SAYFALAR

30 Ağustos 2020 Pazar

Nurettin Topçu’nun sohbetleri: gösterişsiz ama derin

Gençlik yıllarımda beni tanıyanlar takıntılı bir hasta gibi aynı kitapları tutulmuşçasına dönüp dönüp okuduğumu bilir. Nurettin Topçu’nun, rengarenk kapaklı Dergâh baskısı kitaplarıdır bunlar. İlk okuduğum kitabıysa, Yarınki Türkiye. “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır.” gibi cümlelerin içime işlediği yıllar…

Benim için garip bir karşılaşmadır. Başlarda ne dediğini ve ne demek istediğini tam olarak anlayamasam da içinde çok değerli “büyük” bir şeyler sakladığını bir biçimde hissettiğim için sürekli bir anlama çabasıyla kendimi zorladığım, sonrasında anladıkça kendimi alamadığım, ardından uzunca süre başka kitap okuyamadığım sevinçli bir buluşma gibidir daha çok.

Yıllar sonra onun en yakınında bulunmuş, rahle-i tedrisinden geçmiş, ama daha da önemlisi ona en içten duygularla bağlanmış (müstear adını Ali Nurettin yapacak kadar!), kelimenin tam anlamıyla feyz almış, sohbetlerine katılmış, ruhuna katmış, izinden gitmiş, felsefesini hayatına tatbik etmeye çalışmış bir isimle, Ali Birinci’yle karşılaşmak da hayatımın mutena bir köşesini oluşturur. Bana göre Nurettin Topçu’yu en iyi anlatan cümlelerden biri ona aittir: “Her cümlesi, hikmetler kitabından çıkmış gibi!” Ali hocaya, bitmeyen, bezdirici derecedeki Nurettin Topçu sorularıma gösterdiği tahammül için hep minnettar kalmışımdır. Zaman zaman kızdırdığımı ya da zorladığımı hissettiğimde geri adım atıp soracaklarımı ertelesem de vazgeçmeyen bir tavırla bir sonraki buluşmada bu kez başka bir biçimde yeniden sormuşumdur.

Ali hocayla bu kez yeni çıkan kitabı, “Bir İnsanla Karşılaşmak: Nurettin Topçu’nun Sohbetlerinden Kalanlar” vesilesiyle kütüphanesinde (sığınağı mı demeli!) buluştuk. Herkese açmadığı özenle ciltlenmiş nadide eserlerinin gölgesindeki ayrıcalıklı halimle muhatap oldu bu kez soru ve “sorgulamalarıma”. Kitapla ilgili düşündüklerimi, eleştirdiğim yerleri ve anlayamadığım noktaları paylaştım. Genellikle Nurettin Topçu üzerine yazılan kitaplardan pek tat alamadığımı ama bunun öyle olmadığını ilettim.

Kitap, ağırlıklı olarak çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıların derlemesi. Bazı kısımlar gözden geçirilmiş ve küçük bölümler ve dipnotlar eklenmiş farklı olarak. İlk bölüm, sözün ve kelimelerin zannettiğimiz gibi “uçup giden”, tesirsiz konuşmalar olmadığını, hayatta karşılaştığımız ve içimize aldığımız insanların ruhumuz üzerinde büyük etkilerde bulunduğunu etkili bir biçimde anlatıyor. “Kelimeler, ruha vurulmuş çekiç darbeleridir” cümlesiyle özetlenebilecek şekilde, Topçu’nun feyizli ve hikmetli sözlerinin, gösterişsiz ama derin sohbetlerinin ruhta yarattığı değişim ve dönüşümleri konu ediyor.

Bana göre, Topçu’nun belki de en önemli yanı, düşüncenin ve ahlakın bizatihi eylem olduğu, diğer bir ifadeyle eyleme geçirilmeyen, hareket haline gelemeyen düşüncenin ya da sözlerin gerçek bir söz ve düşünce hüviyetine sahip olmadığı, görüşüdür. Onun “büyük adam” tarifi de oldukça yalın ve sadedir bu yüzden: “büyük adam, söylediğini yapan adamdır.” Söylediğini yapmamak, söylediği gibi yapmamak, dönemlere ve koşullara göre kolayca düşüncelerinden vazgeçmek, menfaatlerin peşinden gitmek ahlaksızlıktır. Devletlülerin, güçlü iktidar sahiplerinin kapısında bekleyen alimlerin hali perişanlıktan da ötedir. Tam da bu nedenle, büyük olmak için, yine kendi ifadesiyle, “büyük kapılardan büyük adımlarla girmek”, alkışlara boğulmak, cemiyet tarafından büyüklük bağışlanmak gerekmez ve hatta bu genellikle tersine işler. Büyüklük arayanlar için yol bellidir: kendi ruhunu inşa etmek, içsel yolculuğunda tek başına, sessizce, sürekli bir murakabe halinde ve gösterişsiz bir şekilde yalnız gitmek. Büyüklük, bireyseldir, kişi ancak kendi kendisini büyük kılabilir.

Dine dair görüşleri de bu düşüncelerle uyumludur. Topçu’ya göre İslam dini cemaatçi değil ferdiyetçi bir dindir. Cemaat olma ve birlik, ferdin ruhsal derinleşmesinin kaçınılmaz bir sonucu ve talebidir ama bu bizi yanıltmamalıdır; ferde -ve dolayısıyla dine!- giden yol, genellikle büyük kalabalıklardan ve cemaatlerden geçmez. İslam, sözü edilen değil yaşanan bir dindir. “Hal ehli olmadıktan sonra kal ehli olmanın ne kıymeti bulunabilir” (s.22). O, örneğin Necip Fazıl’ın aksine dinini kindarlık ve ötekine benzememe üzerine kurmamıştır. (Ali hoca, Necip Fazıl’ın kendi nesline yaptığı en büyük kötülüğün, kindarlıkla dini birleştiren bir anlayışı hakim kılması olduğunu söyler). Nurettin Topçu bunun tam zıttını temsil eder. Onun için hiçbir zaman kin ile din aynı kalpte barınamaz.

İslam, sükunet içerisinde gösterişsiz ve beklentisiz bir menfaatsizlikle birlikte içsel bir coşku ve huzurla yaşanan, son derece hümanist ve bir o kadar aktif bir dindir. İslam, tam anlamıyla bir diğerkâmlık dinidir; “Müslüman adam ‘bırak, biraz da başkaları kazansın’ diyebilen adamdır.” (s.21). İslam dini, hareketi zorunlu kılar; “eylemli” bir dindir. Her türlü eşitsizliğe, adaletsizliğe, zulme karşı çıkmayı, insanı ezen, değersizleştiren, küçülten ne varsa bütün bunlara karşı mücadele etmeyi, ses çıkarmayı, söz söylemeyi, mesul olmayı, itirazı ve isyanı ahlak haline getirmeyi şart koşar. Bu, Topçu için bir seçenek ya da “olsa daha iyi olur” türünden bir tercih değil, olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Düşüncenin hareketi etkilemesi kadar hareket de düşünceyi etkiler ve şekillendirir; “Günün en küçük hareketleri seciyeyi yıkar ve yapar” (s.15, Oscar Wilde’ın Topçu’nun çok sevip kullandığı sözlerinden biri.)

Konuşmamızdan kalan bir başka önemli konu, Topçu’nun genel olarak siyaset aleyhtarlığı meselesidir. Nurettin Topçu, öğrencilerine siyasetten uzak durmalarını salık vermiştir hep. Ali hoca tam bu noktada “Bu ülkede daha elli yıl siyaset yapılmaz derdi. Bugünleri görse hiç yapılmaz derdi herhalde!” diye günceller bu meseleyi. Topçu etrafında oluşan halenin neden genişleyip taşmadığını, hep dar ve küçük kaldığını şöyle açıklar Ali Birinci: “Sohbetlerin siyasi hırsları ve kinleri tahrik ve tatmin etmemesi böyle bir alakayı görmemesinin temel sebebiydi.” (s.23). Topçu için siyaset, “dünyayı elde etme hırsı ve yarışı”dır. Kolay yoldan büyük adam olma telaşıdır. Yapılan küçük fedakarlıklara büyük karşılıklar isteme sanatıdır. Hırslarla menfaatlerin iç içe geçip milletin sırtından yapılan bir “ben-sen” kavgasıdır.

Bence -Ali hocanın da hemfikir olduğu bir husus olarak- bugün kimi çevrelerin özellikle Necip Fazıl ile başlayan ve Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve sair isimlerle devam eden bilindik “kurucu baba” listesine Nurettin Topçu’nun zaman zaman alınır gibi olsa veya alınmak istense de bir türlü tam dahil edilememesinin/olamamasının nedeni de aynıdır. Topçu’nun önemli bir farkı, siyaseten kullanışlı görüşlere sahip olmayışı ve bu sayede kendi kendisini araçsallaştırılmaktan koruyabilmesidir. Topçu “bir şeyci” değildir çünkü. Sanılanın aksine, Türkçü değildir, İslamcı hiç değildir, solcu da değildir, liberal değildir, muhafazakar değildir çünkü bir şeyci değildir. Bütün bunların hepsinde özel ve önemli yanlar görür ve alır, bu yönüyle eklektiktir denebilir. Dar ideolojik kalıpların adamı olmadığı için siyasetperestler için sevimli de değildir. Buradan hareketle, şunu da söylemek gerekir ki gerçek anlamda büyük düşünce insanlarını araçsallaştırmak kolay değildir. Diğer bir ifadeyle, eğer bu kolayca yapılabiliyorsa atfedilen büyüklüğü sorgulamak gerekir.

Kitapla ilgili en büyük eleştirim Ali hocanın Topçu’nun Anadoluculuk ve sosyalist iktisada ilişkin görüş ve düşüncelerini bir tür tevil kaygısıyla yazdığı satırlara ilişkin oldu. Hayır, Topçu düpedüz Anadolucudur. Tarih görüşü, bütünüyle toprağa bağlıdır; toprağın şekillendirici, biçimlendirici ve dönüştürücü olduğunu, Anadolu’nun dini ve düşüncesinin İran’da Turan’da, Arap yarım adasında ya da başka coğrafyalardakiyle asla aynı olamayacağına dair çok güçlü bir inanç taşımaktadır. Bu nedenle, ümmetçi değildir, Turancı hiç değildir. Olmadığı gibi bu görüşlere dair oldukça sert cümleleri vardır (dedim ya çok kullanışsız bir adamdır!). Ekonomi görüşleri ise kelimenin bütün içkin anlamıyla sosyalisttir. İslam’ın ekonomi anlayışının sosyalizmden başka bir görüşle bırakın uyuşabileceğini yan yana bile gelemeyeceğine inanmaktadır. Bana göre, Ahlak Nizamı kitabındaki yazıları bu anlamda Türkçe’deki en etkili metinler arasındadır. Hayır, bu düşüncelerin hiçbirinde tevil edilecek ya da “yanlış anlayanlar” için açıklama getirilecek en ufak bir husus dahi bulunmamaktadır.

Nurettin topçu olduğu gibi bir adamdır. Kendini beğendirme kaygısı duyduğunu sanmam. Yalnız kalmaktan korkacağını da. Münzevi tabiatlıdır. Kendi kendisini sarih şekilde ifade etme kudretine sahip bir kalemi olduğu tartışmasızdır. Bununla birlikte bugünden bakınca anlaşılması hayli zor yanları da vardır. Bana göre bunların başında nasıl olup da aynı anda Gandi’ye ve Hitler’e hayran olduğu sorusu gelir. Nasıl olur da Topçu gibi birinin odasının duvarında 1960’larda hala Hitler resmi asılı olabilir?

Ali hocaya, asıl açıklanması gereken noktanın bu ve bunun gibiler olduğunu belirtsem de o bunu çok fevkalade bulmuyor gibiydi. “Yahudilerin bugün Filistin’de ya da dünyanın pek çok yerinde ekonomik güce dayanarak yaptıkları zulümlere bakınca” bunun hiç de anlaşılmaz olmadığı gibi bir şey söyledi. Ben bunu da anlayamadığımı söyledim ama. Konu Yahudilerin “nasıl kötü” insanlar oldukları değil Hitler’in yaptıklarıydı çünkü (Bu konuyu bir sonraki buluşmamıza ertelemem gerektiğini hissedip burada bıraktım).

Ve belki de konuşmamızdan kalan en önemli ayrıntıya geldi sıra. Necip Fazılcı kitlenin pek severek anlattığı bir hikaye vardır. Buna göre, Topçu’nun ölmeye yakın günlerinde Necip Fazıl onu ziyaret eder. Bir süre konuştuktan sonra ayrılır. Yolda giderken bu ziyarete ön ayak olan Topçu’nun talebesine, “Hocanızı hiç iyi görmedim. Kendimi tabiate vereceğim. Ondan başka kucağına atılacağım hiçbir şey tanımıyorum! dedi.” diyerek kafa karışıklığını ve sözüm ona “imani zayıflığını” anlatmaya çalışır. Rivayet odur ki Necip Fazıl bu durum karşısında, “Hocanızın ruhi halini pek beğenmedim. Son anların onda beklediğim ruhiyatını bulamadım. Allah hidayet nasib etsin…” diyerek Topçu’ya manevi bir destek vermek istemiştir. Hatta, “korkma vur kapıyı gir içeri” dediği de aktarılır.

Bense bu hikayeye hiçbir zaman inanmadığımı, en azından böyle olamayacağını söylediğimde Ali hoca da teyit eder şekilde devamı var zaten demez mi? (Ah! o kısmı nasıl atlamışım da dedi). Bunun üzerine, kütüphanesinde bir o yana bir bu yana giderek bir kitap aramaya başladı. Devamı, Emin Işık’ın, “Nurettin Topçu: Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” adlı kitabındaydı. Buldu ve gösterdi. Necip Fazıl, “Vur kapıyı gir içeri” gibi bir şey dediğinde Topçu da ona “O ancak sana yakışır deli oğlan!” diyerek karşılık vermişti. (Emin Işık’ın bu konuşmayı yorumlayışı da ayrı bir rahatsızlık konusudur benim için ama başka bir yazıya artık.)

Bitirirken şunu ifade etmeliyim ki bu küçük kitap bugüne kadar Necip Fazıl’la ilgili özellikle kendi mahallesine yakın bir adresten gelen en sert eleştirileri içeren cümleler barındırır. Ali Birinci, hasta yatağındaki Topçu’nun ruh halini iyi görmediğini, “Korkma, vur kapıyı gir içeri” diyen Necip Fazıl’la ilgili şöyle yazar: “Bu satırlarda bir insanın hiç tanımadığı başka bir insan hakkındaki birkaç dakikalık veya cümlelik beraberliğe istinaden yaptığı çok yanlış, yanıltıcı ve incitici yorumları bulunmaktadır ve insanları tartmanın ne kadar ciddi ve mesuliyet gerektiren bir şey olduğunun çarpıcı bir örneği bulunmaktadır. Çok daha vahim olanı ise Nurettin Topçu’nun imanı hakkında bir insanın haddi ve harcı olmayan ve ancak Yaradanın verebileceği bir hükmün veya imanın yazıya dökülmesidir.” (s.51). Bu bölümde de Ali hoca, Nurettin Topçu’nun tabiat sevgisinin bütün hayatı boyunca var olan bir özelliği olduğunu ve bunun dinle ve imanla uyumunu anlatmaya koyulur ki bence bu da son derece gereksiz bir çabadır. Tabiat sevgisinin açıklanacak ne yanı olabilir!

Nurettin Topçu, bu ülkede inandığı gibi yaşamaktan, düşündüğü gibi söylemekten, devletli kapısına el açmadan kendi benliğinden güç alarak fikirlerinden vazgeçmeyen pek çok kişi gibi sürgün yemiş, üniversiteden dışlanmış, hiçbir çevreye yaranamamış, Ali hocanın tabiriyle bir avuç, “muhibban cemaati” takipçisinin ruhlarındaki varlığını en canlı haliyle sürdüren müstesna bir simadır. Hiçbir dönemin adamı olmadığı gibi oldurulmaya da uygun değildir.

Topçu’yu çok iyi anlatan Şeyhülislam Yahya Efendi’nin şu mısralarıyla bitirelim:

Ne itibar bu evzaa merd olan Yahya
Ne zillete boyun eğer ne itibare bakar.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder