SAYFALAR

5 Haziran 2021 Cumartesi

Mağripte bir Medine: Fes

Fıkıh, Hikmet ve İrfan’ın mücessem halleridir içinde yaşadığımız şehirler. İslam’ın nazarî bağlamının amelî bağlamda ete kemiğe bürünmesidir. Başka deyişle sâlih amellerimizin en müşahhas göstergeleridir şehirlerimiz. Turgut Cansever’in deyişiyle İslam cennetleri… Cennetten geldiği ve yine oraya gideceği bilincini hiç yitirmeyen insanın, dünyayı imar ederken ve şehirlerini kurarken fıtrî olarak bellediği ve cenneti unutmamak için onu hatırlama ameliyesi olarak kurduğu yapılar bir başka bakış açısıyla… İnsanın mekân tuttuğu, dinin mekân bulduğu yerler…

Modern şehir telakkisinin dışına çıkamayan ve şehri batılı anlamda bir “uygarlaşma, modernleşme, ilerleme” göstergesi olarak niteleyen tasavvurun dışına çıkmadan bizim şehrimizi anlamak biraz zor. Bizim aksimize şehir üzerinden cenneti bu dünyada kurmaya çalışan ve bunu bütün insanlara dayatan Batı tecrübesi, şehirlerin de ötesinde “Tanrılığı” kendi uhdesine alarak tüm insanlığı cennetine sokmayı dayatır. Modernleşme dediğimiz biraz da budur. Sadece zihinsel olarak insanın değil, zamanın, mekânın, varlığın ve dünyanın de sekülerleşmesi…

Özellikle son iki yüz yıldır bu kırılmayı ve travmayı anlayabilmek, hissedebilmek ve görebilmek biraz zor. Bizim açımızdan yaşanan hafızasızlık ve dilsizlik, tarihi ortadan kaldırma ameliyesi olarak bizlere sadece tarih değil nostalji yapacağımız bir geçmiş bırakır. Ancak 200 yıllık bu modern görüntü ve perdeye rağmen, geleneğimizle ilgili birtakım izler ve göstergelerden yola çıkarak başka türlü inanmanın, bilmenin, bakmanın, görmenin ve yaşamanın mümkün olduğunu da hissediyor ve hatırlıyoruz.

Titus Burckhardt’ın Fes: İslam Şehri kitabı bu minvalde çok önemli. Bize sırf bir hatırlatmanın ve geçmişin ötesinde bir tarihimizin, geleneğimizin ve hafızamızın olduğu uyarısını yapıyor. Sadece bir şehrin tarihini değil aynı zamanda bir şehir üzerinden bir düşünce tarihini anlatıyor kitap. İbn Arabi’nin kitabıyla başlayan yolculuk bir bakıma bir kitabın nasıl şehre dönüştüğünü, İslam’ın bir dünya görüşü olarak Fes üzerinden nasıl şehirleştiğini, sanat, mimarî, fıkıh, hikmet ve irfan ekseninde nasıl bir hayat nizamı ve dünya tasavvuruna dönüştüğünü anlatıyor.

Kitap Turan Koç’un harika giriş yazısı ile bir anlamda geleneğin, fıkıh, hikmet ve irfan üzerinden modern zamanlara bir cevap verme imkanını da tartışır. Bu anlamda sadece geleneği anlamak bile pek çok şeyi değiştirir. Evrimci tarih anlayışı ve modern psikanaliz üzerine kurulu zaman ve mekân anlayışının yol açtığı modern Batı telakkisi ve bilhassa modern sanatın insanı bertaraf eden tutumlarının aksine özü güzellik olan kutsal sanat hem derûni hem de zâhirî bir gerçekliğe sahiptir. Çünkü sanat geleneğin, mananın ifadesidir. Bu da ancak hikmet ve irfanla anlaşılabilir.

Bu anlamda Fes şehri bir mekân olarak İslam’ın gelenek ekseninde İslam inancının ve bunun tabii sonucu olarak da İslam sanatının tecessüm ettiği şehirdir. Fes sadece İslâmî şehircilik anlayışının değil insânî şehircilik anlayışının da bir prototipidir. Şehri kuru bir mekân olmaktan çıkaran elbette ki insandır. Bu anlamda Burckhardt Fes üzerinden şehri yaşanılır kılan fıkıh, hikmet ve irfan bağlamını bilhassa Miras Bilgi ve Altın Zincir bölümlerinde öylesine güzel işler ki tıpkı vahyin Yesrib’i Medine yapmasından mülhem ilmin ve âlimin bir mekânı nasıl Fes haline getirdiğini anlatır.

Titus Burcthardt (İbrahim İzzeddin- 1908-1984), 1930’larda şahit olduğu ve yaşadığı Fes’ten adım adım geçmişe gider ve yeniden bugüne gelir. Dolayısıyla yaptığı bugünü geçmişe taşımak olmadığı gibi geçmişi de bugüne taşımak değildir. O geçmişi tarih/hafıza/zemin yaparak bir tarihsel tecrübenin, bir inanma biçiminin zamanda ve mekânda nasıl mücessem hale geldiğinden yola çıkarak bugün hem bize dayatılan modern şehir telakkisine nasıl dahil olmayacağımızı hem de kendi şehirlerimizi yeniden nasıl kurabileceğimizin imkanlarını tartışır. Yine Turan Koç’un giriş yazısında belirttiği gibi o geleneksel sanat formlarının fizik ötesine ilişkin îmâ ve işaretlerini anlamanın, insanı ve hayatı anlamanın çok önemli bir yolu olduğuna inanıyor ve böyle bir işin, en iyi bir şekilde geleneksel inanç ve davranışların hala geçerli olduğu bir ortamda yaşayan insanlarla temas kurmakla başarılabileceği kanaatini taşıyordu.

Fes kitabı İslam’ın özel olarak Fes’te genel olarak Endülüs’te nasıl tatmin edici ve tutarlı bir hayat nizamı ve dünya tasavvuru ortaya koyduğunu anlatırken; Şeriat (Fıkıh), Hikmet (Kelam) ve İrfan (Tasavvuf)’ın insan ve toplum hayatında hakkıyla uygulandığında bir yaşama biçimine yol açacağını ve bunun şehir olarak tezahürünü de zorunlu bir sonuç olarak görür. Bu anlamda zaman zamandır, mekân mekandır. İnsan hafızası olan bir varlık olarak dili ile bugüne aklı ile yarına konuşur. Bu durum insanın tevhid ilkesi çerçevesinde dünü, bugünü ve yarını yekpareleştirdiği gibi dünyayı bir mekân kılma olarak sâlih amelin merkezi kılar. Bu durumda zaman da mutlaklaştırılamaz. İnsan bir yer sahibi olarak varlığının bilincindedir.

Oysa Batılı anlamda civitas; bir insanın kendisini evinde bile yabancı hissettiği, cennet vaadine rağmen sadece bir tüketim köleliği yaşadığı mekanlar. Hatta mekansızlık… Bu anlamda Batılı şehirler mekansızlığın, görünmezliğin göstergesi. İnsanın kendisini “evinde” hissetmesini sağlayan, yerleşik ve ölçülebilir bir kozmosun gerçekleştirildiği statik bir dünya görüşünün ifadesi olan mekânın maketleştiği, matematikleştiği ve otomatlaştığı görüntüler. İnsanı devre dışı bırakan makineler ve mekanikleşme ve makineleşen şehirler.

İslam şehirlerinde ölüm bile hayatın parçasıdır ve içindedir. Bu nedenle şehrin geçiciliği en üst sanat ifadesi bile olsa bir dem unutulmaz. Mezarlar bu anlamda cenneti hatırlatır biçimde şehrin en güzel en canlı yerindedir. Mezarlar nasıl insanın ölümlü olduğunu gösterirse, şehirde karşılaştığımız geçmişten kalan birtakım yapıların harabeleri de dünyanın, şehrin ve mekânın ölümlü olduğunun göstergesidir. İbrahim İzzeddin’in de hissettirdiği gibi hayat ve ölüm, din ve dünya, varlık ve yokluk ancak tevhid ilkesi ile anlaşılabilir. Tevhid ilkesi insanı her daim müteâl olanla hemhal olma bilinci ile diri tutar.

İbrahim İzzeddin’in belirttiği gibi hem İslam evi hem de İslam şehri aslında sadece kendi ile sınırlı bir dünya değil, aynı zamanda şark efsanelerinde sembolik olarak tasvir edildiği gibi dört yönü ile gökyüzünü kubbe edinmiş ve derininde de pınarın olduğu kristal haline gelmiş bir alemdir. Kendi içine dönük ve aynı zamanda en yüce olana açık bir ev ve şehir telakkisi… Sokaklardan değil bahçelerden soluk alan evler…

İslam şehrinin beslendiği müteâl bağlamın her an farkında olan Burckhardt şehrin, evin veya genel anlamda mimarinin en ince detayında bile bir anlamın nasıl tahakkuk ettiğini, bir inancın ve inanma biçiminin nasıl tezahür ettiğini eşsiz tasavvuru ile kemer üzerinden şöyle anlatır: “Sonsuz ve sıradan bir mekân sadece kemer ile bu güzelliğe ulaşabilir. At nalı şeklindeki kemer, mekânı merkez yapar; yukarıya doğru sivrilen üst kısmı tıpkı bir mum alevi gibi arzulanan yönü verir ve bazen kemeri kuşatan dörtgen kenar ve genişleyen bölme ile binanın küpü arasındaki dengeyi oluşturur. Böylece bir eser tüm insani niteliklerden arındırılmıştır ve bu nedenle de huzur ve sükûnet halinde olan bir ruhu tatmin eder; içeriği hiçbir şekilde tüketilemeyen kutsal bir formül ya da avlunun havuzundan yükselen su fıskiyesine yansıyan, insana canlılık veren manzara gibidir. Çünkü böyle katı bir mimari de su olukları ve avlunun bir bölümünde ağaçların, çiçekli bitkilerin serbestçe büyüyebilmeleri asıldır, böylece avlu serin bir vaha haline gelir.

Şehri ruhuyla anlatmak kolay değil gerçekten. Çünkü bunun için şehri ruhuyla görmek gerekir. Bu anlamda Burckhardt bir ruh/gönül yolculuğu, hafıza yolculuğu yaptığı için görür. Tasvirlerinin çok iyi olması küllî bir tasavvura sahip olduğu içindir. Resim yapar, fotoğraf çeker gibi içinde yaşadığı bugünkü Fes’ten geçmişe doğru tasvirler yapar. Ancak bunu yaparken de temsili mutlaklaştırmaz. Çünkü sanatta gerçek suretler olmaz. Dolayısıyla her şey bir tecelli ve tezahürdür. Onun derdi güzelliğin insan hayatındaki tezahürleridir.

İbn Haldun üzerinden bir bedâvetin/ümmiliğin hadarat olduğunun hikayesidir anlatılan bir başka açıdan. Umran’ın hikayesi… Bir bakıma modern zorunluluğa karşı bir bedevilik/ümmilik teklifi… Çünkü modern tasavvura karşı ümmî olunmadan yeni bir bakma, görme, inanma ve yaşama biçiminin olması neredeyse imkânsız…

Turan Koç’un sunuş yazısı, Ömer Faruk Altıntaş’ın telif gibi diyebileceğim çevirisi ve AlBaraka Yayınları’nın “kitap böyle basılır” denilebilecek baskısı ile gerçekten anlamın tahakkuk ettiği bir kitap olmuş Fes İslam Şehri…

Dursun Çiçek
twitter.com/dursun_cicek_dc
* Bu yazı daha evvel Cins dergisinin 68. sayısında neşredilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder