SAYFALAR

21 Ekim 2020 Çarşamba

Dost, kalp ve sonsuzluk

"Her yerde, fakat arifin kalbindedir Allah 
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın?"
- Kenan Rifâî

Bir kütüphanenin kıymetini ne kitap sayısı, ne kitapların eski ya da yeni oluşu belirler. Tekrar tekrar okumak istenen kitaplar varsa eğer o kütüphane çok güzeldir, iyidir. Sana dairdir, senindir, ona buna şov yapmaya (dışa) değil ruhuna (içe) yöneliktir. İşte bazı kitaplar bu zengin hâlleriyle hep kütüphanelerimizi hem de bizleri derinleştirir. Ayaklarımızda takat kalmadığında, yaşamın ağırlığı altında ezildiğimizde, yorgun düştüğümüzde, ister maddi ister manevi olsun bir çıkmaza girdiğimizde bizi kendimize getiren kitaplar can yoldaşından da ötedir. Borçluyuzdur onlara. Bu borcu, onları tekrar hatırlayıp (okuyup) öderiz. Tam da böyle bir kitap vardı ellerimde birkaç gündür. Sâmiha Ayverdi'nin, mürşidi Kenan Rifâî'yi anlatmaya gayret ettiği, ondan hatıralar serdiği, her yönüyle manalı ev dolayısıyla başından sonuna 'kalpten' bir kitap: Dost

Kalp deyip geçmemeliyiz. Kalbin yerine her seferinde matematiği koyduğumuz vakit motor su kaynatıyor. Bizim doğrularımızın hakikat dairesinde bir yeri olmayabilir çünkü. Bilemeyiz. Bundan olsa gerek büyükler hep kalbi işaret ediyor. Şems-i Tebrîzî sultan bir gün zahiri ilimlerle meşgul olunan bir meclise girmiş. Bakmış talebeler gayet güzel çalışıyorlar, okuyorlar. Onları bir süre izlemiş ve ancak bir kalp sultanına yakışan o soruyu sormuş. "Yaptığınız şey çok büyük, çok güzel ama siz ne zaman 'Kalbim Rabb'imden rivayet etti' diyecekseniz?" sorusu sorulduğunda, o mecliste neler hissedildi merak etmemek mümkün değil. Bir sonsuzluğa işaret var burada. Sonsuz olana yönelme, oradaki manayı isteme, rıza makamını talep etme... İnsanın varoluş yolculuğunu tam da bu pencereden çok sarsıcı bir soruyla ilişkilendiyor Jung. Aslında insanın nasıl anlamlı bir ömür sürebileceği meselesini de açıklamış oluyor bu soruyla: Sonsuz olanla ilişkin var mı yok mu?

Dost, kalp ve sonsuzluk. Mânâ aleminin yolcusu, seyr eden derviş, gayret kemerine sarınmış kul için üç büyük kelime. Kitabın hemen başında Sâmiha Ayverdi, neden bu üç kelimeye sarılmamız gerektiğini açıklıyor belki de: "Tabiatı, insanı ve Allah'ı birlemeyi bilmeyenin huzur araması abestir. Zira kul, daracık benliğinin ve sınırlı bilgisinin zindanı içinde kaldıkça ve kainatı da yaratıcısı ile beraber kavrayıp göremedikçe, gerek mahlûkla gerek Hâlik'le olan münâsebeti kesik demektir. Böylece de kainatın bütünündeki gayeyi, manayı göremez. Onun için de etrafında hikmet yerine abes, güzellik yerine çirkinlik görmekten kurtulamaz."

İnandıklarınızı hayatınızda mühim bir yere koymuyorsanız, o inandıklarınız size belli bir süre sonra yük olmaya başlar. Nefsin oyunlarına kolayca yenik düşebilen biz insanlar için bu yükü taşımak çoğu zaman zor gelir. Peşinden bezginlik, perişanlık ve yorgunluk geliverir. Dost, burada devreye girendir. O, tasarrufunu hem maddi âlemde hem de mânevi âlemde kullandığı için evlâdını da yolda komaz. Bu bana hep Ekmek Teknesi dizisindeki bir repliği hatırlatır. Perişan vaziyette yerde yatan Gamsız Celal'e "Kalk evladım!" der Nusret Baba. Celal, yaptığının da düştüğü durumunda da farkında olarak "Baba köpeğinim. Çamura düştük, kirlendik baba!" diye feryâd eder. Nusret Baba öyle bir cevap verir ki bu cevabı alalım, bugün toplumda en çok özlenen ilişkilerin (hoca-talebe, usta-çırak, mürid-mürşid) içine koyalım: "Evladım siz kirleneceksiniz, biz temizleyeceğiz. İşimiz ne?"

Kendileri için doğmamış, kendileri için yaşamamış kalp sultanları her zaman evlatlarının yanındadır. Evlatlar düşer, hatalı davranışı yüzlerine vurmadan ama türlü işaretler ve manalar eşliğinde gösterir sultanlar. Bazen olur, evlatlar dünya işlerine dalıp makamın, malın, paranın, şöhretin tuzaklarıyla "ben!" kuyusunun içine dalıverirler. İşte bu 'kalkma' halinde de o kalp sultanı, düşüşü hatırlatır: "Dön geri borusu çalındığı vakit, en arkadakiler en öne geçer. Hanımlığınıza, hanımefendiliğinize güvenmeyin. Merhameti, şefkati elden bırakmayın."

Çevresindeki herkese; evlatlarına, dervişlerine, arkadaşlarına, çocuklara olduğu çiçeklere ve böceklere de sonsuz bir alâka ile yaklaştığını görüyoruz Kenan Rifâî'nin. Küsleri barıştırması, dervişlerini bazen latife yollu irşad etmesi, çocukları terbiye etmek için oyunlara katılması... Hastalandığını gören bir dervişi "dağlara taşlara!" diye söyleyince "aman evladım, bendeki kötü şeyi neden dağlara taşlara yolluyorsun?" ikazıyla dünyayı bütünüyle kavramış ve yorumlamış bir büyük zat görüyoruz karşımızda. İkaz demişken, henüz "çocuğum sık sık uzaklara dalıp gidiyor acaba pedagoga mı gitsek?" diye tutuşanların olmadığı zamanlarda Kenan Rifâî şöyle ikaz etmiş evladıyla tabiri caizse 'kafayı bozan' bir kimseyi: "Evlat ne demek, evvela onu düşünelim. Evlat, ana ile babanın cünbüşünden hasıl olan bir vücut değil mi? Ona bu aşırı, bu çılgınca iptila niçin? Dünyaya evladın için değil, Allah'ını bilmek için geldin. Evlat sana verilmiş bir emanettir. Onu sev, koru, iyi yetişmesine gayret sarfet, fakat tek gayen o olmasın."

Günümüzde bilhassa gençler tasavvufa yoğun ilgi gösteriyor. Kime gideceklerini bazen bilemiyorlar zira bu işi sadece gitmekten ibaret zannediyorlar. Zaman zaman bazı tekkeleri gezip oradaki sohbetlere, usullere katılarak gönüllerini eğliyorlar. Bu işin mana tarafını unutuyorlar ve sadece şekilde kalıyorlar. Takke, tespih, sarık ve seccadeyle işin bittiğini düşünüyorlar. Niyâzî-i Mısrî'nin nefis emanetlerinden olan "Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / insân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş" dizeleri unutuluyor. Bir de üstüne bu hatırlatmayı yapanlar tekfir ediliyor, akıllara "bedenimde değil ruhumda sızı" türküsü geliyor. Kenan Rifâî gibi bir ulu bile çekmiş böylelerinden ve "Beni kimi Kenan görür, kimi şeytan" demiş. Şimdi kendisinden, kayıt edildiği kadarıyla okuyalım: “Rehber olduğunu söyleyerek önde giden kimse karşısına gelen tâlibe, daha ilk adımda, kaşlarını çatarak: "Nedir bu kıyâfetin? Çıkar bacaklarından bu dar pantolonu, bir bolunu giy, zamân-ı saâdete göre giyin kuşan... Edepli ol! Sinema, tiyatro denen yerlere de gitme. Çoluğunu çocuğunu da gönderme, kâfir olursun! Sakın dişlerine altın geçirteyim deme..." yollu câhilâne ve mesnetsiz sözlerle, onu, aradığı, hattâ susamış olduğu mânâ dünyâsının kapısına varmadan geri çevirmesi, İslâm’ın rûhuna ihânetten başka nedir? Neden "zamân-ı saâdete göre giyin", diyor da, "Peygamber’in ahlâkına göre yaşa" demiyor? Edebin ölçüsü, kılık kıyâfet değil, tevhittir. Kavuk, şalvar, hiç kimseyi kalp cennetine götürmez. Ammâ, ahlâk-ı Muhammedî, iki dünyanın da nizam ve huzur kapılarını açar. Çünkü Resûlullah, beşeriyete, ahlâkı tamamlamak ve yayıp öğretmek için gelmiştir. Kılık kıyâfet düzenlemek için değil... Yazık ki hoca efendi bunu bilmez. Bilenlere de kâfir der.

Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde yazar. Ebû Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sormuşlar, "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir" demiş. İbn Arabî sultan da "Vefa ancak Allah'adır" demiştir. Asıl dostluk ve esas vefa, yalnız O'na çıkıyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder