SAYFALAR

8 Kasım 2021 Pazartesi

Ubeydullah Ahrâr'ın irfan sohbetleri

Gerek İslam dininin yayılmasında gerekse toplumsal hayatın İslamî hassasiyetlere göre şekillenmesinde sohbetin önemli bir yeri vardır. Ömürlerini Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) sohbetleriyle bereketlendiren sahabîler ve özellikle “ashab-ı suffe” olarak tanınan şanslı grup, İslam’ın ilk dönemlerinde “cahiliye toplumu” olarak nitelenen bir toplumdan “asr-ı saadet” olarak nitelenecek bir toplum oluşturmayı büyük oranda sohbetin bereketiyle başarabilmiştir. Bu büyük değişim elbette Allah’ın takdiridir ve Allah, ol deyince oldurandır ama ilmini ve kudretini sebeplere gizlemiştir. Bu büyük değişimdeki “ol” emrinin ardına gizlendiği sebeplerin başında “sohbet” gelir.

Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuran iki cihan serverinin ahlâk anlayışını toplumsal hayatın temeli yapmayı amaçlayan tasavvuf, bir yandan da “Biz ona şah damarından daha yakınız.” buyuran Cenab-ı Hakk’ın varlığının sırlarını araştırmış ve insanda Hakk’ın varlığını keşfetmeye çalışmıştır. “Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun gönlüne sığdım.” mealindeki hadis-i kutsinin ışığında Hakk’ın tecelligâhı olarak gönlü esas almıştır. Bu sebeple sohbet halkaları ile insanın nefis terbiyesini tamamlayıp gönül gözünün açılması yoluyla da İlahî sırlara ulaşmasını beklemiştir. Bu, oldukça uzun ve meşakkatli bir süreç olduğu için mutlaka ehil bir rehber eşliğinde gerçekleştirilmelidir. Bu noktada dervişin kendi fıtratına uygun bir mürşide intisap etmesi gerekir. Bir kapıya kapılandıktan ve bir mürşide intisap ettikten sonra tereddüte düşmek, mürşidi eleştirmek, onda kusur görmek gibi haller dervişin yolculuğunu sekteye uğratır. Yolculuğun sekteye uğramaması için mürşidin sohbetlerini müridin ihtiyaç ve beklentilerine göre sürdürmesi önemlidir.

Tasavvuf, mürşid-mürid-sohbet-hizmet ilişkisi ekseninde ilerleyen bir süreçtir. Mürşid, sohbetlerle müridinin gönlünü cilalarken mürid de hizmetlerle nefis terbiyesini tamamlamaya gayret eder. Mürşid-i kâmil, sözler kendi ağzından çıksa da “Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” ayetinin sırrınca esas sohbet edenin Cenab-ı Hakk olduğunun bilincindedir. Bu nedenle mürşid-i kâmil metin oluşturmayı esas gaye edinmemiştir. Pek çok mürşidin sohbetleri müridleri tarafından tutulan notların bir araya getirilmesiyle kitaplaştırılmıştır. Melfûzât, Ubeydullah Ahrâr’ın sohbetlerinde dile getirdiği hususlara, çeşitli zamanlarda ve vesilelerle söylediği sözlere ve hallerine dair damadı ve halifesi Mîr Abdulevvel Nişâbûrî tarafından kaleme alınan bir eser. Ubeydullah Ahrâr; dervişlik nedir, tövbe etmek ne anlama gelir, acziyet ve kulluk ilişkisi nedir, riyâ ve ibadet nedir, kullukta samimiyet ne demektir gibi soruların cevaplarını ayet ve hadisleri referans göstererek veriyor.

Sohbetlerinde ayetlerin tefsirlerine ayrıca ehemmiyet veren Ubeydullah Ahrâr; “Hâlbuki sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir ve onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edici değildir.” mealindeki ayet hakkında şunları söylüyor: “O Hazret’in (sav) varlığı sebebiyle azap kaldırıldığı gibi şeriatın varlığıyla da azap kalkar. Ayrıca istiğfarın mevcudiyetiyle de azap inmez. İstiğfar, emre muhalefet ederek “Allah’ım mağfiret dilerim, Allah’ım mağfiret dilerim” demek değildir. İstiğfarın manası, emirlere uyup nehiylerden sakınmak, devamlı olarak rahmet ve mağfiret sebepleriyle meşgul olmak, zulüm ve günah işlemekten alıkoymaktır. İstiğfarın manası örtmektir. İstiğfar eden kimseler, insanların kendilerinin zulüm ve günah işleyeceğini düşünmeyeceği ve onların mübarek vücutları sebebiyle zulüm ve günahın setredildiği bir zümredir.” Bu ifadelerden anlaşıldığına göre dil ile istiğfar etmenin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Esas olan bu istiğfarın fiili olarak karşılık bulmasıdır. Müminin samimiyeti derecesinde istiğfarı fiillerine yansır. Müridin fiillerine yansıyan istiğfar ise onun güzel ahlâkla ahlaklanmasına yol açar ve nefis mertebelerindeki yükselme gerçekleşir.

Ubeydullah Ahrâr, hadis ve ayetleri referans göstermekle birlikte pek çok mutasavvıfın görüşünde de istifade etmiş sohbetlerinde. İbn-i Arabî’ye ait; “Kul, bazen safh (suç ve günahı bağışlama), af, günahtan geçmek, kerem ve Rubûbiyete layık her şeyle; bazen de züll, miskinlik, iftikâr, küçük düşme, boyun eğme ve ubudiyete layık olan her şey ile cemâli kazanır.” ifadeleri için şu eklemeyi yapıyor: “Kulun hakiki vasıfları zül ve iftikârdır, dolayısıyla kulun kendi aslı vasfıyla zahir olması, cemâlin dolup taşmasının sebebidir. Çünkü cemâl ve kemâl hakikat itibariyle Hak Teâlâ hazretlerine aittir. Her nerede bir eser veya bir koku zâhir olursa bunların ona (kişinin kendisine) ait olmadığını bilmelidir ki bunlarla kibir ve övünç sahibi olmasın. Çünkü bunlarla kibirlenmek, ödünç alınmış elbise ve zînetle kibirlenmek gibidir.” Bu ifadelerdeki inceliği yakalamak önemlidir. Mürid, ibadetlerinin güvenciyle kibre düşmemelidir zira Allah’ın rahmeti kulun ibadetlerinden bağımsızdır. Mürid, kendisine yakışanın tevazu olduğunu aklından çıkarmaz.

Dervişliğin ne olduğuna dair bir konuşmasında şunları söylüyor Ubeydullah Ahrâr: “Dervişlik halvette oturmak, gökyüzüne çıkmak, dağda mağarada bulunmak değildir. Dervişlik, gönlünü mâsivâdan uzaklaştırmaktır.”. “Şeyh uçmaz, mürid uçurur” sözü ile “Dede himmet, oğlum hizmet” düsturunu birlikte düşündüğümüzde tasavvuftaki esas kerametin istikamet üzere olmak olduğu anlaşılır. İslam’da ruhbanlık sınıfının olmaması ve İslamiyet’in esas itibariyle toplum dini olması tasavvuf anlayışında da kendini göstermiş ve sûfîler, “Halvet der encümen” prensibini benimsemişlerdir. Dervişlik dünyadan elini eteğini çekmek değil, gönülden dünya sevgisini çıkarmaktır. Dünya sevgisinden kurtulmuş bir gönlün tahtına gönüllerin padişahı kurulur ve bundan sonra o kalpte hüküm süren o padişahtır.

Bir başka sohbetlerinde şunları söylüyor: “Her kim kendi acz ve fakrini görürse ilâhî kudret ve rahmet ona yardım eder; her kim de kendi kuvvet ve kudretini görürse ilâhî gayret ve kahır onu çok çabuk mahv eder.” Bu söz, kulluğun esasının acziyet olduğunu vurgulaması itibariyle önemli. Mevlânâ hazretleri bir gün Konya sokaklarında dolaşırken yolu bir umumhaneye düşer. Koskoca Mevlânâ‘nın böyle bir yere geldiğini gören kadınlar utançlarından onun karşısında ezilirler. Genç bir kız, onun ayaklarına kapanarak böyle bir günah yuvasına girerek mübarek ayaklarını kirletmesine mani olmak ister. Mevlânâ, kızın omuzların tutarak; "Kalk ya Rabia!” der ve onu kaldırmak ister. Bu sırada yanında bulunanlardan birisi Mevlânâ’yı eleştirerek; “Efendim, böyle düşkün bir kadın için o mübarek velinin adını kullanmanız yakışık alır mı!” diye söylenir. Mevlânâ, hiddetlenerek adama döner ve “Allah katında bu kız, senden daha değerlidir. O, günahlarının pişmanlığıyla iki büklümken sen, ibadetlerinin kibriyle İblis gibi dimdiksin!” diyerek kullukta esas olanın acziyet olduğunu vurgulamıştır. Cenab-ı Hakk’ın kulun ibadetlerine ihtiyacı olmadığı gibi kulun ibadetlerini Cenab-ı Hakk’a sevimli gösteren en önemli unsur kulun acziyetinin farkında olarak ibadet etmesidir. Ubeydullah Ahrâr bir başka sohbetlerinde de aynı fikri destekleyen şu ifadeleri kullanıyor: “İnsanın yaratılmasının gayesi kulluktur. Kulluğun maksat ve özü ise Hak Teâlâ hazretlerine bütün hallerde tevazu ve huşû sıfatıyla âgâhlıktır."

Peygamber Efendimiz (sav) “Kim arkadaşının ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.” buyuruyor. Sanırım günümüz Müslümanlarının en zor imtihanlarından biri de kusurları gizlemek. Televizyonlarda özel hayatın gizliliğine zerrece riayet edilmeden hazırlanan programlarda insanların bütün ayıpları milyonların gözleri önüne serilirken hem bu günahların normalleştirilme olasılığı hem de insanların birbirlerine olan güvenlerinin zedelenmesi söz konusu oluyor. Kişinin kendi günahını dahi gizlemesi ve günahına şahit tutmaması önemlidir. Nitekim günahkâr olduğunu düşündüğümüz kişiler için; “Günahını bilirsin ama tövbesini bilemezsin!” düsturunu aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Ubeydullah Ahrâr da “Mübtedîlerin ayıplarını, gevşekliğe sebep olmasın diye yüzlerine söylememek gerekir. Safânın mevcûdiyetiyle beraber diğer ayıplar yok edilir.” diyerek aynı hassasiyete işaret ediyor.

Yunus Emre der hoca / gerekse var bin hacca / hepisinden iyice / bir gönüle girmektir.” diyen koca Yunus, Hakk’ın evinin gönül olduğunu ve gönül yıkmanın Kâbe’yi yıkmakla eş olduğunu vurgular. Ubeydullah Ahrâr da: “Bir kimsenin gökyüzünden düşmesi bir gönülden düşmesi kadar zararlı değildir.” diyerek aynı hassasiyeti vurguluyor.

Hâce Abdullah Ensârî hazretlerinin kitapta yer alan şu sözleri de tasavvufun toplumsal ilişkileri nasıl şekillendirdiğini göstermesi bakımından önemli: “İyiliğin karşılığında iyilik yapmak eşeğin sıfatıdır. Kötülüğe karşı kötülük yapmaksa köpekliktir. Bir kötülüğe karşı iyilik yapmaksa kötülüğün üzerini örtmektir. Dervişlik, üzerine su dökülüp temizlenmiş pişmiş toprak gibidir. Bir kimse onun üzerinde yürüdüğü zaman ne ayağı acır ve ne de ayağı toza bulanır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder