SAYFALAR

28 Aralık 2021 Salı

Bir sıvaydım kendime kendi ellerimde

İnsan, sükûnete dair bir şeyler öğrenmek istiyorsa bunu başka bir insandan değil ancak mezarlıklardan öğrenebilir. Oraya gittiğinizde, fizikteki “madde yerini buluna kadar hareket hâlindedir” kaidesini hatırlarsınız. Yerinizi bulacağınız, sakinliğe ulaşacağınız, duracağınız tek yer orasıdır. Dünya hayatındaki yer bulmalar, sakinlik çabaları ve durma noktaları artık geçersizdir. İşte, oradayım. Görevli, telaşla hazırlıyor çukuru. Belli ki bir misafir var. Yeryüzündeki hayatı boyunca konacağı dalı arayan insan kuşu, ölümüyle birlikte dalını buluyor. İnsanla ölümün buluşması, bu kaçıncı seyredişim? Şimdilik tribündeyim. Burada tüm tezahüratlar hafi biçimde işliyor. Gözyaşları, duygular, niyazlar hep içeriye. Nihayet insan da içeriye. Bir boşluk kapanıyor. Yaşarken insanın peşine düştüğü binlerce soru bir olup, yine binlerce cevap yerine tek bir cevapta buluşacak. Yüzlerce insan toprak atıyor, bir insan için. Onlarca çiçek, bir suyu bekliyor. Bütün yolların sona erdiği yerdeyim fakat eve dönmeliyim.

Ev neresidir? İnsanın ilk doğduğu yer midir ev? Dünyanın en güvenli yeri olarak gösterilen ana rahmi midir yoksa ev? Bir babanın omzu ev olabilir mi? Ev, aile olmadan ne kadar evdir? Mekânla ve zamanla ilgisi yok mudur acaba evin? Bu beden (ceset), bu varlık (ruh), eve dair değil midir? Tek başıma bir ev olabilir miyim? Peki taşınırken gittiğim yer neresidir? Bebeklik, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık; hepsi bir evin odaları mıdır? “Kalbime döneceğim, ama hangi yolla?” diye soruyordu şair. Şairler hep soruyor, tıpkı yazarlar, ressamlar, müzisyenler, oyuncular, heykeltıraşlar, terapistler, öğretmenler, teknik direktörler gibi. Herkes evine dönmek istiyor ama bu evin neresi olduğunu kimse bilmiyor, bilmek istemiyor. “Eve dönmek için her zaman çoktan geç kalındığını, ne dönülen yerin bırakılan yer, ne dönen kişinin vaktiyle giden olduğunu hepimiz kendi hayatımızdan biliriz” demişti Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat’ta. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor, kalamaz. Tek bir şey var bizi diri tutan: aramak.

Danimarkalı psikolog ve felsefeci Svend Brinkmann, Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek adlı çalışmasında; her şeyin hızla ilerlediği bir çağda belli biçimde gösterilecek bir muhafazakârlığın esasında ilerici bir yaklaşım olabileceğini söyler. Herkesin aynı yöne ve neredeyse aynı hızda ilerlediği bir yol düşünelim. Bu yolda bir an durmak ve mümkünse geriye doğru bir adım atmak, esas gitmemiz gereken yerin ne olduğunu ve oraya nasıl gidileceği konusunda bize ciddi fikirler verebilir. Elimdeki kitap hem gidilecek yeri hem de bu yere hangi yönlerden ulaşılabileceğini anlatan, insan duygularını merkeze alan ve en önemlisi de eylemin kökenine adaleti yerleştiren bir çalışma: Herkes Evine Dönmek İster. “Ev, içine doğduğumuz ilk evrendir. Dünyadaki ilk döşeğimiz, uykumuz ve rüyamız… İyilik ve kötülükle tanıştığımız yerdir; ilk isyan edişimiz, ilk boyun eğişimiz buradadır. Acıyı ve sevinci ilk kez evde tadarız. Hayallerin, hayal kırıklarının, utançların, heyecanların ilki evde yaşanır. Sevgiyi bulduğumuz ilk sığınağımızdır ev.” cümleleriyle başlıyor kitabına Tuba Karacan. Nerede yara almışsak oraya mutlaka dönmemiz gerektiğine, henüz kitabının ilk sayfalarında işaret ederek bizi derin bir yüzleşmeye çağırıyor. Bu yüzleşmede bize bir takım çantası emanet ediyor. Çantadaki aletleri yeniden tanımamız gerekiyor belki de. Böylece onlara hayatımızın hangi anlarında en doğru biçimde başvurabileceğimizi de ifade etmiş oluyor. Ev, anne, baba, ilişkiler ve affetmek; işte kalbe dönüş yolları.

Sadık Yalsızuçanlar'ın Ters Lale'sinde bir öykü var. Ormanlık arazide bir köpek bulan genç, yürüyemediğini fark edince onu veterinere götürüyor. Birçok veteriner geziyor, sebep bulunamıyor. Genç, arabasını satıyor. Yeter ki Dodo iyileşsin. Bir veteriner durumun psikolojik olduğunu izah ediyor: Dodo'ya iki farklı insan bakmış ve ikisi de onu terk etmiş. Sahipsiz ve sevgisiz kalmanın stresi, geçici felç. Onunki artık yürümek değil, kendini ittirmek olmuş. Genç, sevgisiyle Dodo'daki geçici felci ortadan kaldırmış ama hikâyenin tek mazlumu Dodo değil. Bu genç arkadaş, köpeğe bakmak istediğini eşine ilettiğinde eşi kabul etmemiş. Boşanmışlar. "Dodo bana yâren oldu" diyor. İyileri iyilere, kötüleri kötülere sevk eden gökyüzünde sayısız melek olduğu tasavvufî bir bilgidir, inanırız. Çoğu zaman hayattaki tüm karşılaşmalarımızı hem anne babamızdan görüp öğrendiklerimiz hem de fıtrat denen, kendi içimizde büyüyüp serpilmiş tabiatımız belirliyor. Mesela evlilikler, her iki tarafın kendi evinden getirdiği iki farklı bavulun ortaya serilmesinden ibaret. Bu bavulları karşılaştırmak ne kadar yanlışsa, eksiği ve fazlayı irdelemek de o kadar hatalı. Ancak bu gerçekle yüzleşmek için insanın sağlıklı iletişim becerileri kazanması ve bunları muhakkak kullanması gerekiyor.

Tuba Karacan, “Neden hep anne?” sorusuyla, bilhassa psikoloji kitaplarında merkezi bir konumda bulunan annenin yanında neden babanın olmadığını sorguluyor. Bu sorgulama, hayati bir öneme sahip. Kendi ülkemiz için düşünürsek; bu kadar baba eksikliği yaşanması neden? Bu kadar çok baba olması neden? İnsanlara verdiğimiz sıfatlar bizdeki babanın kayıp bir baba olduğunu aşikâr ediyor: Müslüm Baba, Orhan Baba, Ferdi Baba, İmparator Fatih Terim, İmparator İbrahim Tatlıses ve elbette diziler: Çukur evimiz, İdris babamız. Spordan siyasete her alanda bir baba çıkıyor karşımıza, onu biz çıkarıyoruz. İnsan kendi hayatında bulamadığını başka bir yere muhakkak koymaya çalışıyor zira. Bu aslında, “bastırılmış olan geri döner” görüşünün bir örneği. Babalık dönüştü ama babalar bundan pek de haberdar değil. Anneyi kum torbası, babayı banka atm'si, kardeşi ağlama duvarı, eşi-dostu-sevgiliyi süper kahraman zanneden bir kuşak türedi ve bu kuşak için bakıp örnek alacağı şahsiyetlerin hiçbiri evde değil, evin dışında. Karacan’ın şu ifadeleri çok önemli: “Bugün pek çok çocuk ve genç, bilgeliği kendi babalarından ziyade bilgi vadeden uzmanlardan öğrenmeyi umuyor. Bir babanın gölgesinde büyüyüp olgunlaşacakken, kolayca elde edilip tüketilen bilgilerin, popüler rol modellerin etkisinde kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Şüphesiz bu sadece onların tecrübesizliğinden değil, var olan babaların görünmezliğinden de kaynaklanıyor.

Anne ve çocuk arasında kurulan ve daha sonra her ikisinin yaşamında kendini belirgin biçimde gösteren bir kavram var: bağlanma. Yakınlık ihtiyacımızın temelinin atıldığı bağlanma evresi kimilerinde sağlıklı kimilerinde sağlıksız gelişiyor. Güvenli, kaygılı ve kaçıngan bağlanmak mümkün. Ötekiyle ancak bağlanma biçimimize göre eşleşiyoruz. Karacan, sağlıksız bağlanma biçimlerini onarabilmek için insanlarla ilişki kurarken donanımızın ne kadar yeterli olup olmadığına bakmamız gerektiğini söylüyor. Mutlaka kendimize bir şeyler kattık, mutlaka başkalarının takdir ettiğini yönlerimiz var ve mutlaka sevdik, sevildik. Bir kaosa kapılmadan hâlimize daha objektif bakarsak, “mağdur psikolojisinin ruhumuzu çürüten konforu”ndan da korunmuş oluruz. Ne kadar yorulursak yorulalım eğer eve dönmeyi istiyorsak affetmeyi de istememiz gerekiyor. “Hayat, bağ kurmak olduğu kadar kopup ayrılmak demek de olmuştur daima. İnsan başına gelenlerin hikâyesini anlatmanın bir yolunu bulamadığında susar, o noktadan sonra konuşan hikâyesidir. Tam da bu yüzden eve dönmek, hikâyenin yeni baştan yazılacağı yere dönmektir” diyor Tuba Karacan. Çocukluk travmalarıyla yüzleşmek, suçluluk duygusuyla baş edebilmek, geçmişin acı dolu deneyimlerini hatırlayıp onlarla karşı karşıya gelmek, incinmek ve incitmek elbette zorlu. Acıların insanları birbirine yakınlaştırdığı, samimi ve yakın ilişkilerin yaraları iyileştirdiği, kayıpların yasını tutmanın kalbi kuvvetlendirdiği de bir gerçek. Bütün hayal kırıklıklarına rağmen Beckett’in ifadesiyle “daha iyi kaybetme”nin zenginliği bizi bekliyor. O zenginlikler içinde affetmek, bir mücevher gibi parlıyor. Tuba Karacan şöyle söylüyor: “Her eve dönüş aynı zamanda bir iyileşme çabasıdır. Geçmişin yüklerinden kurtulmak için bir fırsat, iyi bir başlangıçtır. Affetmek ise bu yolda, yaraların iyileşebilmesi için atılacak önemli adımlardan biridir. Çünkü affetmek özgürleştirir.

Herkes Evine Dönmek İster; okuyucunu nasihat yağmuruna tutmuyor. Freud’un “Nereye gittiysem oraya benden önce gitmiş bir şair buldum” sözünü hatırlatırcasına hem edebiyatın hem de sinemanın zenginliğinden yararlanarak içimizi açıyor. Karacan, “Ne olduğunu anlamaya çalışmak deneyimin hep bir adım gerisinde durur. Deneyim olmadan anlamlandırma ve çıkarım olmaz, bu nedenle edebiyat her dönemde psikolojiden büyüktür” diyerek kitabın fon müziğine Of Not Being A Jew’i yerleştirmeme imkân sağlıyor. Mırıldanarak evime çekiliyorum: “Yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için / bir sıvaydım kendime kendi ellerimde”…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder