SAYFALAR

20 Eylül 2020 Pazar

Epigenetik insanlığa ne söylüyor?

Seni sen yapan bütün biyolojik özelliklerin aslında sadece genlerinden kalıtılmıyor. Epigenetik bilimine göre DNA’ların dışında da kalıtımsal rolü olan mekanizmalar var. İsrail, Kanada ve Amerika’daki birkaç üniversitede çağ değiştiren bu alana biz, bir parça geç kalmış durumdayız.

20. yüzyıl biyoloji sahnesinin baş aktörü olan genetik paradigmalar, çağımıza damgasını vururken temel varsayımlarının geçirdiği devrim, yeni bir biyolojik dönüşümü mecburi kılmıştır. Bu dönüşümün baş mimarı ise 20. yüzyıla damga vuran, 21. yüzyılın ilk yarısında da rüştünü ispatlayan ve kitabın genetik-üstü sistemler olarak ele aldığı kısımdır. Bu çalışma alanının merkezine de, genetik-üstü sistemlerin de merkezine oturan epigenetik yerleşmiştir. Epigenetik paradigma genetik paradigmanın yetersiz kaldığı yerlere talip olmuştur. Bu çalışmaların insan ve doğanın kaliteli devamında önemi düşünülünce, sorumluluk etiğinde ele alarak hareket etmek, yaygınlaştırmak, kaynak sıkıntısına rağmen araştırma alanı yapmak gerekmektedir.

Ülkemizde bu sorumluluğu üslenme gayreti ile Esra Kartal Sosyal, Gen Ötesi - İnsan Sonrası isimli kitapta kendisinin de ifade ettiği gibi epigenetiğe, ancak giriş yapabilmiştir. Sosyolojiden tıbba kadar birçok disiplini ilgilendiren alandaki bakir yazın dünyasını ise ayrıca üzüntü verici bulmuştur. İnsanlığın gelişiminin, beslenmeden genetik mirasa kadar geniş bir yelpazede ele alınması gerektiğini anlatma derdindeki bu gerçeğe daha saygın bir çaba ile eğilmeyi gerekli görüp, en azından giriş nevinde ilk adımı da atmak istemiştir. Ketebe Yayınları’nın biyoloji felsefesine ait bu bakir alanın kapılarını aralamaktaki gayreti de en az yazarımızın cesareti kadar takdire şayandır.

Epigenetik, genin insan davranışını etkilediği kısmını kabul edelim der. Fakat insan davranışlarının da genleri şekillendirdiği gerçeğini görmek zorundayız: “Atomik düzeyde her birey kendi mekan ve zamanına özgü olan toplam çevrenin ifadesidir. Bireyler günlük yaşamında karşılaştığı bakteriden çok da fazla değildir böyle bakınca. Besin, hava, su, toprak, ev işleri ve tüketim maddelerinden maruz kaldıkları bir dizi kimyasalla şekillenir; aile, çalışma hayatı, sosyo-ekonomik statü, ırksal kabuller, travmalar, savaşlar gibi çevresel faktörleri de bünyelerinde barındırırlar.” Epigenetik, genetik paradigmayı yeni açıklamalara davet etmiştir. Çünkü eğitim gören, çevre değiştiren, spor yapan bir dezavantajlının avantajlı duruma geçmesi DNA’nın birey için yeterli veriyi oluşturmadığının kanıtıdır.

Çevresel etkenlerden olan annenin beslenmesindeki değişimin yavru genlere epigenetik etkisini gösteren aguti faresi deneyi eserde çizim desteği ile oldukça anlaşılır kılınmıştır. Kanser, diyabet, gibi hastalıklara yatkın aguti genini taşıyan şişman aguti farelerinin yavruları da şişman, soluk, sarı, hastalıklara yatkındır. Deney faresinin hamilelik süresince beslenme sürecinin düzenlenmesi ve metilce zengin diyet ile aguti geninin zararlı etkileri azaltılmıştır. Diyet uygulanmayan serbest farede sarı hastalıklı fare sayısı daha fazla iken diyet uygulayan da renkler de değişime uğramıştır. Anlaşılan o ki: Özellikle besin bulmanın daha kolay olduğu ama besin değerlerinin düştüğü bu çağda epigenetik henüz oluşmamış hastalıkların engellenmesi için ve en önemlisi talihsiz gen kandırmacasının sona ermesi ile insan ırkının sağlığının düzenlenmesinde filika görevi üstlenmelidir.

Epigenetik, psikolojinin alanında da genlerden davranışa giden moleküler ve sinirsel yollar ile önemli bilgiler edinmiş, gerek nöroloji gerek psikolojinin karanlık yanlarına fener tutmaktadır. Yazık ki henüz psikolojinin hala sözel bir bölüm olacağına inanıp, edebiyat yaparak psikologluk yapan meslek erbaplarının ve psikolojinin, açılan bu yollardan haberi yoktur. Psikoloji bilimi DNA dan hariç de genlerin çevreden etkilenebildiği gerçeğiyle, nöroloji, biyoloji, beslenme ve sosyal bilimler ile birlikte hareket etmek mecburiyetindedir. Mesela bilinç, başlı başına bir matematiktir!

Son 30 yılda nörobilimden yapay zekaya kadar bilinç üzerine geliştirilen farklı kuramlara rağmen bilinç henüz tam açıklanamamıştır. Locke’ye göre kendi kendisinin bilgisine sahip olan kişi bilinçlidir. “Benlik” (self) demiştir bilince. Bizde ancak ilahi bilgiden edinilebilen “kendini bil” emrini, görünen o ki batı, beynin içinde bulmuştur. Bu yüzden; şimdi tüm bu düalizmi kenara koyup bir an önce optimum bir alanda buluşulması gerekmektedir.

Allen Orr bu düalizmden çıkmak gerektiğini, “özelliklerin ne kadarının genler ne kadarının çevre tarafından belirlendiğini sorgulamak beyhude bir çabadır, ortak bir çalışma alanı vardır ve bu keşfedilmelidir” şeklinde ifade eder. Richard Lewontin de böyle düşünenlerdendir: “Eğer bir duvar inşa etmek için iki adam tuğlalar yerleştiriyorlarsa, her biri tarafından koyulan tuğlaları sayarak hangisinin daha fazla katkısının olduğunu hakkaniyet ile belirleyebiliriz. Fakat biri harç taşıyor biri tuğla diziyor ise böyle bir ayrım yapamaz, bir önem sıralaması belirleyemeyiz. Göreceli niceliksel bir katkı vardır ortada.”. DNA’nın mı çevresel faktörlerin mi geni belirlediği sorusu tam olarak böyle bir cevaba karşılık gelmektedir.

Sonuç olarak; epigenetik mekanizmalar aracılığıyla ebeveynlerin yaşadıkları çevrenin etkilerini çocuklarına ve hatta birkaç kuşak sonraki torunlarına bile aktarabildiği kanıtlanmıştır. Böyle düşününce savaşlar, kimyasal bombalar ve fabrika atıklarının çocuklarının yetiştirdiği nesiller ile mevcut dünyayı suçlamaya pek hakkımız da kalmamaktadır. Epigenetiğe sarılıp dünyanın elinden tutmazsak o bizim elimizi her geçen gün biraz daha bırakacaktır.

Mavi Çınar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder