SAYFALAR

12 Eylül 2020 Cumartesi

İnsanın kendini anlamlandırma ihtiyacı ve hikâyecilik

Hikâye anlatmak hepimize cazip gelir. Özellikle anlattığımız hikâyeye dair ayrıntıları belirlemeyi çok severiz zira inandırıcılığını artırmamız gerekir. Dinleyicilerin gözlerindeki şaşkınlığı yakaladıkça daha fazla ayrıntı vermekten de ger durmayız. Robert Fulford, modern hikâyecilikle insanların hikâye anlatma eğilimleri arasındaki tarihi ve toplumsal ilişkiyi Anlatının Gücü kitabında irdeliyor. Yazar, Amerika ve Avrupa tarihine dair ayrıntılarla zenginleştirdiği örneklere çeşitli tarihçi, yazar ve gazetecilerin yazılarını ve halk arasında oluşan anlatıları da ekleyerek hikâyecilik geleneğinin toplumsal ve tarihi temellerini tespit etmeye çalışıyor. Kitabın önsözünde; “İletişim kurma yöntemlerimiz arasında, hikâye en rahat, en işlevsel ve belki de en tehlikeli olanıdır. Kültürleri ve nesilleri aşan, yüzyıllardır insanlığa eşlik eden hikâyeler hepimize temas eder. Olayları bir masal şeklinde bir araya getirmek yediden yetmişe hepimizin hoşuna giden tek iletişim ve eğlence yöntemidir.” diyen yazar, hikâyenin toplumsal yaşantıdaki vazgeçilmez yerini işaret eder. Hikâyelerin atalarımızla bağ kurmamızı sağlayan manevi bir köprü olduğunu belirten yazar bu fikrini şu sözlerle pekiştirir: “Milyonlarca isimsiz hikâyeci anlatıyı yarattı; gözlemleriyle bilgilerini hikâye yoluyla başkalarına aktarmayı öğrendiklerindeyse medeniyet tarihi başlamış oldu."

Beş bölümden oluşan kitabın ilk bölümünü “Dedikodu, Edebiyat ve Benlik Kurguları” oluşturuyor. Bu bölümde, anlatının başlangıcının dedikoduya dayandığını ve kişilerin benlik oluşumlarında hikâye oluşturma ve hikâye anlatma biçimlerinin etkili olduğunu kanıtlamaya çalışır. “Hiç şüphe yok ki anlatı dünya üzerindeki varlığına dedikodu, yani bir kişiden ötekine anlatılan basit hikâyeler biçiminde başladı. Dedikodu, varlığını edebiyatın halk sanatındaki karşılığı, olayları özetlemenin ve anlamlarını araştırmanın kestirme yolu olarak sürdürdü.”. Mitler, efsaneler, halk hikâyeleri gibi halk arasında gelişen ve sözlü gelenek içinde sürdürülen türler düşünüldüğünde bu fikrin isabetli olduğu görülebilir. Yazar burada Amerikalı edebiyat eleştirmeni Alfred Kazin’in günlüklerinde yer alan bir hikâyeyi örnek veriyor. Kazin’in, günlüklerinde bahsettiği bir kadın ve bu kadının yaşadığı bir yasak aşkın Amerikan kamuoyunu uzun süre meşgul ettiğini ve toplumda farklı değer yargılarına göre farklı karşılıklar bulduğunu belirtiyor. Söz konusu hikâyenin insanlara ilginç gelmesinin nedeni olarak da üzerine farklı anekdotlar eklemeye müsait olmasını gösteriyor. Yazar; “Öykülerin öykü haline gelebilmeleri için basitleştirilmeleri, gereksiz detay ve duygulardan arındırılmaları gerekir.” diyerek başkalarının yaşantılarını hikâye etmenin daha kolay olduğunu ifade ediyor zira insan kendi yaşantıları için bunu yapmakta zorlanır.

Yazar, Amerikalı romancı Paul Auster’in, “Kendimiz için bir anlatı inşa ederiz ve bir günden ötekine bu ipi takip ederek ilerleriz. Kişilik bölünmesi yaşayanlar bu ipin ucunu kaçırmış olanlardır.” sözünü referans alarak kişiliğin oluşmasında anlatının önemini açıklamaya çalışır. “Hikâyelerimizin bilinmesini ister ve bunların değerli olduğuna inanırız. Bir hikâyemiz olmadığını anlamak, varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir; bunu kaldıramayabiliriz.” diyerek de bu görüşünü pekiştirir. Yazar, insanların kendileri hakkındaki gerçeklerin yetersiz kaldığını hissettiklerinde hikâyelerine kendilerinden beklendiği şekilde ayrıntılar ekleyebildiklerini ve bunun yalancılıktan öte bir hayal gücü ve estetik algı gerektirdiğini belirtir. Gazeteciler arasındaki bir kuralı da şu şekilde ifade eder yazar; “Gerçeklerin iyi bir hikâyenin önüne geçmesine asla izin verme.”. Bu yargı esas olanın gerçek değil hikâyenin kendisi olduğunu işaret eder. “Belki de iyi bir hikâye kişinin kendini iyi hissetmesi için zaruridir. Bir hikâyeye sahip olmamaksa başarısızlık hissi yaratır ve bu hisle ancak benlik kurguları oluşturularak başa çıkılabilir. Ve bu bir kez gerçekleştiğinde anlatı dürtüsünün ne kadar uçlara savrulabileceğini görürüz.” diyerek de benliğimizin inşasında hikâyelerimizin ehemmiyetini vurgular.

İkinci bölümün başlığı, “Büyük Anlatılar ve Tarihin Örüntüleri” başlığını taşıyor. Ahlak felsefecisi Alasdair MacIntyre’nin Erdemden Sonra kitabında yer alan; “İnsanlar neyi önemli bulacaklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini, önceden öğrendikleri hikâyelerden bilinçli ya da bilinçsizce çıkarımlar yaparak oluşturur.” sözünden hareketle tarihsel anlatıların kendimizi hangi bütünün parçası olarak adlandıracağımızı belirlediğini belirtir. Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiğine dair anlatıların Avrupa merkezli bir bakışın eseri olduğunu ve Kolomb’dan önce Amerika’da yaşayanlar bulunduğu için herhangi bir keşiften bahsetmenin yanlış olduğunu belirterek bu tür anlatıların ve anlatılara kendimizi ekleme şeklimizin benliğimizi inşa eden unsurlardan biri olduğunu vurgular. Özellikle milletlerin hikâyeye muhtaç olduğunu ve hikâyesi olmayan toplumlarım millet olma bilincini yakalayamayacağını belirtir. Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde büyük anlatıların önemini yitirdiğini ve şaibeli addedilmeye başladığını belirten yazar, siyasi ve askeri tarih anlatıcılığından toplumsal tarih anlatıcılığına geçildiğini belirtir. Toplumsal tarih anlatıcılığıyla tarihi romanlar arasında bir ilişki kurmak hiç de zor değil. Tarih sadece iki devlet arasındaki savaş ve barıştan ibaret olmaktan öte insanların doğup büyümelerinden, mutlu olmalarından, acı çekmelerinden de ibarettir.

Üçüncü bölüm, “Sokak edebiyatı ve Haberlerin şekillenişi” ismini taşıyor. Bu bölümde gazete ve televizyon haberlerinin oluşmasıyla halk arasında anlatılan ve genelde uydurma olan hikâyeler arasında bir ilgili olduğunu örneklerle ispata çalışıyor. Pek çok şehir efsanesinin haberlere konu olduğunu ve gerçekmiş gibi kamuoyunu uzun süre meşgul ettiğini belirten yazar, halkın bu hikâyelerin gerçekliğiyle doğrudan ilgilenmediğini esas olarak her hikayede kendine ilginç ve iyi gelen bir yön bulmakla yetindiğini söylüyor ve “… şehir efsaneleri, aramızdaki varlığını istemsiz bir edebi sanat ve kamusal imgelemin kendiliğinden filizlenmesi şeklinde sürdürür.” diyor.

Dördüncü bölümde modern hikâyeciliğin gerçekliği parçaladığını ve anlatılara artık kuşkuyla bakılmaya başlandığını beliren yazar, “Modern ruh hali de bu şekilde parçalanmış hikâyelere ivme kazandırır: Güvenilmez anlatıcının sözlerini okurken modernitenin çatlak aynasına bakmış gibi oluruz.” diyor. Postmodern anlatıların ise kendisinin bir kurmaca olduğunun farkında olduklarını ve bu kurmacadan okuru da metin içinde haber ettiklerini belirtir.

Son bölüm ise “Nostalji, Şövalyelik ve Düşler Âlemi” ismini taşıyor. Bu bölümde yazar özellikle yirmi birinci yüzyıl sinema sektörünün romanslara geri dönüş yaptığını ve sinema sanatçılarının halkın benimseyecekleri birer figüre dönüştüğünü ifade ediyor.

Yazar, hikâyenin özünü oluşturan anlatının tarihin bütün dönemlerinde ve toplumun her kesiminde benlik inşası ve milletlerin oluşumuna doğrudan etki eden bir olgu olduğunu vurguluyor. Esas itibariyle ciltler dolusu tarihi metinler, yüzlerce sayfalık romanlar, saatlerce süren ve seriler halinde çekilen filmler ve hatta birkaç cümlelik dedikodular dahi insanın kendini konumlandırma ve anlamlandırma ihtiyacının bir ürünüdür.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder