SAYFALAR

7 Ekim 2020 Çarşamba

Kitaba olan heyecanı ve inancı kaybetmemek üzerine

Kitapların tarihi, şu anki vaziyeti, geleceği üzerine konuşmak, tartışmak, yazmak bilhassa çocuklar ve gençler için çok önemli. Çocukların kitapla olan ilişkisi ayrı, kitapla iletişimi ayrı olarak değerlendirilmeli. Özellikle kitap okuyan ebeveynleri hem heyecanlandıran hem de endişelendiren bir durum: oğlum/kızım kitap okuyacak mı? Bu sorudan sonraki aşama da şöyle: oğlum/kızım iyi kitaplar okuyabilecek mi?

Kitabın iyisini seçmenin zorlaştığı şu zamanlarda, iyi bir okur olmaya çalışmak da ayrı bir problem. Hatta ikisi bir aradayken ciddi bir krizle karşı karşıya olabiliriz. Bir çocuğa kitap sevdirmek, çocuk yetiştirme dönemi için gerçekten stresli ama sıra dışı bir eylem. Temel bir kurtuluş reçetesi belki yok ama sırları, ipuçları var.

Daniel Pennac kitaplara ve okumaya dair yazdığı 134 sayfalık kitabı Roman Gibi'de çocukları önceliyor. Bir pedagog edasıyla çocuklarla kitap arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini tıpkı kitabın ismi gibi, yani roman gibi anlatıyor. Bu anlatımda hakiki bir kitap tutkununun kitapla kurduğu bağ hakkında önemli incelikler de keşfedebiliyoruz. Bir kitabın insan hayatında gerek zaman gerek mekân olarak nasıl ve nerede durduğuna değiniyor Pennac. Ona göre eğer bir ebeveyn kitap tutkunuysa, bunda muhakkak ailesinden gelen bir hikâye vardır. Nitekim bir söyleşisinde "Sanırım edebiyat zevk olarak hayatımıza ebeveynlerin çocuklarına akşam onları uyuturken anlattıkları, okudukları hikâyelerle giriyor" diyor.

Pennac 1973 yılında başlayan yazarlık kariyerinde "anlamlı kitaplar" yazmayı 1982 yılında bırakıyor ve çocuklara yönelik kitaplar yazma kararı alıyor. Çocuk kitapları, polisiyeler ve Benjamin Malaussène'in maceralarından oluşan dizi romanlarla adından sıkça söz ettiriyor. Yazdığı polisiyelerle Reims Kenti Polisiye Roman Ödülü'nü (1985), Grenoble Kenti Polisiye Roman Ödülü'nü (1987), Küçük Yazı Satıcısı kitabıyla Inter Kitap Ödülü'nü (1990) aldı. Eğitim sistemine klişe eleştirilerde bulunmaktan ziyade, okulların temel okuma yöntemi olan mahkûm etmenin yerine, rol vermeyi tercih ediyor. Yani okulun da okumanın da hayatında bir rolü var, o rolü keşfet diyor. Özellikle çocukların okumayı 'söktükleri' evreyi çok önemsiyor. Yine bir röportajında şöyle söylüyor: "Bilmem siz, küçükken okumayı ilk öğrendiğinizde duyduğunuz heyecanı hatırlıyor musunuz? Çocuklar her şeyi yüksek sesle okumaya başlarlar, sokaktaki bütün afişleri, gazete başlıklarını, ne görürlerse her şeyi! Okumak gerçek bir heyecan. İşte tam o sırada ebeveynler çocuklarına hikâye okumayı, anlatmayı kesiyorlar. Okuma artık çocuğa sadece öğrenme ve anlama çabası açısından sunuluyor, bu da bir kopuş yaratıyor."

Çocuklar ve kitaplar üzerine ciddiyetle eğilmesi, klişelerin üzerine hem mizahını hem de zekasını kullanarak yürümesi Pennac'ı görmemi sağladı. Birkaç söyleşisiyle birlikte hemen kitaplarına yöneldim. Elbette bir ebeveyn olarak Roman Gibi'yle buluştum, küçük molalarla iki saat içinde kitabı bitirdim. Beynimde fişekler çaktıran metinler vardı ve bu metinler öylesine güzel akıyordu ki dönüp baktığımda hiçbir paragrafı yuvarlak içine almadığımı, bazı kelimelerin çevresini diktörtgenle belirginleştirmediğimi, hiçbir cümlenin altını çizmediğimi fark ettim. Çocuk ve kitap; bu iki leziz konu beni benden almıştı. Bunun belki de ilk sebebi, Mustafa Kandemir'in Fransızcadan yaptığı nefis çevirisi.

Simyacının Doğuşu, Okumak Gerek (Dogma), Okuma Ödevi Vermek, El Âlem Ne Okur? ya da Okurun Zamanaşımına Uğramayan Hakları başlıklarıyla dört bölüm var kitapta. Sondan başlayalım. Pennac'ın tüm okurlara sunduğu ve gerçekten güzel anlamlar ifade eden, gittikçe meşhur olan 'okuma hakları' şöyle:

1) Okumama hakkı 2) Sayfa atlama hakkı 3) Bir kitabı bitirmeme hakkı 4) Tekrar okuma hakkı 5) Canının istediğini okuma hakkı 6) ''Bovarizm'' hakkı 7) Canının istediği yerde okuma hakkı 8) Çöplenme hakkı 9) Yüksek sesle okuma hakkı 10) Susma hakkı.

Pennac'ın kim olduğuna ve bu kitapla neyi hedeflediğine dair bir girişten sonra Roman Gibi, bizi küçük bir romanın, belki de masalın içine çekiyor. Okumanın emir kabul etmediğini, sevgiyle olabileceğini söylüyor ki üzerine çok düşünülmesi gerek. Düşüncede kalmayıp harekete geçmek ise en doğrusu. Sevgiyle okumak ve sevgiyle okutmak. Dille, sesle, gözle, elle. Severek. Çünkü: "Okuduğumuz en güzel şeyleri, genellikle sevdiğimiz bir kişiye borçluyuzdur. Ve ondan, sevdiğimiz birine bahsederiz öncelikle. Belki de, duygunun kendine has mahiyeti, tıpkı okuma arzusu gibi, 'tercihten' ibaret olduğu için. Sevmek, nihayetinde, tercih ettiğimiz şeyleri tercih ettiğimiz birilerine bağışlamaktır. Ve bu paylaşmalar hürriyetimizin görünmez kalesini kalabalıklaştırırlar. İçimizde sürekli olarak kitaplar ve dostlar bulunur."

Çocuğu okuma yolculuğuna çıkarırken karşımızda dev bir bariyer var. Sık sık bu bariyerle karşılaşırız: televizyon. Her yerde, her anda vardır o. Hep açıktır. Etrafı görüntüye ve sese boğar. Çoğu zaman, hatta her zaman anlamsızdır. Peki bu televizyon ne ara ödül oldu? Pennac buna değiniyor. Aman ha diyor, kitap okursan televizyon izlemene izin veririm demek gibi bir hataya düşmeyin. Televizyon bir ödül olmamalı, hatta mümkünse hiç olmamalı!

Aceleci olmak da büyük bir kriz. Çocuğu kitaba yönlendirirken acele etmemeli. "Genellikle, ulaşmakta acelecilik göstermediğimiz bir şey çok daha güvenli ve hızlı elde edilir" sözünü hatırlatıyor yazar. Bir konuda ne kadar kendimizden emin, yavaş ve doğal hareket edersek aslında ulaşmak istediğimize de o kadar sağlıklı ve hızlı yolla ulaşmış oluruz. Çocuğun gözüne kitap sokmak bu anlamda tedirginlik verici. Bambaşka bir etki yaratabilir, soğutabilir. Ufak ufak göstermek, hissettirmek ise çok tesir edici, kuvvetli.

Çocukların 'acımasız ve kusursuz' bir okur kitlesi olduğunu hatırlatan yazar, her türlü kültürel öğrenmenin bedelsizliğini keşfettiğinde çocuğun çok iyi bir okuyucu olacağını öne sürüyor. Bu zevke varmanın, yani vardırmanın, iyi okur olma yolunda çocuğun gelecek yaşamını etki altına alacağına inanıyor. Ve ne güzel yazmış: "Evet, bu zevk çok yakındadır. Bulunması kolaydır. Senelerin akıp geçmesine izin vermemek yeterlidir. Karanlığın çökmesini beklememiz, odasının kapısını yeniden açmamız, başucuna oturmamız ve alışılagelen okumamıza yeniden başlamamız yeterlidir."

Doğrudan doğruya bir iletişimden ziyade okumanın bir paylaşma konusu olduğu; Pennac'ın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu. Biz bu işi çok sonraya bırakmakla büyük bir hata yapıyoruz, yanılgıya düşüyoruz. Oysa bir sesin, bir sözün, bir hareketin çocuğun hayatında neleri değiştirebileceğini umursamıyoruz. Belki de önemsemiyoruz ya da abartılı buluyoruz. Oysa Georges Perros ne güzel söylemiş: "Okumak (...) kelimelerin mezar taşını kaldırmak.". Zaten Cemil Meriç de "Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır" dememiş miydi?

Yüksek sesle okumak, kitabı yükseklere koymak çocuğun ilgisini çeker. Ne çok yaklaşmak ister ne de uzaklaşmak. Arada bir ona rastlamak ister, görmek, dokunmak ve hatta onunla konuşmak. Bu yüzden sevgili ebeveynler bir an önce bu meseleye gömülmeli. Öte yandan şu da unutulmamalı: Çocuklara "kitap alışkanlığı kazandırma" diye bir yöntem yoktur. Çocuk evde kitap okuyan birilerini görürse "Böyle bir nesne var ve benim annem-babam bunu çok seviyor, benim de aklımda olsun bir ara bakarım" der, zamanla severse sever. Sözle değil, hâlle öğretilir güzel şeyler.

Yağız Gönüler

1 yorum:

  1. Aslında ebeveynlerin kitap okuması ile çocuğunda kitap okuyacağı varsayımı çok doğru değil veya direkt bir ilişki yok denilebilir. Benim anne ve babam (yüksek eğitim görmüş olmalarına rağmen) hiç okumazdı çocukken onların elinde kitap gördüğümü hatırlamıyorum (annem yaşlandıktan sonra okumaya başladı şimdi ben ona kitap veriyorum) ama ben okumayı söktüğümden beri okuyorum ve çocukken gözlerin bozulacak artık yat uyu diye ışık kapatılan bir çocuktum, öyle de devam ettim. Okumayı sevmek biraz kendiliğinden oluyor gibi geliyor bana. Gerçi şimdiki çocukları çeldirici çok şey var bilgisayar/sosyal medya vs. den onları kitaba yöneltmek için bir teşvik gerekebilir. Elinize sağlık.

    YanıtlaSil