu göndermelerin tamamı ya günümüzdeki olaylarla ya da tarihsel süreçte yaşanmış birtakım utanç kaynaklarıyla ilişkili halde okunabiliyor elbette. Anlatıcı, dünyanın sadece karanlık görünen tarafının değil, aydınlık, umutlu görünen yanının da karanlıktan beslendiğini barış sunucuları aracılığıyla çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yine mülteciler konusunun işlendiği Daha isimli kitabının ardından bir gazete haberine denk gelen Günday, daha kötüsünü yazamayacağını, insanın aklına hayaline gelmeyeceğini zannettiği kötülüklerin dünyada zaten yaşandığını ifade ediyor. Bu eksende roman içinde okuyucunun sık sık bir soru ile karşı karşıya kalmasını amaçlıyor gibi: “Savaş için her şey mubahsa barış için de her şey mubah mı?” Bu sorular git gide çeşitleniyor anlatı boyunca: “Bir kişinin ölmesi mi binlerin ölmesi mi? İnsan barışı sağlamak için kötülükte nereye kadar gidebilir?” gibi.

Yaşadığımız zamanda, teknoloji hiç olmadığı kadar ilerlemişken gördüğümüz her türlü şiddet olayı (savaşlar, kadına şiddet, çocuklara şiddet vb) sadece bir tık uzağımızda kalıyor. Haliyle, dokunamadığımız, birlikte aynı kareyi paylaşamadığımız bu insanların haberi bir süre içimizi acıtsa da uzun vadede sadece bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşıyamayabiliyor. Zaman öyle hızlı akıyor ki anda kalıp gerçek bir sorgulama, eleştiri, düşünme içine girmek mümkün olmuyor. Kitapta bu akış hızının hissiyatı Zamir’in bir uçaktan inip bir uçağa bindiği yoğun program aracılığıyla da okuyucuya geçiriliyor. Bu yoğunluğun gösterdiği başka bir şey de dünyanın dört bir yanında aynı anda kaos yaşandığı gerçeği. Belki eskiden olduğu gibi topla tüfekle değil ama politikayla, muktedir olanla ve hatta iyi görünen sivil toplum kuruluşlarıyla.

Kitapta Zamir kendine verilen isim ile beraber, hayatına dair iki önemli soruyu kendine sürekli hatırlatarak devam ediyor yürümeye. Bir patlamadan yüzünü kaybederek kurtulan, bu kurtuluş serüveninde de tam üç defa ölüp yeniden hayata dönen biri olarak “Neden o kampta ölmedim? Neden hayatta kaldım?” diye bir sorgulamanın peşine düşüyor mütemadiyen. Teknik anlamda, okuyucular olarak biz de Zamir’in bir dönüm noktası yaşayacağını hissediyoruz en başından itibaren ama Zamir, kendi ağzıyla şöyle cevap veriyor bu sorulara: “Oysa yakında büyülü bir an gelecek ve ben bambaşka bir insan olacaktım. Varlığım sonunda bir anlam kazanacaktı. Doğduktan 40 yıl sonra ilk kez gerçekten de yaşadığımı hissedecektim. Hepsinden önemlisi, sonunda o iki soru yanıtını bulacaktı.(…) Çünkü ben dünyayı değiştirecektim.” Gerçekten de yapıyor Zamir bu dediğini. Kitabın bu noktasında panteist bir yaklaşımla insanın tanrı oluşuna gönderme yapıyor, eğer herkes tanrı olabilecek kadar kıymetli ise insanın insanı öldürdüğü bir dünyanın mümkün olmadığını vurguluyor. Tasavvufta, şamanizmde, budizmde ve dahi birçok inanç sisteminde bu anlayış halihazırda zaten var; ancak Zamir bu anlayışı eyleme de geçirerek bir fark ortaya koyuyor. (Romanı henüz okumamış olanlar nedeniyle sahnenin ayrıntılarına daha fazla giremiyorum.)

Hakan Günday, önceki kitaplarında da olduğu gibi karanlık, distopik bir dünya yaratıyor okuyucusuna. Daha doğrusu, var olan distopik bir dünyayı geleceğe atfetmeden, zaten asırlardır yaşandığını vurgulayarak anlatıyor satırlarında. Gelecekle ilgili kötücül senaryoları düşünmenin ve üretmenin bir hayal ürünü olduğundan, o kötü diye adlandırdığımız her şeyin bugün de yaşanıyor olduğundan ve bizlerin de bu senaryoların sadece izleyicisi olduğumuzdan dem vuruyor. “Ve o hikâyelerin gelecekte geçtiğini iddia etmek, bugün herkesin herkese saldırdığı ya da baskı uyguladığı ülkelerde yaşayan insanlara yapılabilecek en büyük hakaretti! Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulabilecek tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!” Bazı kitaplar içindeki tek bir cümle ile tüm anlatıyı özetler nitelikte olabiliyor. Hatta bazı kitapları içindeki o tek cümle için bile okuyabileceğini düşünüyor insan. Epigrafta paylaştığım “Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!” cümlesi benim için tam da bu minvalde. Özetlemek gerekirse dünyanın sadece distopik yarınlarda değil, bugün de korkunç bir yer olduğunu ancak ümidin yine insanda zuhur edeceğini, insanın en kötüyü de en iyiyi de içinde sakladığını, güncel ve tarihsel zengin göndermelerle anlatan, son derece akıcı bir kitap Zamir.

Şimdi geriye tek bir soru kalıyor: Zamir, hangimiz? Zamir, gerçekten de kim?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Yakın tarihimizdeki dini, edebi, hayati detaylar

Hikâyeleriyle tanıdığımız Kâmil Yeşil, bir Çin bedduası olan "ilginç zamanlarda yaşayasın" sözünü hatırlatır gibi din-edebiyat-hayat üçgeninde yaşadığımız ilginçlikleri anlattığı metinlerini bir araya getirmiş, ortaya da Kalemin Gölgesinde çıkmış. Kitabı bitirdikten sonra divan edebiyatımızın büyük şairi Bâkî'nin "Mufassal kıssa başlarsın gârib efsâne söylersin" sözünü hatırlıyor insan. Sanki Yeşil'in anlattıkları, yakın tarihimizin sayfalarında tozlansın diye bırakılmış bir takım efsaneler. Ne olursa olsun, hepsi gerçekler.

Dergâh, Tarih ve Düşünce, Bilgi ve Hikmet, Türk Edebiyatı, İslâmiyat, İlim ve Sanat, Muhit gibi dergilerde yayınlanan ve bazı sempozyumlarda bildiri olarak okunan metinlerin toplandığı Kalemin Gölgesinde, Büyüyen Yayınları tarafından Haziran 2016'da okuyucuya sunulmuştu. 34 konu başlığı ve 240 sayfadan oluşan kitap, "Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Hazretlerine rahmet duası ile" diyerek başlıyor. Sunuş yazısında "Bu kitaptaki yazılar memleketimizin ne kadar ilginç olduğuna dair bir kanaat verecektir, sanırım." diyen Yeşil, sayfalar boyunca şu konular etrafında bizi gezindiriyor ve düşündürüyor: Kalem, şark toplumlarında sözün değeri, dile takılan hakikat'ten dile gelen hikmet'e dönüş, internetin kirlettiği dil, kilisenin dili, günahkâr dil, dil-medeniyet ilişkisi ve dilin gelişmeyi durdurucu işlevi, durdurucu dil ve devlet işleri, telefon, halk edebiyatı, deniz ve imge, edebiyat ve mutluluk, edebiyat ve spor, divan şiirinin kaynağı, Türkiye'nin temel gerçeği ve fundamentalizm, bir eğitim metodu olarak kıyl ü kâl, Kur'an'ın çağdaş tefsiri, Ataç Türkçesi ile buharlaşan Kur'an meali, bir ermiş olarak Piri Reis ve bir kerameti olarak dünya haritası, İslâmî düşüncede radikal tavır, Yunus Emre Türkçesi ile Ramazan Hadisleri, biz ve atlar, sürgün, Namık Kemal'e karşı Yakup Kadri, yazarların para ile imtihanı, arkadaşının parasını üten şairler, evin hâlleri, kadim bir soru olarak 'Nerelisin?'.

Bir öykücünün, öykü dışında nelerle ilgilendiğini ve hatta nelerle ilgilenmesi gerektiğini içten içe görebildiğimiz, araştırma kitabına benzer bir özelliği var Kalemin Gölgesinde'nin. Yalnız araştırma değil, 'geliştirme' açısından da çok önemli konular ve paragraflar barındırıyor. Maddeler hâlinde varılan sonuçlar ise yazılardan bazılarının akılda kalıcılığını kuvvetlendirmiş. Kitabın adından da anlaşılacağı gibi, kalemin gölgesinde kendine serinleyecek bir yer bulan konuların ekseriyeti memlekete, millete, tarihe dair. Kâmil Yeşil, hikâyelerinde de buna çokça vurgu yapmış bir edebiyatçımız. Yol Durumu adlı kitabında "Şiir bir sığınaktı bize göre. Nasıl bir sığınak. İnsanı anlamsızlıktan, bunalmışlıktan, delirmekten, intihardan koruyan bir sığınak. İyi bir şiir her zaman insandan ve hayattan yana olmuştur. İnsanı korumak için tutunduğumuz bir şeydi şiir. Hakikate gidecek istikamete götürebilirdi insanı." derken bir -di'li geçmiş zaman kullanır gibiydi Yeşil.

Bu kitabında ise bu cümleleri açan çok yere rastlıyor okuyucu. Mesela tasavvufî halk edebiyatına dair şu cümlelerin üzerinde düşünülmeli:

"Halk edebiyatının dumura uğradığını gösteren en karakteristik örneği tasavvufî halk edebiyatıdır. Hâlbuki bu edebî akımın da Dede Korkut'la başlayan köklü bir geleneği vardır. Çünkü rivayetlerden öğreniyoruz ki Dede Korkut ilk Türk ermişidir. Bu geleneği Ahmet Yesevî ve onu takip eden yıllarda Yunus Emre devam ettirmiştir. Ağır aksak da olsa Cumhuriyet dönemine ve günümüze kadar devam eden Âşık Edebiyatı'na Neşet Ertaş'ı ve Âşıklar Şöleni'ne katılan mahallî şairleri örnek olarak verebilmemize rağmen, ne yazık ki tasavvufî halk edebiyatını devam ettiren bir örneğimiz yoktur. Bunun iki temel nedeni var:

1. Tekke, zaviye, dergâh gibi bu edebiyatı şiir, mûsıkî ve hat olarak sürdüren yerlerin kapanması,
2. Tasavvufu halka, halkın diliyle sevdiren şairin -Yunus Emre'nin- en büyük şair oluşu ve ondan sonra onun ayarında bir şairin yetişmemesi.

Denilebilir ki Türk halkı nasıl Nasreddin Hoca'dan daha büyük bir hoca görmek istememişse; Yunus Emre'den daha büyük bir şair görmek istememiştir; ya da hiçbir şair ikinci bir Yunus Emre olmayı göze al(a)mamıştır.
"

Edebiyat ve mutluluk üzerine yazarken birçok klişeyi yıkmaya gayret eden Kâmil Yeşil, evliliğin bir yazarı nasıl olumlu yönde etkileyeceğine ve evlilikten uzak bir yazarın da nasıl ruh hâllerine bürüneceğine şöyle bir paragrafla misal veriyor: "Evlilik, insanın Cemal yönüyle ilgilidir. Evlilik, Cemal iledir. Burada yüzün, yüz güzelliğinin 'Cemal' olarak adlandırıldığını hatırlamalıyız. Evlenmeyen, dünyanın bu ulvi tadını tatmayan kişilerin tecelli yönü ise Celal'dir. Celal yönü ağır basan insan; katı kuralcı, agresif, içine kapanık, sinirli ve geçimsizdir. Çünkü evlenmemiş nefis; sükûnete erememiş nefistir. Bu halin dışa vurumu siyasi bir tavır, kadınlara karşıtlık ideolojisi şeklinde de tezahür edebilir. Eksikliğin farkına varıp da onu itiraf edememe hali doğurur. Sinirlilik, yalnızlık, toplumdan kaçış... Edebi olana sığınma, siyasi olana sığınma bir tatmin sağlamaz."

Okuması oldukça keyifli olan yazılardan biri; yazarların para ile imtihanı. Yazının kısa ama etkili bir kaynakçası var ki evvela onları sıralamak lâzım: Şair ve Patron (Halil İnalcık), İttihadçı'nın Sandığı (Murat Bardakçı), Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa (Hazırlayanlar: İ. Enginün - Z. Kerman), Portreler (Yusuf Ziya Ortaç), Necip Fazıl - Adnan Menderes İlişkisi (Alâattin Karaca), Mektuplar (Nuri Pakdil). Yazının sonuç bölümünde Kâmil Yeşil şöyle söylüyor: "Devletiniz büyükken eserinizi kendiniz inşa eder, yazar, çizer, kaarilere sunarsınız, kendi adınıza el yazmaları ile dolu kütüphaneler kurarsınız. Divanü Lügat'it Türk'ü kendi paranızla satın alırsınız. Devletiniz küçüldü mü bir eser yazmak/yayımlamak için bakanlığa başvurursunuz."

Yazarın, bir sonraki 'Arkadaşının parasını üten şairler' bahsindeki Ahmet Hamdi Tanpınar tespitine okur okumaz şapka çıkartmıştım: "Gece gündüz para için kıvranan, ömrünün sonuna doğru Kıbrıs'ta ortaokul öğretmeni olmak için bakanlığa başvuran Tanpınar'ın durumunu anlayabiliyorum. Ama anlamadığım bir şey var: Arkadaşları arasında kişiliğini, izzetini bu kadar çiğneyen bir adam olarak Tanpınar'ın şiirlerinde, hikâye ve romanlarında kumardan, günlüklerindeki ezilmişlikten, yakıcılıktan niye bahis yok?.. Yoksa günlüklerindeki duygular da mı sahte Tanpınar'ın? Çünkü günlüklerinin bir yerinde bir gün bunların basılıp okunacağından bahsediyor. Tartışmaya değer doğrusu."

Araştırmacı, keşifçi özelliğinin yanı sıra ev-yuva-aile hususlarında nitelikli düşünen yazarlara, edebiyatçılara ilgimiz var. Kâmil Yeşil'in kitabında bu konuyla ilgili kısa bir bölüm var, daha uzun olmasını isterdim. Zira insana insanlık katan üç şeydir ev, yuva, aile. Ailesiz bir ev yuva olmuyor, konut belki. Yeşil de şöyle söylüyor: "Siz hiç içinde, apartman, site veya kat geçen bir türkü duydunuz mu? Batılaşma tarihinin üzerinden yaklaşık yüz seksen yıl geçmiş olmasına rağmen apartman ve site övgülü bir türkünün olmamasını hayır olarak yorumlayabilir miyiz acaba? Ev ve evlerimiz sadece başımızı soktuğumuz bir barınak değildir; evlerimiz vatanımızdır. Küçük bir vatan. Vatan, büyük bir ev; evlerimiz küçük bir vatan. Bundan dolayı her iki durumu ifade etmek için 'yurt' kelimesini kullanırız. Yurdumuz yuvamızdır. Kutsalımızdır. Kem gözlere karşı, alnının çatısında Maşallah yazar."

Dile, kaleme, söze gelmiş; yakın tarihimizin din-edebiyat-hayat perspektifindeki ince detaylar Kalemin Gölgesinde kitabında yer bulmuş. Bu gölgede dinlenme yok, düşünce var.

Yağız Gönüler

9 Ocak 2022 Pazar

Tehditkâr bir sancının eseri

Bütün dünyanın, kalbi dışındaki bütün dünyanın bomboş olduğunu hissediyordu.” Çünkü korkunun acımasız hissi, her şeyi anlamsız kılmıştı. Etrafında gördüğü tek şey, ansızın boğazını sıkan bu duyguydu. Öyle ki hayatının merkezine oturmuş ve ona nefes aldırmıyor, yediği lokmaları zehir gibi midesine akıtıyordu. Kaçacak yer kalmamıştı, en sonunda sakladığı sırrın açığa çıkması gerekecek, yalan söyleyemez hale gelecekti. Kaçınılmaz son gelene dek, her yeni gün öncekinden daha fazla sıkıştırıyordu kalbini. Buna bir an son vermek istese, diğer an vazgeçiyordu bundan. Korkuyordu ve korku gittikçe büyüyordu. Ailesi hep onunlaydı ama sanki artık tamamen yabancı hale gelmişlerdi. Gerçeği anlatabilse, yüreği hafifleyecekti ama o, ona göre daha kolay olana, hesabı kendine kesmeye kadar gitti.

Stefan Zweig'in Korku adlı eseri; evli ve saygın bir kadın olan Irene'in, yeni bir heyecan arayışıyla girdiği ihanet yolunun ona yaşattığı tehditkâr korku duygusunu anlatıyor. Irene bulunduğu hayattan sıkılıp bir maceraya atılmak ister fakat onun sırrını bilen bir şantajcı ortaya çıkıp kendisiyle yüz yüze gelince, dünyası kararır. O andan itibaren normal yaşantısında büyük bir yere sahip olmayan korku duygusuyla tanışmış olur. Yüzünde esen soğuk rüzgarlar korkuyu beslemeye devam eder. Artık tek hissettiği bitmeyen bu duygudur. Nasıl kurtulacağını bir türlü bulamaz, kurtulmayı denedikçe durumunu ağırlaştırmaya devam eder. Şantajlar arttıkça Irene dibe çöker, korkuya teslim olur ve aldığı nefesler acı verici hale gelir.

Eserde anlatım oldukça akıcı, olaylar hız kesmeden başlayıp bitiyor. Yazarın güçlü kalemi, bizleri Irene'in içinde bulunduğu tufanın ortasına atıyor. Esere başladığımız andan itibaren yaşanan olaylar kendini okutturmaya devam ediyor. Karakterin kendiyle iç hesaplaşmaları ve ruh halindeki değişimlere bakarak bazen onu suçlayıp bazen ne yapacağını yönlendirmeye çalışıyoruz. Onunla empati yapıyor, çıkar yol arıyoruz. Irene’in çerçevesinden olayları gözlerken etrafındaki kişileri sorguluyor, sürekli ortaya çıkan şantajcının rahatlığına sinirleniyoruz. Irene’in kurtulması için aklımıza türlü yollar geliyor. Olayların sonuna doğru bazı tahminlerde bulunuyor, kitabı bitirince hem şaşırıp hem de rahatlıyoruz.

Irene'in hem güçlü, hem de son derece hassas bir tarafı var. Bu iki taraf sürekli birbiriyle karşı karşıya duruyor ancak birleşip bir çözüm yaratamıyor. Eşinin ona sürekli ne olursa olsun yanında olduğunu ve ona yardım edeceğini söylemesi, Irene'in kafasını kurcalıyor ve gerçekleri anlatmayı bu sebeple çok istiyor. Onun, etrafındaki benzer olaylara nasıl tavır takındığını gözlemleyip kendi durumuna olacak davranışını kestirmeye çalışıyor. Eşinin kendisine gösterdiği kibarlık gerçekleri anlatması için sürekli baskı yapıyor olsa bile, Irene'nin dili anlatmanın kıyısına kadar gelip her defasında tekrar geri dönüyor. Duygular ve korku artık iyice içinden çıkılmaz bir hale Irene, kendine ceza verip kurtulmak istiyor. Başarılı olamayınca ve her şeyin sebebini anlayınca yaşadığı korkuyla, kalbinde açılan yara ile birlikte vedalaşıyor.

Eserde anlatılan olayı, gerçek hayatta farklı sebepler doğrultusunda yaşayan birçok insan var ve bu kitabı okuyunca kendi yaşadıklarını net bir şekilde tekrar hatırlayabilirler. Çünkü bizde çok tanıdık hisler uyandırıyor. Korku hepimizin içinde var olan bir duygu. Bazen küçük, bazen çok büyük yerler kaplıyor ve ne kadar büyükse sonrasında gelen yıkım da aynı oranda büyük oluyor. İçimizdeki korku yaşadığımız olaylara bağlı olarak kendini belli bir büyüklüğe gelinceye dek besliyor. Bunun üzerine çıkmazda olduğumuzu hissedip o korkuyu daha da büyütebiliyoruz. Zaten kapladığı yer bir hayli dolmuşken, ona daha fazla yeri kendimiz veriyoruz. Korkunun verdiği hisler ve yaşattığı sancı, düşüncelerimizin ve davranışlarımızın elimizde olmamasına neden oluyor ve bu kardeşi olan pek çok duygu için de geçerli.

Eğer insanın elinde bu korkuya son verecek bir seçenek varsa, sonucunun zararlarından endişe duymadan o yolu seçmelidir. Bitiş çizgisinde bekleyen çözüme doğru koştukça, korku küçülmeye, içten yitmeye başlar. Bitiş çizgisini geçecek cesarete erişilirse, geriye dönüp bakmaya gerek kalmaz. Çünkü o korku son bulduğunda çile de son bulur, rahatlama hissi vücudu ele geçirir. Aksi halde, insanı içten içe çürütmeye devam eder.

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

6 Ocak 2022 Perşembe

İnsan daimi bir yer-yol-yön arayıcısıdır

"Kişi kendini yapar, bozar, dağıtır, yıkar, kırar: Sonra, yeniden kurar. Önemli olan, kişinin kendini başlangıçtan kurmuş olması değil, baştan kurabilmesidir."

Bir yerde olmanın, bir yönü seçmenin, bir yola çıkmanın açtığı düşünme olanaklarını kaybettik. Yola çıkmak, yola gitmek, yola varmak hepimiz için birer lükse dönüştü. Bu çağda yürümek, düşündüren değil güldüren bir şey oldu. Oruç Aruoba, son derece lezzetli olan Yürüme adlı kitabında, bizim (zaten) ne olduğumuzdan başlayıp hep-hiç arasında 'kişi'ye uzanan yolculuğumuzun izini sürüyor.

Nietzsche için yaşam, insanın türlü aralarda gezinmesiyle ortaya çıkan bir yolculuktur. Bu onun elbette yaşama dair yaptığı tek bir tanım da değildir. Aruoba, kitabının hemen başına aldığı Nietzsche paragrafıyla okuyucunun zihnini meşgul ediyor. Hangi aralara dikkat edilmesi gerektiğini gösteriyor. Sevginin hissedildiği, baharın tadıldığı, güzel seslerin dinlenildiği, dağların, ayın ve denizin insanın yüreğini titreten görünümlerini bir an içine saklamış, sırlamış arala. İşte bu aralardan oluşan tüm anlar ve aralar, Aruoba'nın zihnine birer cümle olarak düşüvermiş olmalı ki Yürüme kitabı ortaya çıkmış.

Okuyucunun Kasım 1992'den bu yana belirli aralıklarla yeniden basılan Yürüme'ye olan ilgisi, "acıları bile anılara dönüştürürüz biz" diyen yazarın sesine bir yankı belki de. Çünkü "durumumuz, ötekilerin durumlarının toplam durumudur". Çünkü "uygar kişi, kendisi ile bütün insanlar (insanlık) arasında bağ kurabilen insandır". Bu uygar olma hâli şaşkınlığı, hayreti insana bol bol yaşatır. En çok da üzülmeyi. Ancak Aruoba burada bir uyarı yapıyor. Uygar insanın üzülmesi, modern zamanların üzülmesi gibi ah'lı vah'lı değil diyor, daha çok kızgın bir üzülme. Neden olarak da ancak dünyanın temelden bozuk olduğunun farkında olan insana uygar denebileceğini belirtiyor.

Felsefeye meraklı bir okuyucuya yeni kapılar aralamaktan memnuniyet duyan bir yazar Aruoba. Yürüme'nin içindeki notlardan bunu anlayabiliyoruz. Heidegger'in sık sık "ufuk" kavramına başvurduğunu, "ne ise o olmak" düşüncesinin Schopenhauer'de ve Nietzsche'de kendine yer bulduğunu, Russell'ın "aylaklığa övgü" düzdüğünü ama yüz küsur kitap yazmaktan geri durmadığını, "hayret"in Sokrates'e "hayranlık"ın da Kant'ın has kavramları olduğunu, Bloch'un "henüz olmayanın" felsefesini yaptığını, Derrida'nın Nietzsche'nin not defterinde bulunan "şemsiyemi unuttum" tümcesinden sayfalarca anlam çıkarabileceğini öğrenebiliyoruz bu notlardan. Kitabın içindeki resimlerde Heidegger'i Karaorman'daki yürüyüşünü ve Freiburg'daki çalışma masasını, Van Gogh'un Emile Bernard'a mektubunu, Aziz Hieronymus'un çalışma odasını, Albrecht Dürer'in erkekler hamamını görebiliyoruz.

Yolu yürüyerek çözümlemenin imkânsızlığına vurgu vardır Yürüme'deki metinlerde. Yolu yalnızca "açan" bilir. Öte yandan açılmış hazır yollarda yürümenin tadını dönüp duran tekerlekler değil yalnızca insan kavrayabilir. Özgürlükse, açılmamış, yani belirsiz yollarda yürümektir. Belki de yaşam bu yüzden "her ne olursa olsun" özgürdür: "Zaten, hep, kırık-dökük, paramparça ilişkiler bırakıp ardında, böylesine yıkıcı, yırtıcı bir yolda yürümüyor mu yaşam?"

Bir yolcuya yardım etmenin en dürüst yolu onunla birlikte yürümektir. Çünkü duran, yürüyeni asla anlayamaz. "Yanında yürümekten başka yardım yolu yok" derken Aruoba, Homeros'un deyiminin hâlâ geçerli olduğunu da hassasiyetle vurgular: "Çoğunluk, insanların neredeyse hepsi, bir(er) yük olarak yaşıyorlar yeryüzün(d)e..."

Kişi bölümüne, yani kitabın en zor bölümüne geçerken Oscar Wilde karşılar okuyucuyu. Bir hatırlatma yapar. "Acısını çektiğin her şeyi onaylamazsan, tam olamazsın" der Wilde. Aruoba da öyle bitiriyor kitabını: "Kişi, kendi olabilendir."

Yağız Gönüler

5 Ocak 2022 Çarşamba

Hırs uğruna yitirilenler

“Tasarlamak, gerçek bir şeydir.
Açığa vurulmuş düşler, denenmiş demektir.”

Hırs, bir insana her şeyi yaptırabilir. Aslında her insan doğası gereği bu duyguyla hayatının bir yerinde muhakkak tanışır. Hayâllerimizi gerçekleştirme yolunda olumlu anlamda bir güç verecek hırstan kimseye zarar gelmez; hatta gördüğüm, bildiğim ve yaşadıklarımdan öğrendiğim kadarıyla biraz hırsımızın olması da gereklidir. Yine de insan duracağı yeri her zaman bilmelidir, olmayanda da bir hikmetin olduğunu anlamalı ve bazen vazgeçebilmelidir. Fakat insanız, yaratılış düzeninde en tepede görünsek de bir o kadar da aciziz. Hırslarımıza yenik düşmeyi de en iyi biz biliriz.

Kısacık bir roman olan İnci’de de hırsın insanı götürebileceği belki de en dip noktayı görüyoruz, Aslında çok umutlu başlayan bir romanla karşılaşıyoruz ilk sayfalarda. Denizden inci bularak geçimini sağlayan, bir saz kulübede yaşayan üç kişilik bir ailenin anlatımıyla başlıyor olaylar. Kino, Juana ve Coyotito bu ailenin bireyleri. Romanın ilk sayfalarında Kino’nun halkının türkülerle bağından bahsediyor yazar: “Kino’nun halkı bir zamanlar türküler bestelemek konusunda harikaydı, öyle ki her gördüklerini, her düşündüklerini, her yaptıklarını, her duyduklarını türkülere dökmüşlerdi. Ama bu gelenek eskimişti, gerçi türküler bugün de yaşıyordu, Kino onları ezbere biliyordu ama yenileri eklenmemişti. Bu, kişisel türkülere yer olmadığı anlamına gelmiyordu.” diyor John Steinbeck ve az önce bahsettiğim umudu hissettiren şu cümleyi de ekliyor: “Şu anda Kino’nun içinde duru ve yumuşak bir türkü yükseliyordu, kelimelere dökebilse Ailenin Türküsü derdi ona.” Böylelikle roman boyunca sık sık karşılaşacağımız türkü ögesiyle ilk sayfalarda kesişmiş oluyor yolumuz.

İlerleyen sayfalarda karşımıza çıkan “Öteki sabahlar gibi bir sabahtı ama yine de hepsinden güzelmiş gibi geldi Kino’ya.” cümlesi de beni romanın içine daha çok çekti ve huzur verdi ama çok geçmeden yazar bizi “gerçek hayatla” yüzleştirdi. Kino’nun beşikte yatan çocuğu Coyotito’yu bir akrebin sokmasıyla Kötülüğün Türküsü sarmıştı Kino’yu: “Kafasında yeni bir türkü, Kötülüğün Türküsü vardı şimdi, düşmanın türküsü, aileye göz diken herhangi bir düşmanın, yabanıl, gizli, ölümcül bir ezgi, onun altında Ailenin Türküsü acıyla yakarıyordu.” Gelişen olaylarla yazar, “Umut hep var, sevgili okuyucum, ama neticede dünya burası, cennet değil, gerçeklerle yüzleşme zamanı geldi.” der gibiydi. Neticede acıyla, çaresizlikle, yoksullukla, hüzünle, endişeyle, korkuyla karşı karşıya gelmiş olduk. Kino’nun -ilk başlarda- hayranlıkla karşıladığım savaşı, bu olaydan sonra başladı.

Juana ve Kino, çocukları Coyotito’yu doktora götürdüler ve burada da romandaki olayların gelişmesinde zincirin önemli halkalarından biri olan yoksullukla karşılaştık. Çünkü doktora verecek değersiz birkaç inciden başka bir varlıkları olmadığı için aile, doktorun kapısından çaresizlikle geri döndü.

Ertesi gün Juana ve Kino, Ciyotito’yu da yanlarına alarak işlerinin başlarına döndüler. Bu hayattaki tek değerli malları olan kinoyla denize açıldılar ve çocuklarını tedavi ettirebilmek için doktora verebilecekleri değerli bir inci aramaya başladılar. “İnci bulmak, bir rastlantı sonucuydu, inci bulmak uğur getirirdi kişiye, Tanrı’nın, tanrıların ya da hepsinin o kişinin sırtını sıvazlaması anlamına gelirdi.” cümlelerinden de anlaşılacağı üzere, romanda anlatılan Kızılderili halkı için inci bulmak, şansının dönmesi anlamına geliyordu. Çocukları için değerli bir inci bulmayı öyle çok istiyorlardı ki… Gelgelelim bu “çok istemek” yüzünden şans gibi görünen bir olay tam tersine dönebilirdi Juana’ya göre: “Bir şeyi çok fazla istemek iyi değildir. Bazen şans ters dönebilir yoksa. Ayarında istemeyi bilmeli kişi, Tanrı ya da tanrılarla iyi geçinmenin yolunu bulmalı.” Bu düşüncelerin sahibi Juana’ydı ve Juana bu düşünceler içindeyken Kino koskocaman bir istiridye bulmuştu. Juana’nın yanına döndüğünde bu istiridyenin içinden 'dünyanın en büyük incisi'nin çıktığını gördüler birlikte. “Juana soluğunu tuttu, hafif bir inilti koyverdi. Umulan incinin gizli ezgisi yükseldi; duru, güzel, zengin, sıcak, olağanüstü, parıltılı, düşman çatlatırcasına ve muzaffer.

Kino’nun 'Dünya’nın Biricik İncisi'ni bulduğu haberi kasabada hızla yayıldı. Böylelikle insanların ikiyüzlülüğüyle karşılaşmış olduk. Bir gün önce paraları olmadığı için Coyotito’yu tedavi etmeyen doktor, bu haberi duyunca “Kendisi benim hastamdır, çocuğunu akrep sokmuş, ben bakıyorum.” demeye başladı. Doktor dışında neredeyse her meslekten insan Kino’yla ilgilenmeye başladı. Sırf Dünya’nın Biricik İncisi için… Biz de hayatın çirkin bir gerçeğiyle daha yüzleşmiş olduk. Böyle insanlar günlük hayatta da maalesef karşımıza çıkıyor. Sevgiden, iyilikten, insanlıktan, yardımseverlikten habersiz bir şekilde yaşayıp gidiyorlar. Dünyanın en büyük mucizesi olan gerçek sevgiyi bir kez olsun tatmış olan bir insan, böyle bir düşünceye sahip olamaz. O yüzden sevgiyle büyütülmeli her çocuk. Zira bu dünyadan göçüp giderken ardımızda sevgiyle büyütülen bir çocuk bırakırsak dünyaya en büyük iyiliği yapmış oluruz.

Kino’ya srıf inci için dost gibi görünen herkes, aslında içten içe bir düşmanlık besliyordu: “Herkes Kino’nun incisiyle bir bağ kurmuştu birdenbire, Kino’nun incisi de herkesin düşlerine, yatırımlarına, düzenlerine, tasalarına, geleceğine, dileklerine, gereksinimlerine, tutkularına, açlığına katılıverdi, aradaki tek engel Kino’ydu, o yüzden de garip bir biçimde herkesin düşmanı oluverdi Kino.” cümlelerinde bu düşmanlığı açıkça görüyoruz. İlerleyen sayfalarda Juana ve Kino’nun başına gelecek uğursuzlukları sezdiren şu cümleler de bir uyarı niteliğinde: “Haber kasabada uyuklayan sonsuz kara ve uğursuz bir şeyi uyandırmıştı; bu kara tortu bir akrebi andırıyordu, aş kokusu gelirken duyulan açlığı andırıyordu, sevgisiz kalınınca duyulan yalnızlığı andırıyordu.” Juana ve Kino da tamamen safdillikle herkesin onlara karşı samimi olduğunu düşünüyordu. Bu durum ise “herkesi kendin gibi bilme” durumunun romanda karşımıza çıkan haliydi: “Kendileri mutlu ve coşkulu olduklarından, herkesin bu sevinci paylaştığını sanıyorlardı.

Kino hayâller kurmaya başlamıştı, eline geçecek olan parayla yapacaklarını düşünüyordu. Çocuğunu okutmayı hayâl ediyordu. Onun okumasıyla, öğrenmesiyle, bilmesiyle kendilerinin de özgürlüğe kavuşacağını düşlüyordu. İncinin uğuru, Coyotito’nun onlara koca bir kitap okumasıydı ona göre. Büyük bir mucizeydi bu olay hem Kino ve ailesi için hem de kasaba halkı için: “Biliyorlardı ki bundan böyle takvim, Kino’nun incisinden başlayacaktır; evet yıllar yılı bu anı düşünecek, tartışacaklardı.” Fakat hiçbir şey düşünüldüğü gibi gerçekleşmedi. İnci alıcıları Kino’yu kandırmak için incisinin çok da değerli olmadığına inandırmaya çalıştılar onu. Yoksul bir insan için yüksek ama incinin değerine göre çok düşük paralar teklif ettiler Kino’ya. Kino reddetti ve incisini gerçek değerinde satabilmek için başkente gideceğini dile getirdi. “Derler ya, insan asla doymak bilmez diye, yüzünü verseniz ille de astarını ister diye. Bu sözler insanı kınama amacıyla söylenir, oysa insan soyunun en büyük yeteneklerinden biri, onu elindekiyle yetinen hayvanlardan üstün kılan bir yetenektir bu.” diyen Steinbeck’in cümleleri giriyor burada devreye. Kino’nun abisi Juan Tomas da şu cümlelerle uyarıyor kardeşini: “Sen yalnızca inci alıcılarına meydan okumadın, bütün bir yapıya, bütün yaşam biçimine meydan okudun. Senin adına korkuyorum. Yeni bir toprakta yürüyorsun, yolu da bilmiyorsun.” Bu cümleler de aklıma Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık adlı çocuk kitabını getiriyor. “Ben bilmek istiyorum, demişti Küçük Kara Balık, “Hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp ölüp gitmek mi yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?” Kino da incisini asıl değeri karşılığında satabilmenin mümkün olup olmadığını görebilmek için gitmeye karar vermişti. Karısı onu vazgeçirmek için uğraştı, inciyi geldiği yere geri göndermeyi bile denedi fakat başarılı olamadı. Hayattaki tek varlıkları olan kayıkla yola çıkmaya niyetlendiklerinde kayığın döşemesinin delik deşik olduğunu gördüler. İnci yüzünden... Kino bir cinayet işledi. İnci yüzünden... Juana ve Kino’nun sazdan kulübelerini yaktılar. Yine inci yüzünden... Kino da sonunda incinin uğursuzluğunu anlamıştı ama yine de vazgeçmedi: “Kimseye kaptırmayacağım. Onu önceleri birine armağan edebilirdim, ama artık benim uğursuzluğum, benim yaşamım oluverdi, ondan ayrılmayacağım.” Buraya kadar Kino’nun kararlılığını, doğru bildiğinden vazgeçmeyişini hayranlıkla okudum. Umudu çağrıştıran, mutlu sonla bitecek bir roman okuyorum sandım. Ne yazık ki yanıldım. Aslında kitabın çevirisini yapan Tomris Uyar’ın “Sunuş” yazısındaki şu cümlelerden tahmin ettiğim gibi bir son olmayacağını anlamalıydım: “Steinbeck, iflasların birbirini izlediği, işsizliğin, parasızlığın, açlığın kol gezdiği, insanoğlunun umudunun, var olma direncinin seyreldiği bir tarih anında olanca görkemiyle gerçek umudun türküsünü söylemiştir. Tozpembe olmayan gerçek umudun.

Gerçek bir umut vardı bu kitapta. Yoksullukla savaşan bir ailenin, bu yoksulluktan kurtulmak uğruna her şeyi göze almalarının umudu. Fakat bu umut zamanla kişiyi felakete sürükleyen bir hırsa dönüştü. Neticede para hırsı uğruna evladını kaybeden bir babaya şahit olduk romanın son sayfalarında.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

4 Ocak 2022 Salı

Hastane odasında kendine varan bir kadın

İnsanın tamamlanmışlık duygusuna kavuşabilmesi, çoğu zaman aile üyeleri ve değer verdiği diğer insanlar ile kurduğu bağla doğru orantılı. Sevgiden, ilgiden, aile olma hissinden yoksunluk, yetişkinlik döneminde farklı olaylar ve ilişkiler vasıtasıyla kişinin karşısına çıkabiliyor. Uzun yıllar hayatın kendisine borçlu olduğunu düşündüğü eksiklikleri biriktiren Lucy Barton’un hikayesi de, Lucy ile annesinin bir hastane odasındaki diyalogları ve Lucy’nin monologlarıyla tamamlanıyor.

Uluslararası Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen ve şimdiye kadar 25 dile çevrilen Benim Adım Lucy Barton, kitabın ana kahramanı Lucy’nin yıllar önce geçirdiği apandis ameliyatı sonrasında gelişen komplikasyonlar sebebiyle dokuz hafta boyunca New York’ta bir hastanede kaldığı günlere döndüğü bir an ile açılıyor. Bu dokuz hafta, Lucy’nin hayatının ilerleyen zamanlarında da hatırlayacağı bir kendine varma yolculuğunun izlerini barındırıyor: “Hastaneden çıkınca, kaldırımda her yürüdüğümde, o insanlardan biri olduğum için şükretmeyi asla unutmayacağımı düşünüyordum. Yıllarca bunu yaptım; hastane penceresinden gördüğüm manzarayı hatırladım ve üzerinde yürüdüğüm kaldırım için minnet duydum.

Hastaneye yattıktan üç hafta sonra, bir ikindi vakti yatağının ucunda annesini görünce şaşırıyor Lucy; düğününe katılmayan, çocuklarının doğumuyla bile ilgilenmeyen annesini karşısında gördüğü andan itibaren, Lucy ve annesiyle geçmişe doğru bir yolculuğa başlıyoruz. Lucy, uzaktan yakından tanıdıkları insanların başından geçenleri annesine yeniden anlattırıyor. Annesinin anlattıklarını dinlerken kendi zihninde farklı bir yolculuğa da çıkan Lucy’nin hissettiklerini de an be an takip ediyor, arkadaşlarını tanıyor, ailesine ve tuhaf ilişkilerine ortak oluyoruz. Lucy, istediği şeyin annesinin dilinden dökülen bu eski hikayeler olduğunu düşünürken, bir anda başka bir şeyi, anlatma ihtiyacını fark ediyor: “Meğer başka bir şey istiyormuşum. Annemin bana hayatımı sormasını istiyordum. Ona şu an yaşadığım hayatı anlatmak istiyordum.” Bu istek, Lucy’nin annesiyle yeniden bir aile sıcaklığı yaşamak istemesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu sıcaklığa kavuşup kavuşmadığını ise romanı bitirince öğreniyoruz.

Lucy, bir yazar. Yazmaya karar vermesine neden olan dışlanmışlığını, hiçbir zaman yuva gibi hissettiremeyen, çocukluk yıllarını geçirdiği amcasının o ufak garajının zihninde bıraktığı izleri sözcüklerle buluşturuyor. Hayatı boyunca tanıştığı birçok insan, onu, kendilerinden daha aşağı bir yerde konumlandırarak değerini hatırlatıyor ona: Yuva olmayan garajı, yoksulluğu ve sevgi yoksunluğunu: “Kendimizi başka birinden başka bir grup insandan üstün hissetmek için nasıl yollar bulduğumuz ilgimi çekiyor. Adına ne dersek diyelim, bence kim olduğumuzun en alt seviyesi, bu kendimizden aşağı koyacağımız birini bulma ihtiyacımız.” Kendi deyimiyle, “yabancıların iyiliğine bağımlı” hissetmesi, küçük yaşlarda, okul sıralarında başlıyor. Öğretmeni Lucy’yi arkadaşlarının küçümseyici bakışları ve alaylarından koruyor, onun için bir kalkan oluşturuyor. Lucy’nin kendisinin ya da ailesinin böyle bir çabası olmamış hiç. Belki de bu bağımlılığın gelişmesi, ailesinin Lucy’yi kendilerinden bile korumaya yeltenmemesiyle ilişkilidir.

Romanın en dikkat çekici yönlerinden biri, anlatılan tüm olumsuzluklara rağmen, kitabın okura yorucu bir duygusal yük bindirmemesi. Yani Lucy’nin yaşadıklarının barındırdığı üzücü ve can sıkıcı öğeler, olanca doğallığıyla aktarılmış. Okur, ne dilde ne de anlatımda acılı, ağdalı unsurlarla boğuşmuyor. Her şey yaşandığı kadar hüzünlü ve sarsıcı; yazarın anlatım tercihi burada kendini açığa çıkarıyor. Onun bu tercihi, okurun, zaman zaman Lucy ile empati kurmasını engelliyor; okur, nesnel bir gözlemciden ötesi olmakta zorlanabiliyor. Yazar Elizabeth Strout, Pulitzer Ödüllü kitabı Kül Mevsimi’nde de benzer bir dil ve anlatım yolu seçmişti. Her iki kitap da, yaşanan gelişmeler sonucu geçmişe dönen ve yaşananlarla hesaplaşan, bu hesaplaşmalardan sonra kendini ve dünyaya bakışını yeniden inşa eden karakterlerin hikayelerini anlatıyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal