SAYFALAR

20 Aralık 2020 Pazar

Öğretmenimin söyledikleri

Deneme, tanımı itibariyle diğer yazın türlerinden daha rahat ve özgür bir şekilde kalem oynatabildiğimiz bir alandır. Yazar, herhangi bir konudaki fikirlerini kanıtlama zorunluluğu olmaksızın özgürce dile getirir. Elbette, deneme yazarının bu özgürlüğüyle beraber, alanında uzman bir kişi olması ve öne sürdüğü fikirlerini destekleyecek alıntı ve örnekler vermesi de beklenir. Kısaca, deneme yazarı kanıtlama zorunluluğu olmaksızın fikirlerini ileri sürerken öncelikle kendini ikna edecek destekleyici alıntıları ve örnekleri de sunmalıdır. İyi bir denemenin ilk şartı, üslup ve teknik özelliklerin öncesinde alanında uzman bir kişinin kaleminden çıkmış olmasıdır. 

Toplumumuzun en önemli sorunlarından biri, her alanda uzman olan kişilerdir. Özellikle gazete ve televizyonlarda ülke gündemi ne olursa olsun; sanattan siyasete, kültürden edebiyata, dinden tarihe kadar her tartışmada aynı simaların uzman olarak karşımıza dizilmesine alışık olduğumuz için gerçek anlamda “uzman”ın nasıl bir şey olduğunu doğrusu pek de bilmiyoruz. Hüseyin Akın, şair kimliğiyle tanıdığımız bir öğretmen. Kendisini “öğretmen şair” olarak tanımlamıyor. Şairliğini öğretmenliğinin gölgesine almayı reddediyor. O bir “şair öğretmen” Yani öğretmenliğini şairliğiyle destekleyen, şairliği esas kimliği kabul eden ve kimliğiyle öğretmenliğini bütünleyen bir sanatçı. Söz konusu eğitim ve eğitim meseleleri olduğunda söz hakkının verilmesi gereken ilk grup öğretmenlerdir ancak kamuoyunda gördüğümüz kadarıyla eğitimle ilgili fikri alınmayan ya da fikrine en az değer verilen grup yine öğretmenler.

Hüseyin Akın, bir imam-hatip mensubu. 12 Eylül ve 28 Şubat başta olmak üzere muhafazakâr camianın hedef alındığı girişimlerden ziyadesiyle etkilenmiş ancak bir eğitimci olarak bu süreçleri düşünsel bir kazanıma dönüştürebilmiş bir isim. Bana Öğretmenini Söyle, Hüseyin Akın’ın öğrenim hayatı, imam-hatip ve din eğitimi başta olmak üzere Türk eğitim sisteminin başlıca meselelerini ele aldığı deneme kitabı. Meseleler çok yeni değil belki ama bir eğitimcinin kaleminden çıkmış olması, dahası bu eğitimcinin meselenin bizzat içinden gelmiş olması yazıların ehemmiyetinin de artırıyor. Aynı zamanda şair olan Akın, denemelerinde şiirsel bir dil de kullanıyor, gereksiz teferruatlarla sözü yormak yerine meselenin özüyle okuyucuyu baş başa bırakıyor.

Çocuk eğitimi ve ebeveynlik üzerine şunları söylüyor Akın: “Hiçbir şeyi artık çocukların uzanamayacağı yerlerde saklama ihtiyacı hissetmiyoruz. Çünkü şimdinin çocukları her yere uzanabiliyor. Sadece zehirli ilaçlara değil, kuytu köşelere, izbe bilgilere, şiddet ve cinsellik içeren ses görüntü ve imajlara kolayca ulaşabiliyorlar.” Eğitimin esas gayesi çocuklarımızın ahlâkî değerleri kazanmaları olmalıdır. Ahlâkî değerlerden yoksun bir nesil zihinsel yönden ne kadar geliştirilirse geliştirilsin toplumu muasır medeniyetler seviyesine ulaştıramaz. Eğitim, evlerimizde ve anne baba kontrolünde başlar. Bir çocuğun altı yaşına kadar evde tecrübe ettikleri, eğitim hayatının geri kalanına yön verir. Her şeyden önce bütün anne babalarının çocuklarına doğru örnek teşkil etmeleri ve onlara doğru tecrübeler edinecekleri yaşam alanları sağlamaları gerekir.

Akın, din eğitiminin camiye indirgenmiş olmasına tepki gösterirken camilerdeki yaşantının da İslam dininin hassasiyetlerine uygun olarak düzenlenmediğini belirtiyor: “Demem o ki camiler de efradını cami, ağyarını mâni olmalı. Camilerin ağyarı omuzları birbirine değdiği hâlde kalpleri birbirine ulaşmayanlardır. Ehl-i din birbirini bilmemek insaf değil!” Çocukluğunun camilerini bu şekilde resmediyor Akın, günümüzde epey yol alınmış olmakla birlikte özlediğimiz cami ortamını maalesef bulabilmiş değiliz. Cami ve okul arasındaki gerginliği de şu sözlerle veriyor Akın: "Cami okula çok uzaktı, okul da camiye. Uzak dedimse öyle fiziki mesafe olarak falan değil tabii. Birinden diğerine geçerken nefesim daralır, kalbim sıkışırdı. Okul camiden kaçardı, cami okuldan.” Bu sözler, sadece iki mekânın değil, toplumun iki kesiminin de birbirine ne denli uzak olduğunun ifadesidir.

Akın’ın eleştirilerinden 12 Eylül darbesi de payını alıyor: “O kadar uzun bir sabahtı ki 12 Eylül sabahı, bütün vakitlerden zor kullanarak bir şeyler çalmış gibiydi. Bizi birbirimize düşürenler, kahraman edasıyla bu kanlı kavgayı sona erdiriyordu. Şimdi bütün memleket olay yeri inceleme alanıydı. Jandarmalar eşliğinde okul koridorlarında yürüdüğüm günleri hatırlıyorum.” Yazıların pek çoğunda 12 Eylül’ün mirası olan müfredat, zorunlu din dersi, milli güvenlik dersi ve okul uygulamalarını sert bir dille eleştiriyor Akın.

Çocukluğumuzun acıları arasında önemli bir yeri olan beslenme saatlerini de şairane bir üslupla ele alıyor Akın ve ironik bir biçimde yüzümüze vuruyor bu acıyı: “Beslenmek uzun vadeli bir şeydi, oysa benim acelem vardı. Çünkü çok zayıftım. Zeytin, peynir, reçel ve yumurta gibi temek müfredattan oluşuyordu bu beslenme saati. Pastırma, sucuk ve muz müfredat dışı beslenme unsurlarındandı. Hiç unutmuyorum, bir keresinde sınıfımızdan bir arkadaşın beslenme çantasında muz yakalanmıştı da öğretmen ne yapacağını şaşırmış ve o arkadaşın velisini çağırıp ikaz etmişti.

Kıyamet aşısı olan milletler er geç kendilerine gelirler.” diyor Akın. Türkiye’nin gittikçe dinden uzaklaştığı, seküler bir yapıya büründüğü yönündeki değerlendirmelere karşı 15 Temmuz direnişini örnek göstererek karşı çıkıyor. 15 Temmuz direnişi, Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunları bozarken Türk toplumunun değerleri itibariyle nereye doğru evrildiğini de göstermiştir.

Akın, eline çuvaldızı almadan önce iğneyi kendine batırmayı ihmal etmiyor. Tepkilerini bir çeşit refleks olarak değil, arka planı sağlam bir karşı çıkış olarak sunuyor. Din kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ismi ve Din kültürü öğretmenlerinin nitelikleri başta olmak üzere okullarımızdaki din öğretimine yönelik öğretmen, müfredat ve sistem eleştirileri yapıyor. Din Kültürü Öğretmeninin kriterlerini de kendince sıralıyor: “… coşkulu olmalı din öğretmeni, mizah kabiliyeti güçlü olmalı. Gerektiğinde dünyayı ve de dünya telaşını tiye almayı bilmeli. Dost olmalı öğrencileriyle… Kabına sığmamalı. Eğreti durmamalı. Kendini beğenmeli (kibirli demedim) ama kendini sevdirmek için uğraşmamalı. Çalıp söylerse iyi olur. Özellikle modern çalgılar. Resim ve karikatür yapanı makbuldür. Kitaba para vermeli. Tecrübesi arttıkça daha bir genç olmalı, genç düşünmeli, gençlerden yana olmalı. Her dilden selam verebilmeli. Her rengi sevmeli. Yeşile takılıp kalmamalı. Hiç konuşmadan anlatmalı bazı şeyleri öğrencilerine. Çok öğüt vermemeli, aklını öğrencileriyle paylaşmalı ve onlara danışmayı da ihmal etmemeli…

Seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in (sav) Hayatı derslerine yönelik talebin azalmasıyla ilgili de farklı bir yaklaşım getiriyor Akın. Esasen Müslüman bir ülkede bu derslerin okullarda verilmesinin, seçmeli ya da zorunlu olmasının tartışma konusu dahi olmaması gerekirken sanki ülke kalkınmasının önündeki en mühim meseleymiş gibi gündemde tutulması manidardır. Akın: “Kur’an’ın Müslüman evlerde okunma oranı ne kadar ki okullarda bunun daha fazlasını bekliyoruz? Hz. Peygamber’in hayatı evlerimizde gerçekten aile gündemini oluşturuyor mu, çok merak ediyorum?” derken toplumun bu konudaki duyarsızlığını eleştiriyor.

Bir imam-hatipli olarak imam-hatip kuşağının bu ülke için ne ifade ettiğini de ortaya koyuyor Akın: “İmam-Hatip kuşağı bu ülkenin mayasını, dokusunu ve kokusunu hatırlatmak gibi bir vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, okumuş insan profilinin kendi öz değerlerine yabancılaşmak gibi bir kadere boyun eğmesine karşı çıkmış ve bu makûs talihi yenmiştir.

Akın’ın eleştirilerinden bilim tapıcıları da nasibini alıyor. Bu bilim tapıcıları, her türlü buluşu, ilerlemeyi ve güzelliği Batı’dan beklemeyi kendilerine görev edinmiştir sanki.

Müslümanların bilimsel bir çalışma yapabileceklerine ihtimal dahi vermedikleri gibi İslam’ı da ilerlemenin önünde bir engel olarak görürler. Akın bu insanları şu şekilde tasvir ediyor: “Kendi insanının işe yaramazlığına kalpten inanıp diliyle bunu ikrar eden adamlar kutsal bir inek muamelesi yaptıkları bilime Müslüman ilim adamlarının da ulaştıklarını bir türlü kabul etmek istemezler. Hâlbuki bilim “el-ilim” kaynağından sadece bir katredir. Ucunda bulma hedefi ve aşkı yok ise bilmek insanın üzerinde yük olmaktan öteye gitmez.

Öğretmen tavrına ve öğrenci psikolojisine yönelik de bir değerlendirmesi var Akın’ın: “Lise ikinci sınıftaydım Arapça hocası bana var gücüyle Türkçe bir lisanla bağırmıştı: Çık dışarııı! Derste başka şeylerle ilgilendiğim için fena hâlde bozulmuştu. Başka şeyler dediği dışarıda başımı her sağa çevirişte pencereden gözüme ilişen mezar taşından başkası değildi: ‘Biz de yaşardık siz gibi/ Siz de geleceksiniz biz gibi’ tam tamına böyle yazıyordu kenarları çiçek işlemeli mezar taşında.” Bu sözler birkaç gün önce okuduğum bir başka yazarın sözlerini hatırlattı. Ali Ayçil şunları söylüyordu: “Öğretmen, pencereden bakarken gözüne göçmen kuşlar takılan bir öğrencinin hayretini dikkat dağınıklığı saydığı gün kaybetti.” İki yazar, iki ayrı deneme kitabı ama aynı hassasiyeti yakalayan iki anlatım. Denemede kanıtlama amacı güdülmez ama sözü yormadan, doğru yerden söyleyen yazar, okuyucuyu ikna edemese de derdini ayan eder. Yazarın da derdini ayan etmekten öte derdi yoktur zaten.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder