SAYFALAR

19 Kasım 2021 Cuma

Hayatı tasavvufî hassasiyetlerle yaşamak

"Geç geçenden ibn-i vakt ol gözle hâl
Anma ferdâ gussasın ferdâya sal."
- Niyâzî-i Mısrî

İnsanın kadim meselelerinden biri de hayatı anlamlandırmaktır. Hayatı anlamlandırmak, varlığı anlamlandırmak demektir. Bu sayede kendi varlığına anlam bulmayı hedefleyen insan, bu anlam çerçevesinde kendi varlık gerçeğini bulacak ve kendini gerçekleştirecektir. Din, felsefe ve fikir akımları yoluyla esas amaçlanan budur. Bu arayış sürecinde insanın kendinden yola çıkması bir zaruret olmakla birlikte kendini esas kabul etmesi insanı bir çıkmazın içine sürükler. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” hükmünce insanın varlığını bilmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya kendinden başlaması doğaldır. “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” diyen Şeyh Galip, insanın içinde âlemin bir numunesini taşıdığını ifade etmiştir. Bu noktada sorulması gereken bir soru daha çıkar karşımıza: İnsan kendini, kendi kendine bilebilir mi? Bilginin insan tarafından keşfedilen bir şey olduğunu kabul edersek varlığın sırlarının bilinmesi noktasında kendimizi insan aklıyla sınırlamış oluruz. Oysa esas bilginin ilham yoluyla insana bahşedildiğini kabul etmek varlığın bütün sırlarıyla bilinmesini mümkün kılar.

İslam dini, tek başına dünya ya da ahiret dini değildir. Dünya hayatını adalet ve merhamet duyguları ekseninde şekillendirirken ahiret yurdundaki ebedî saadete kavuşmak için uyulması gereken kuralları da ortaya koyar. Bu nedenle bir Müslüman hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyayı, her an ölecekmiş gibi öbür dünyayı düşünür. Toplumsal ilişkilerin belirlenmesinde, ibadetlere gösterilen hassasiyette, insan dışındaki canlılarla münasebette ve gündelik hayatın içinde Kur’an ve sünnete uygun bir tavır geliştirebilmek bir Müslüman’ın hem dünya hem ahiret saadeti için titizlikle uyduğu bir hassasiyettir. Özellikle tasavvuf geleneği içinde bu hassasiyet kendine çok daha geniş bir yer bulmuştur. Hz. Ebu Bekir’in: “Ya Rab! Benim vücudumu öyle büyüt ki cehennemi doldursun da başkasına yer kalmasın.” sözünde zirve noktasına erişen özgecilik anlayışı, sûfîlerin hayata bakış açılarını da şekillendirmiştir. Yunus Emre’nin: “Yaratılanı hoş gördük Yaratandan ötürü” dizelerinde ifadesini bulduğu gibi bütün yaratılmışlara engin bir hoşgörüyle bakmışlardır. Her vaktin bir hükmü olduğuna ve insanın vaktin hükmüne göre hareket etmesi gerektiğine inanmışlar ve “ibn-i vakt olmak” düsturunu benimsemişlerdir. Böylece Hakk’ın hükmüne boyun eğmişler ve zamanın hükmünden kurtulmuşlardır.

Süleyman Uludağ, Hayata Sûfî Gözüyle Bakmak adlı kitabında tasavvufun hayatı hangi hassasiyetlerle okuduğunu irdeliyor. Hayatın her alanında olduğu gibi tasavvufta da sahtekârlar kendi çıkarları için halkın maneviyatını kötüye kullanmışlar. Süleyman Uludağ, hayata tasavvufî bir gözle bakarken samimi sûfîlerin tavırlarını esas alıyor: “Sûfîler halkın ruhsatlara ve cevaz hâline göre hareketlerini hoş görür ama bir sûfînin azimet yolunu bırakıp ruhsat yolunu tutmasını hiç hoş görmez, hatta bunu onun talihsizliğine bağlar, yoldan çıkmanın bir işareti sayarlar.” Süleyman Uludağ, halkın fetva ehli; sûfîlerin ise takva ehli olduğunu vurguluyor. İbadetlerin kabul edilmesi için şer’i hükümlere göre şekil itibariyle belirli şartları taşıması yeterli iken sûfîler ibadetlerin manevi boyutunu da hesaba katarak namaz, oruç, zekât, hac ve diğer ibadetleri ayetler ve hadislerin ışığında ve samimiyet ekseninde değerlendirmişlerdir. Bütün bu değerlendirmelerin esasında “kendine varlık payesi vermemek ve dünyadan geçmek” ilkesi yatar.

Namazla ilgili bölümde şu örnekleri veriyor Uludağ: “Zeynelabidin namaz kılacağı zaman rengi değişir, kızarır, bozarırmış. Bunun sebebi sorulunca, ‘Kimin huzuruna çıktığımı biliyor musunuz?’ dermiş.Cüneyd Bağdadî demiştir ki: “Namaz dünya ile ilgili bağlarını koparmak, dikkati bir noktada yoğunlaştırmak ve Allah’ın huzurunda bulunmaktır.İbn Sâlim şöyle demiştir: “Niyet Allah ile Allah için ve Allah’tandır. Namazdaki kusurlar ise düşman olan şeytandandır. Bu tür noksanlıklar çok bile olsa Allah ile Allah için ve Allah’tan olan niyetin yanında hafif kalır.” Sûfîler, “Namaz, dinin direğidir.” düsturunca bir ömür kendilerini namazda kabul ederek yaşamışlardır zira insanın Allah’ın huzurunda bulunmadığı bir an yoktur. Bu durumu beyan edercesine Süleyman Uludağ, “Elif kıyamdır, dâl rükûdur, mim de secde. Üç harf bir araya geldi mi ADM آدمolur. Elif gençlik, dâl ihtiyarlık, mim ise fenadır, fani olmaktır.” diyor. Bu ifadelerden de namazı teslim olmuş bir hayat sürmek olarak anlamak gerekir. Mülk suresinde, “Sizin için O, arzı zelil (ayak basılan ve çiğnenen bir mekân) kılmıştır.” buyruluyor. Süleyman Uludağ bu ayete dair şunları söylüyor: “Yani zelil insanın yeryüzüne basmasıyla arz zelil olmuştur. İşte bundan dolayı bu durumu tamir etmek için en şerefli organ olan yüzü yere koyup secde etmekle emrolunmuştur insan. Ve yine bundan dolayı, insan secde halinde iken Allah’a en yakın bir vaziyette bulunur. Çünkü o, bu halde aynı zamanda üzerine bastığı yeryüzünün de gönlünü almaya çalışmaktadır. Namaz, cemi-i ibadettir, yani bütün ibâdetleri kapsar. Namazda yeme içme olmadığı için oruca benzer, duayı ve zikri de içerir.

Zekât, toplumsal dayanışmanın sağlanması için oldukça mühim bir ibadettir. Her ne kadar kırkta bir olarak belirlenmiş ise de sûfîler bilir ki bu ölçü avam için geçerlidir. Onlar, dünyalık varlıklarını ahirette çok kârlı bir alışveriş için satmayı tercih etmişlerdir. Allah’ın verdiğini diğer insanlarla paylaşıp vermediğinde şükretmeyi şiar edinmişler, zekâtı, toprağın altına gömülen bir tohum gibi görmüşlerdir. Süleyman Uludağ bu konuda Mevlana’dan referansla şunları söylüyor: “Mevlana’nın dediği gibi eğer iyiyi verirsen iyiyi, altın verirsen mücevheratı alırsın. İyi ürün almak istiyorsan iyi tohum ek, kaliteli fidan dik. Ey kardeş! Cömertliğin en mükemmel mertebesi nefsin karanlıklarından kurtulmaktır, bedensel hazları ve zevkleri terk etmektir. Hz. Mevlana, imsak (eli sıkı olmak) küfr-i tarikattır, demektedir. Eğer bu yolda ekmeği, ilmi, irfanı, bedeni, canı cömertçe harcayamaz ve cimrilik yaparsan bunları elde tutar, kimseye bir şey vermezsen küfr-i tarikat, bud-i hakikat olur.” İnsanın bütün varlığı, Hakk'ın emanetidir. İnsan verirse kendinden vermez ancak kendine emanet edilen Allah’ın malından verir. Sûfîler bu düşünceyle ellerinde bir şey bulundurmayı tercih etmemişlerdir.

Oruç; belirlenmiş vakitlerde yeme, içme ve cinsi münasebette bulunmamaktır. Cenab-ı Hakk orucun, önceki ümmetlere de farz olduğu gibi bizlere de farz olduğunu belirtmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) oruç ibadetine ehemmiyet verdiğini ve bir gün oruç tutup bir gün yemek yediğini biliyoruz. Elbette oruç tutmakta müminler için pek çok rahmetler var. Sûfîlerin pek çoğu midenin aç bırakılmasının hikmete ulaşmada önemli olduğunu belirtmişlerdir. Sehl bin Abdullah Tusterî’nin şu sözleri kendisinden sonraki sûfîlerce de benimsenmiştir: “Abdalı abdal mertebesine çıkaran kıllet-i taam (az yemek) , kıllet-i menam (az uyku), kıllet-i kelâm (az konuşma) ve inzivadır.” Bu ifadeden orucun sadece mideye ya da cinsel organlara değil, göze, kulağa, dile ve bütün bir bedene tutturulması gerektiğini anlıyoruz. İnsan, ruh ve bedenden müteşekkildir. Bedeni doyanın ruhu aç kalır ve insan bedenin arzularına mahkûm olur. Bedeni aç kalanın ise ruhu hikmet pınarlarıyla doyurulur. Ruhu doyanın bedene ihtiyacı kalmaz, artık bedene wyalnızca ruhun elbisesi olarak değer verir. Zünnûn-ı Mısrî, “Hikmet dolu midede bulunmaz.” diyerek aynı hakikâti işaret eder. Süleyman Uludağ, açlıkla ilgili de şunları söylüyor: “Açlık Hakk’ın yemeğidir. Aç olan kişi Allah’ın misafiridir; ona O yedirir, içirir. Manevi rızıktan bol bol ye. Ne kadar yersen ye temiz kalırsın, tüy gibi hafif olursun. Bu gıda ne yel yapar, ne mide ekşitir, ne de geğirtir. Maddi gıda öyle mi? Az yersen karga gibi aç kalırsın, çok yersen miden bozulur.

Maddi imkânı el veren her Müslüman’ın ömründe bir defa Hacca gitmesi farzdır ancak hacca gitmek gösterişten uzak ve Allah rızası için olmalıdır. Sezai Karakoç, kendisini hacca davet eden diyanet yetkilisine, “Bana hac henüz farz olmadı. Farz olduğu zaman giderim inşallah.” cevabını vermiş; “Efendim, Diyanet olarak sizi biz hacca götürmek istiyoruz” deyince, “Ben milletin parasıyla hacca gitmem” yanıtını vermiş. “Üstadım! Bu ümmeti bir Arafat manifestosundan niçin mahrum ediyorsunuz?” çıkışıma karşılık sûfîyane bir tavırla şu cevabı vermiş: “Hoca! Arafat’a manifesto yazmaya gidilmez, Vakfe’ye durmaya gidilir.” Sufiler hac ibadetini oldukça önemsemiş, yürüyerek dahi olsa hacca gitmişlerdir. Bununla beraber esas beytullah’ın mü’minin gönlü olduğunu savunmuşlar ve gönül yıkmayı Kâbe’yi yıkmak gibi görmüşlerdir. Şeyh Sa’di: “Arkadaş! Bu yolla Kâbe’ye varamazsın. Zira bu yol Çin’e gider.” Süleyman Uludağ, “Demek ki Kâbe’yi ziyaret etmekten maksat; ahlâkı düzeltmek, nefsi terbiye etmek, ruhu kötü duygulardan arındırmak, iyi ve erdemli bir insan olmak ve böylece Allah’ın yakınlığını kazanmaktır.” diyerek hac ibadetinin özünü ifade ediyor.

Sûfîlerin ibadetlere dair titizliklerinin yanı sıra bütün davranışlarında samimiyet ve Allah rızası hâkimdir. Bayezid Bistamî: “Bir kimse su üstünde yürüse veya havada uçsa onun bu durumuna bakıp aldanmayınız, bundan önce onun dinî emirler ve yasaklar karşısındaki durumuna bakınız.” derken tasavvufta esas olanın keramet göstermek değil istikamet üzere olmak olduğunu işaret eder. Sûfîler, rızkın Allah’tan olduğunu bilir ve kahrın da lütfun da O’ndan gelen nimetler olduğunu kabul eder. “Dede himmet, oğlum hizmet” prensibi, kişiye çalıştığının dışında bir şey olmadığını beyan eder. Bütün bunlarla beraber sûfiler kendilerini kurtulmuş olarak görmez, daima havf ve reca arasında bulunurlar.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder