SAYFALAR

20 Kasım 2020 Cuma

Kendini bulma çağında kaybolan olmak

"Anlaşılmak mı istiyorsun? Bize de tek bu gerek zaten! Kendini anla, o zaman yeterince anlaşılmış olursun. O iş seni yeterince oyalar."
- Carl Gustav Jung, Kırmızı Kitap

"Kendini tanımak 'dıştan içe' sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir."
- Engin Geçtan, Zamane

Aile sorunlarını ele alan diziler bir döneme damgasını vurmuş, unutulmaz olmuştu. Sosyal medyada hâlâ bu dizilere atıf yapıldığı ve özleyenlerin hayli yoğun olduğu görülebiliyor. Son birkaç senedir meseleler iyice çetrefilleşti, kalabalığın için yalnız olduğu 'keşfedilen' insanın aynı zamanda kendini de tanımadığı, her geçen gün kendinden uzaklaştığı söylenir oldu. Bu dönemde kişisel gelişimden psikolojiye, felsefeden tarihe dek hep insan üzerine gidiliyor. İnsan kimdir? Onu anlamak mümkün müdür? O başkasını ne kadar anlıyor? Neden susuyoruz? Neden her şeyi içimize atıyoruz? Kendini anlamak, kendini bilmek, kendini tanımak... Bilhassa şu sıralar ekranlardan üzerimize adeta psikologlar fırlatılıyor. Birileri bizi terapiye zorluyor. Diğer yandan türlü cins yaşam koçu da atölyelere davet ediyor: önce nefes kontrolünü sağlayacaksın, sonra kendini yeniden keşfedeceksin. Tuhaf bir döngünün içindeyiz ve kabul edelim: kaybolduk.

Kaybolan, oldukça sarsıcı biçimde açılıyor. Mecidiyeköy'deki tipik plazalardan birinde olduğumuzu düşünelim. Doğum günümüz. Arkadaşlarımız pasta almış, türlü hazırlıklar yapmış. Pastanın önüne yaklaşıyoruz tebrikleri kabul ederek, belki bir de dileğimiz vardı stokta, tam üfleyeceğiz mumları ki hakikat bize doğum günü pastasının üzerindeki mumlarla selam çakıyor: adımız yanlış yazılmış, daha doğrusu yazdırılmış. Nasıl bir hayatı yaşıyoruz biz böyle? Bu adımızı bilmekten aciz insanlar mı bizim arkadaşımız? İlerlediğini sandığımız bu gemi, kocaman bir sahtelik bataklığının ortasına mı gömülü? Derken insan, yaşadığı hayatla olan uyumunu, daha doğrusu uyumsuzluğunu fark ediyor ve o korkunç soruyla baş başa kalıyor: meğer ben kendimi kaybetmişim, bunu nasıl fark etmemişim?

Meseleyi -daima ve illa- Jung'tan alacak olursam, insan soğan gibidir. Kabuklarını soya soya özüne ulaşmaya çalışır. Kendini gerçekleştiren insan denen kavram, özüne ulaşmış, yani kendini tanımış kimseler için söylenmiştir. Romanın 'kaybolan'ı Hakan elbette bir günde farkına varmıyor her şeyin. O da soğan kabuklarını soymuş zaman zaman. Sonra bıkmış ve bırakmış. Hâliyle sorunlarla çözümler arasındaki mesafe ürkütücü bir boyuta ulaşmış. Hakan hem kendi ilişkilerinde hem de çevresindeki insanların ilişkileri içinde çeşitli yüzleşmeler yaşayıp bazen farkında olarak, bazen de yorgun bir bilinçle açılıyor. Önce bedeni, sonra ruhu açılıyor. Doğrudan kişiler değil, ilişkiler onu çıkarıyor boşluktan. Çok büyük bir yıkımdan -gerçek manada- kuvvetlenerek sağ çıkmış Sonay, sorunları görme yetkinliğiyle çoğu zaman "Bir kere de sen adım at. Dokuz kere ben adım atayım tamam ama bir kere de sen at ki, onuncusu için ben de güç bulayım" demek zorunda kalan Yıldız ve hem her ikisiyle hem de ikisinin dışında akan hayatla yüzleşmek için daima ringde dövüşen, oysa mola isteyecek kadar bile gücü kalmayan Hakan: üçü de kaotik bir üçgeni çağrıştırıyor bize. Hepimizin yaşamında oluşabilecek bir üçgen bu. Kimileri için kaderin, kimileri için de aile içinde kuşaklar boyu birbirini takip eden travmaların bir oyunu. Ama işte benzer şeylerle karşılaşmak, yaşam coşkusu denen ve her an sönmeye hazır olan o ateşi yeniden harlayabilir: "Kaybolmuş bir insanın, kendisini ancak bir başkasında bulabileceğine bütün kalbimle inandım. Mühim olan o insanı bulabilmek. Aynı kederi paylaştığınız o ruhla karşılaştığınızda, tanıdık bir şeyleri görmek umudunuzu diriltir. Bir mucize kadar hayret verici bir karşılaşma; ortak kederli ruhların birbirini bulması..."

Romandaki karakterlerin yaşam hikayelerini takip ederken, bazen acıların ve sancıların kendi kendilerine yok olup gitme ihtimalleri nedir diye düşünebilir okur. Çünkü zincirleme travmalar ve birbirine benzeyen yıkımlar çoğu zaman insandaki bir şeyleri aşma, bir şeyleri çözme isteğini devre dışı bırakıyor. Motorun su kaynattığı, makinenin infilak ettiği, insanın kafasının attığı anlar vardır. Orada durmak ister insan. Acı gidene kadar da yürümemek ister. Nitekim: "Bazı acılar var ki onlardan kurtulabilmek için insanın çaba sarf etmesi yetmez; unutmaya çalışmak, zamana bırakmak yahut kabullenmek, yüzleşmek, üstüne gitmek beyhude, ne yapsan geçmez. Kurtulmanın tek yolu o acının seni terk etmesini beklemek; bazen insanlar kadar acılar da yorulur ve giderler."

Daha önce gezilmiş, görülmüş, topuklarla tozu alınmış olsa da yeni bir gözle -ruhla- bakıldığında iyi gelen mekânlar ve yollar, şehrin tükenmeye yüz tutmuş son huzur veren noktaları, çorbanın kudretine yeniden inandıran esnaf lokantaları, kimilerinin çocuksuzluktan kimilerinin de yokluktan sığındığı türbeler. İsteyen Şişhane der, isteyen Galata, belki Beyoğlu, hatta İstanbul. Böyledir bizim buralar: "Burası tarihin zihin karmaşası, şehrin delirdiği yer, İstanbul'un sıradışı meydan okuması, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e sirayet eden çılgınlık, akıl tutulmasının sıradanlığa ve alışkanlığa dönüştü meskûn mahal. Sarhoşlarla dervişler, azizelerle orospular, çalgı sesleriyle naralar, parayla iman, şehvetle hikmet; kaos, cinnet ve sığınak."

Tarık Tufan, kitabın sonunda her şeyi bir neticeye kavuşturmamayı tercih ederek önemli bir hatırlatma yapıyor: insanın kendini bulma meselesi bir yolculuktur. Buldum diyen yalan söyler. Çünkü insan kendine varamaz, kendine yaklaşır. Adım adım, bata çıka, düşe kalka. Çoğu zaman tek başına. Dolayısıyla kendini bulma atölyeleri, kendini gerçekleştirme seminerleri olsa olsa birer ağrı kesicidir. Kendini bulmaya ve tanımaya çalışmak son derece ağrı, sancı ve yara verici işlerdir. İnanmayan Çürümenin Kitabı'na yahut Genç Werther'in Acıları'na, hiç olmazsa Gariplerin Kitabı'na ama mutlaka Mantıku't-Tayr'a bakabilir.

Hepimiz öyle veya böyle Kaybolan'ın Hakan'ıyız aslında. Kimimiz yârini kimimiz yerini, bir başkası yolunu öteki yurdunu aramıyor mu? Arıyor. Bir acayip ruh mülteciliği bu. Şunu da unutmamalı: "Herkes hayatında en az bir kere deliriyor, düşüyor, kayboluyor ve hiç kimsenin delirmesi, düşüşü yahut kayboluşu bir başkasınınkine benzemiyor."

Ne tozlu devran ki çırp çırp bitmiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder