SAYFALAR

27 Aralık 2021 Pazartesi

Aşkı bir ömür boyu gönülde taşımak

Eylül romanı Türk tarihine geçen, ilk psikolojik roman olmakla birlikte, eser 1900 yılında Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanmaya başlamış, 1901 yılında ise kitap hâlinde basılmıştır. Konusuna geçmeden önce kitabın ilk başlarında yer alan küçük bir söyleşiden bahsetmek isterim. Bu kısımda Mehmet Rauf, eseriyle ilgili birkaç soruyu cevaplamış ve Eylül romanını hangi fikirle yazdığını açıklayarak, şu sözlerle ifade etmiştir: “O esnada bir gün Halid Ziya’nın yanındaydım, biz konuşurken kendisini ziyarete bir genç geldi. Söz arasında bunun o hafta evleneceğini öğrendim. Düğüne, düğünden sonraki hayata ait tasarılarından bahsedilirken bu adam balayını Büyükada’da geçirmek istediğini, orada tuttuğu köşkü döşettiğini anlatıyordu. Ben Halid Ziya’nın gözlerinde acı bir hüzün bulutunun karardığını fark ettim. Ve bana öyle geldi ki ruhu artık böyle bir saadetin kendisi için imkansız olduğunu anlamaktan gelen bir acılıkla burkulmuştu. İşte Eylül’ün esasını oluşturan fikri yani gençliğin akan bir su, esen bir rüzgar gibi durdurulması ya da geciktirilmesi imkansız bir surette uçup gittiğini takdir etmek, eylülde baharın dönüşü nasıl mümkün değilse şimdi her şeyin faydasız olduğunu anlamak, ziyan olarak geçen güzel günlerin özlemiyle harap olmak fikrini burada kaptım. Bu fikir bana o kadar cazip, o kadar derin göründü ki günlerce meşgul olarak işledim, süsledim, renklendirdim. Romanın esasını hazırlayıp iki hafta sonra Eylül’ü yazmaya başladım.” Söyleşi böyle kelamlar ile devam ederken, bir iki sayfa sonra nihayete eriyor ve romana geçiş yapılıyor...

Aşk, bazen kavuşmak bazen ayrılıktır fakat en zoru imkansız olanıdır. O, zehirli bir sarmaşık gibi âşığın gönlünü saran, yaşarken de yavaş yavaş öldürendir. Bir tarafta kocası için tüm fedakarlığı gösteren bir kadın, diğer tarafta karsını çok seviyor gözükse bile aslında kendini, zevklerini düşünen bencil bir adam. Aralarında ise gölge gibi yaşayan Necip... Süreyya, eşini ne kadar önemsiyor gözükse de hep kendini düşünen bir adamdır. Hayatında eğlenceye, gezmeye çok kıymet verir. Aklında, ruhunda kötülük yoktur fakat kendi mutluluğu için başkalarını umursamaz hâli karakterinin en kötü tarafıdır.

Suat, içe dönük, duygularını en derinlerde yaşayan, suskun ve yaralı bir kadındır. Sırf eşini mutlu etmek için birçok fedakarlıklarda bulunur. Bunun içinde elinden geleni yapar. Fakat bir yandan da çevresindeki kadınlar gibi olmaktan endişe eder. Özellikle Hacer gibi olmaktan.

Necip ise herkes tarafından vurdumduymaz bir adam olarak gözükse de aslında öyle bir insan değildir. Evliliğe, kadınlara dair derin düşünceleri vardır. Sürekli iç çatışma yaşayarak kendini sorgular. Yalnız hayatında gıpta ile baktığı bir evlilik vardır. O da Süreyya ve Suat’ın evliliğidir. Eğer bir gün evlenecek olursam onların evliliği gibi bir evliliğim olsun fikrindedir. Nitekim bir zaman sonra Suat’ı melek gibi görmesi ve ona olan hayranlığının artması gönlünde kuvvetli fakat imkansız bir aşkın doğmasına sebebiyet verir. Kitabın üç ana karakteri böyle iken diğer kahramanlar Hacer, Fatin, Beyefendi, Hanımefendi olur. Bu karakterlere de romanın ara kısımlarında yer verilir.

Konusundan kısaca bahsedecek olursam: Süreyya’nın hayallerinde yaşadığı küçük bağdan kurtularak İstanbul’a gidip yaşamak vardır. Fakat maddi yetersizlik nedeniyle bir türlü adım atamaz. Bu durum ise Suat’ı çok üzer. Bir gün babasına mektup yazarak ondan yardım etmesini ister ve ellerine geçen parayla nihayet kurdukları hayallerine kavuşurlar.

İstanbul’a ayak basar basmaz da kendilerini büyülü bir atmosferin içinde bulup, sanki cennetteymiş gibi hissederler. Bazı zamanlar yalının balkonunda yıldızlı semayı izlerler bazı zamanlar deniz kıyısında, ağaçların altında bulunurlar. Günler böyle çocuksu, yaz neşesi ile geçerken Necip, Suat’a aşık olur. Başlarda bu durum karşılığı olmayan bir aşk gibi gözükse de sonraları her şey değişir. Öyle ki Suat, Necip’in kendisine olan aşkını bir eldiven aracılığı ile öğrenir. Eldiven ise bana çok farklı bir metafor geldi. Bunun nedeni ise okuduğum diğer romanlarda yazarların daha çok mektup ve benzeri şeyleri kullanmış olmalarıdır. Bu açıdan bakıldığı zaman Mehmet Rauf, dönemin diğer yazarlarından farklı bir bakış açısına sahip olmuş.

Kitabın bu kısımlarından sonra iki karakter kendi içlerinde mücadeleye girerler. Diyalogdan ziyade iç konuşmalarına şahit oluruz. Necip’in çaresizce çırpınışlarını, Suat’ın toplum baskısıyla aşkı ve korkusunun arasında gidip gelmelerini uzun uzun okuruz. Süreyya karakteri ise bu kısımlarında biraz gerilerde kalır.

En nihayetinde romanın sonlarına doğru Suat’ın ve Necip’in suskunluklarını bozarak duygularını haykırışları, imkansızda olsa yine bir arada olmak isteyişleri gözler önüne serilir. Ve bir yangın ile hakiki aşkın kime ait olduğu acıda olsa ortaya çıkar. Benim fikrimce kitap, sadece birbirini seven ve kavuşmak için çırpınan iki insanı anlatmıyor. Burada okuyucuya aslında verilmek istenen mesaj, kişinin karşılık beklemeden, sevdiğine kavuşamadan bir ömür boyu aşkını gönlünde taşıyabilmesidir. Yani bedenden ziyade ruhların birbirini sevmesi.

Hüzünlü ve bir o kadar film tadında bir eserdi. Okumanızı mutlaka tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Sende bir şey var, öyle bir şey ki hiçbirinde rast gelmiyorum. Öyle bir şey ki, işte bütün endişelerim senin yanında mahvoluyor. Ruhuma bir şifa, bir dinginlik geliyor."

"Ah insanlar, şu insan kalbi... Yüz bin anlamlı bir bilmece. İçinden çıkmak mümkün değil..."

"Kadere boyun eğmede bir zafer değilse bile bir güzellik, en çok da bir rahat bulunduğunu anlıyordu."

"Hayatta aşka üstün gelecek hiçbir şey bulmuyordu. İnsanlığın duygularının ve eğilimlerinin en yücesi, en seçkini oydu ve bütün öbürlerine onun karşısında sadece susmak ve aşağılanmak düşerdi, dünyada büyük, hükmedici, tabii ancak o vardı."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder