SAYFALAR

4 Nisan 2021 Pazar

Adının ve sırrının peşine düşen insanın avazı

"Geçmişi gölgeye teslim ettim
Ve şimdi gölgeler takibimde
Ardımda bir yığın manzara
Sorgusu başladı yarının
Ufukta gün batmakta."
- Sagopa Kajmer (BPG, 2003)

Jung'un gölge motifine göre yeryüzüne gelmiş tüm insanların içinde, anlaşılması ve çözülmesi hiç de kolay olmayan ama çoğu zaman insana yön veren bir karanlık taraf var, kötü taraf. Karanlık ve kötü olan şeytan da gölge tipinin değişik bir biçimidir. İnsan için kolay kabul edilmeyen, onun gölgede kalan yanı, tehlikeli cephesidir gölge. Jung'a göre ne zaman ki insan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse, sadece kendisi için değil dünya için de gerçek bir şey yapmış olur. Bu hesaplaşmadan sonra gölgenin çekip gideceğini düşünmek de bir yanılgıdır. "Duygularımın sonucuydum; içimdeki 'öteki' de zamanla kısıtlı olmadığı için yok olmayan taştı." der anılarında Jung. Gölge, taşlaşmış bir biçimde durur içimizde. Bize aittir, bizdendir. Tıpkı geçmişimiz gibi. O hâlde geçmişimiz, insanlığın ortak geçmişi, hatta hafıza, gölge midir?

Tarih boyunca sufiler, insanın terbiye edilebilen bir varlık olduğuna inançla yaşamışlar. Bu inançlarını ikrar etmek için bir rehbere biat vermişler. İçlerindeki karanlık ve kötü tarafla kendilerinin baş edemeyeceğini bildikleri için nasıl, neden, niçin gibi sorularla uğraşmak yerine, verilen her görevi yerine getirerek davranışlarının değişeceğini deneyimlemişler. Kimdir rehber? Allah'ın isimlerinden biri olan Rab'bin (terbiye edici) bir gölgesi olarak yetişmiş şeyhler, irşad edenler, doğru yolu gösterenler, yalnız bırakmayanlar, temizlemek için bekleyenler ve bir şey istememeyi isteyenler. Gerçek bir rehber, her talebesine farklı davranır çünkü ruhlar, nefsler ve elbette gölgeler farklıdır. Tek bir şey vardır ki bütün ruhları eritir, nefsleri tezkiye eder, gölgeleri aydınlatır: teslimiyet. Modern psikolojinin 'farkındalık' ya da 'kabullenme', erenlerin 'eyvallah' diyerek anlatmaya çalıştığı teslimiyet.

Burhan Sönmez'in Şubat 2021'de İletişim Yayınları tarafından neşredilen romanı Taş ve Gölge'de Avdo'nun hikâyesi Mardin'de başlar. Josef, gelecekte onun çok iyi bir mezartaşı ustası olacağını sezerek yanına alır. Josef Usta sadece taşlara biçim vermeyi değil, hayatına biçim vermeyi öğretir Avdo'ya. Bir mezartaşı ustasının kendi dışında kimseye ev yapmayacağını, kim olursa olsun ölülere sahip çıkacağını, gökyüzünden ve yeryüzünden her an bir işaret gelebileceği, sezgilerin insan hayatındaki yeri gibi konularda Avdo'nun zihnini karıştırmadan gönlüne fısıldar. Bir tohum eker aslında Avdo'nun yüreğine. Emindir ki Avdo usta olduğu zaman, tüm bu tohumlar meyve verecektir. Mardin'den Haymana Ovası’na, Konak Görmez Köyü'ne geçer Avdo. Mesleği dışında bütünüyle bir öteki olarak görülür. Çünkü ne oldu belli değildir köylülere göre. Bazen 'tuhaf'tır, bazen 'kitapsız', bazen de 'uğursuz'. Hayatının şekilleneceği yer bu köydür aslında. Esas yoluna buradan çıkar çünkü yeryüzüne bağdaş kurmuş lanetle, merhametsizlikle, taşlaşmış kalplerle, gölgeye dönmüş yüzlerle, zulümle, kısacası kötülüğün kendisiyle burada tanışır. Avdo, bazen biçim verdiği taşlarla bazen de görgüsüyle bir şeyler anlatır. "Konak Görmez diye köy adı mı olurmuş? Aslen Bizanslıların dilinde Konakormas olan bir kelimeydi bu, zamanla değişmişti." demesi elbette köylüler için 'sıkıntılı' ifadelerdir. Israrla devam eder, "yaşadıkları ovanın Haymana olan adının da Hırıstiyan Ermenilerden geldiğini, Ermenilerin kendilerine Hay dediğini" anlatır ve böylece sabırlar taşar. Kimdir bu Avdo? Nereden bilir bu kadar yabancı dili? Soruları cevapsız bırakmaz. "Yeri yurdu olmadığını, öksüz büyüdüğünü, küçüklüğünden beri gittiği her şehirde ayrı bir dile karıştığını, bu sayede Kürtçe, Türkçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, Rumca öğrendiğini" söyler. Köyün erkekleri için bilmiş, yani tehlikeli biridir o. Köyün kadınlarına göreyse büyücü ya da kahraman gibidir. Kiminin kısmetini açacak, kimini alıp götürecek olan odur.

Avdo, hapiste olan Mikail Ağa ile nişanlı Elif'e âşık olur. Başçobanın oğlu Baki ile ona mektuplar gönderir. Nihayet, köyden kaçacakları gece ağanın adamlarının yağdırdığı kurşunlara önce Baki hedef olur ve orada can verir. Avdo yaralı olarak yakalanır, ağanın adamlarından birini öldürdüğü için hapse atılması kolay olur. Elif de kaderine teslim olup ağayla evlenir. Kaderine teslim olmayan bir kişi vardır burada, Elif'in kardeşi İpek. O, ablasının evlendiği gece tuttuğu gelin evi nöbetinde, şehirden köye gelen bir yabancıyla beraber kaçar. Avdo dışında romanın ikinci önemli karakteri İpek'tir çünkü İstanbul'da kendi hayatı -ve dolayısıyla roman- için yeni bir sayfa açar. Bu sayfada adı Perihan Sultan'dır ve mekânı da İstanbul'un meşhur kabadayılarından Seyrani'nin dostu Kalender Bey'in işlettiği Paris Gazinosu'dur. İdamla yargılanan Avdo, Ankara'da yıllarca cezaevinde yatar. Önce idam cezası kaldırılır, ardından af çıkar. Özgürlüğüne kavuşmasına bir ay kala bir gazete haberine rastlar. Elif, kardeşi İpek'in yanına kaçmak için geldiği İstanbul Sirkeci'de, Mikail ağanın adamları tarafından öldürülür. Böylece senelerce hapiste umut olan Elif'in kaybı, Avdo'yu İstanbul'a sürükler. Yanında gölgesi olan çocukluğu ve sabrıyla beraber.

1965’te İstanbul’a gelir Avdo. Merkez Efendi Mezarlığı’nın yanında metrûk bir kulübe görür. Caminin imamından izin alır ve ustasının da öğüdüne kulak vererek sadece kendisine ev yapma hakkını kullanır. 1984 yılına Avdo'nun hayatında ateş, taş, ruhlar ve köpeği Toteve vardır: "Ben de bir gölgeymişim, bunu yaşım ilerledikten sonra anladım. Kalpten ibaret, acının ve özlemin girdabına kapılmış bir gölgeyim işte. Ayışığı şu anda önümdeki taşı aydınlatıyor. Benim gölgem taşın üstüne düşüyor. Bu bir rüya, taş yok, ben yokum, yalnızca gölge var. Elimde tokmağın gölgesini tutuyor, keskinin gölgesinin üstüne indiriyorum. Gölgeler karanlıkta içli içli çınlıyor."

Taş ve Gölge de aslında 1984 yılında açılır. O soğuk gecede İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Reyhan (Seyrani ile Perihan Sultan'ın kızı) Avdo'nun hayatına girer. En yakın arkadaşıyla birlikte pankart astıkları için suçlanır, karakolda günlerce şiddet görür ve Şef Kobra'nın cinsel istismarına maruz kaldıktan sonra Merkez Efendi Mezarlığı'nda Avdo'nun kulübesine sığınır. Onu arayan Şef Kobra, onu bulamayınca öfkesinden -gölgesinin hükmünden- önce Avdo'yu tokatlar sonra da onun köpeği Toteve'yi bir kurşunla öldürür. Şef Kobra öfkesi yatıştıktan ve ablasının mezarı başından ondan duyduğu öğütlerin de etkisiyle tekrar mezarlığa gider. Avdo'da özür dileyip onunla dostluk kurmaya çalışır. Reyhan'a ne kadar âşık olduğunun farkına varır. Aslında bir aşk değil, ele geçirme vardır çünkü gölgesi Şef Kobra'ya sahip olmuştur artık, bırakmaz. Şef Kobra, Reyhan'ı bir suçlu gibi ararken kendi suçlarını temizleyeceğini düşünür. Karakolda Reyhan'a defalarca buralardan gidelim, her şey hazır demiştir ve Reyhan çok zor olsa da ona inanmıştır. Bir gece, Şef Kobra'nın hazırladığı plan doğrultusunda Reyhan karakoldan kurtulur ama Şef Kobra'dan da kurtulmuş olur. Mezarlığa sığındığı gecenin sonrasında Avdo'nun cami imamına özel ricasıyla yıllar sonra açılan çilehanede saklanır. Bir derviş gibi, kırk gün sonra çıkar oradan. Artık Avdo'nun nüfusuna girmiştir, kızıdır: "Reyhan bir an onun gözlerinde kendisine benzeyen bir bakış yakaladı, sevgi denen cevherin insan bedeninde çoğalıp başka bedenlere aktarıldığına dair bir bakış."

Burhan Sönmez, kitabın sonuna doğru okuyucuyu insan-mekan-zaman arasında iyice derinleştiriyor ve 1938 ile 2002 yılları arasında gezdiriyor. Asteğmen Adem Giritli’nin anıları çıkıyor karşımıza. Romanın henüz başında Avdo'nun Mardin'de mezar taşı yaparken okura ekilen Yedi Adlı Adam tohumu, bu sayfalarda iyice renkleniyor. Çünkü Yedi Adlı Adam, Dersim Harekatı sırasında Fırat kıyısında yaralı bulunan, belleğini yitirmiş bir kimse. Adının Haydar olduğunu söyleyen de var, Ali olduğunu söyleyen de. İşte bu kimsenin bir toprağı yok, her yere yabancı ve çok dilli. Her gittiği yerde diline dil, dinine din ekliyor. Josef Usta onun 'gavsono' olduğunu anlatıyor Avdo'ya, "Kendi toprağından kopan, başka toprağa savrulan kişiye denir. Rüzgârın önündeki yaprak gibi. Toprağını yitirmek belleğini yitirmektir. İsa bunu tersinden yaşadı, önce belleğini sonra toprağını yitirdi, rüzgâra kapılmış, oradan oraya dolanıyor." der. Yedi Adlı Adam: Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Adem... Ve onun gezdiği topraklar: Kudüs, Kahire, Girit, Atina, Roma ve İstanbul... O öldüğünde Avdo'ya mektupları kalıyor ve mektupların peşine düşmek de Reyhan'ın oğlu Baki'nin işi oluyor. Elif ve Miskal de okurun yeni tanışacağı karakterler. Yedi Adlı Adam ile Asteğmen Adem Giritli’nin yolunun kesiştiği sayfalar, okur için unutulmaz bir edebi lezzet sunuyor. Bu esnada Türkiye'nin değişen yapısını da toplumsal ve siyasal gelişmeleri hatırlatarak yapıyor Burhan Sönmez.

Taş ve Gölge; âlemin sırrından ziyade kendi sırrının peşine düşen, adını arayan, taşlaşmamak için gölge olmayı tercih eden mezartaşı ustası Avdo'nun hikâyesi. Çok derin, çok sarsıcı... Avdo, ona söylenmesi için arar adını. Dolu dolu, sevgiyle adının söylenmesini ister. Bir insana adını tüm anlamlarıyla ve karşılıksız-koşulsuz sevgisiyle kim söyler?

Mezarlıkların hayatımızın tam ortasından görünmez yerlere çekilmesi, insanların geçmişlerinden korkmalarıyla ilgili olabilir mi? Bir mezarlığı ziyaret etmekle hafızamızı yoklamak arasında hiçbir fark yok. İnsan ömrü boyunca adının, geçmişinin ve varlığının anlamını arar. Burhan Sönmez'in son romanı Taş ve Gölge, avaz avaz bunu anlatıyor. Bir Anadolu masalını dillendirerek, bütün ruhları kuşatarak...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder