SAYFALAR

10 Mayıs 2020 Pazar

Algı her şeydir!

“Post-truth, pro-faşizmdir.”
(Hakikat-sonrası, faşizm öncesidir.)
- Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine

‘Algı her şeydir’ mottosu iletişim fakültesinde ilk öğretilen şeylerden biridir. Sebebi açıktır: Düşünce ve davranışları etkileme ve değiştirme algı üzerinden sağlanır. Bu meselede en önemli nokta algıyı oluşturma aşamasıdır. Önemini, ahlaki değer ve etik kodların rafa kaldırılmasına tekabül edişinden alır. Daha net ifade edersek; algı oluşturmada gerçek ve/veya hakikat önemsizdir. Önemli olan tek şey muhatabı etkisine alarak kontrol altında tutmak ve ‘kullanılabilir’ hâle getirmektir.

İlk bakışta gaye meşruiyet sağlanarak siyasi kazanım elde etmek gibi görünse de her daim amaçlanan maddi çıkardır. Yani, birey ve toplum sermayenin talepleri doğrultusunda kullanılabilir olmalıdır. Esasında yapılan şey bir nevi illüzyondur. Bu süreçte direkt çarpıtma ve yalanın yanında makulmüş gibi görünen ama mantıksal açıdan sorun teşkil eden malumat ya da önerme (safsata) kullanılır. Önemli nokta, meseleye dair bilinç kazanmış birey illüzyonun farkında olacağından bu tuzağa düşmeyecektir.

Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti’nde bu illüzyonun nasıl yapıldığını işleyiş ve türleriyle birlikte ele alıyor. Destek Yayınları tarafından yayınlanan eser yüz seksen dört sayfadan oluşuyor. Kitabın iki temel konu (bölüm) üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. İlk konusunu Batı literatüründe ‘post-truth’ olarak geçen olgunun oluşturduğu çalışmanın ikinci konusu ‘safsata’ kavramı. Bu bağlamda en genel tabiriyle mevzuyu, gerçeğin ve/veya hakikatin modern ve daha çok postmodern dönemde anlamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan ‘kaygan’ zeminde birey ve/veya toplumların bundan nasıl etkilendiğini belirlemek şeklinde özetleyebiliriz.

Yalın Alpay evvela İngilizcesi ‘post-truth’ olan kavramı anlamsal açıdan analiz ederek Türkçe’de “hakikatin önemsizleşmesi” şeklinde kullanmayı öneriyor. Hemen arkasından önerdiği kavramı çeşitli cihetleriyle detaylandırarak bir anlamda gerekçelendiriyor. Bu girişten sonra yalan ve gerçek yanılsamasının modern dönemde şimdiki kadar ayyuka çıkmamasının nedenleri üzerinde durarak sürecin neden bu yöne evrildiğini ve nasıl işlediğini ortaya koymaya çalışıyor. İlk ayrımı modernite/postmodernite arasında yapan Alpay, postmodernitenin özelliklerini sıralıyor. Postmodernitenin çerçevesini çizdikten sonra “hakikatin önemsizleşmesi” ile aralarındaki benzerliklere dikkat çekiyor. Böylelikle konuyu temellendirerek bu iki kavram arasında hakikat olgusu özelinde var olan dışlayıcı ortak ilişkiyi açığa çıkarmış oluyor.

Yazar, postmodernite ve “hakikatin önemsizleşmesi” arasında yaptığı ilişkilendirmeyle kavramların etkileşimsel boyutunu belirledikten sonra konuyu dil üzerinden insanları etkilemenin nasıl sağlandığına getiriyor. Esasında bu etki faaliyetleri bir dil oyunudur. Yani, mesele dilin yapısal özelliklerinin insanın psikolojik zaafları üzerindeki etkisinden faydalanmaktan ibarettir. Alpay, söz konusu dil oyununu açıklarken Aristoteles’in (MÖ 384-322) dil kullanımına dair yaptığı kategorizasyondan yola çıkıyor. Yalnız, önce mantık, aklın ilkeleri akıl yürütme konularına felsefi açıdan kısaca değinerek konuyu temellendiriyor. Sonrasında Aristoteles’in “Beş Sanat” şeklinde formülüze ettiği ‘savlar hiyerarşisi’ sınıflandırmasına geçiyor.

Bu hiyerarşi, sadece gerçeğin kanıtlandığı tanıtlama, gerçeği kanıtlamak yerine rakibi susturmanın yöntemi diyalektik, salt iknayı sağlayan retorik, doğruluğu olmayan ve düşsel bir alan olan şiir ile muhatabın algısını çarpıtarak yanılmasına yol açan safsata olarak tanımlanıyor. Buradaki sıralama aynı zamanda giderek gerçekten/hakikatten uzaklaşma şeklinde kendini gösteriyor. Yalın Alpay ilk dört başlığa kısa kısa değindikten sonra kitaptaki ikinci önemli konuyu oluşturan safsata meselesine geçiyor.

Müellif, safsata kelimesinin anlamı üzerine detaylı bir giriş yapıyor ve zihnin safsataya neden kapıldığını başlıklar hâlinden açıklamaya çalışıyor. Bu başlıkları safsatanın zihne sızdığı içsel ve dışsal çatlaklar olarak tanımlıyor. İçsel çatlakları insanın zaafları oluştururken dışsal çatlaklar sosyo-kültürel yapının sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yalın Alpay bu çatlaklara dikkat çekerek ne kadar farkındalık oluşturulabilirse sızmanın o derece engellenebileceğini belirtiyor.

Kitapta safsata kavramıyla ilgili tanımlar yapıldıktan ve oluşma nedenleri belirtildikten sonra yazarın öznel olarak belirlediğini söylediği safsata örneklerine geçiliyor. Yazar buradaki örnekleri saptadığı en çok kullanılan safsata türleri şeklinde açıklıyor. Verilen örnekler günlük hayatta farkında olmadan ya da görmezden gelerek yaptığımız hataları gözler önüne seriyor. Bu hataların çokluğu ve kullanım sıklığı konuştuğumuz dilin neredeyse tamamen safsatayla örüntülü olduğu endişesi doğuruyor.

Yukarıda yazılanlardan sonra en önemli konuya; safsatanın ne olduğuna değinmemek olmaz sanıyorum. Genel olarak saçma, yalan, palavra gibi kelimelerle ya anlamlarıyla karıştırılan safsata, ‘doğru gibi görünen ama aslında doğru olmayan hileli akıl yürütme yöntemidir’. Daha net ifadeyle ‘mantıksal açıdan tutarsız akıl yürütmedir’. Günlük dilde dikkat edilmediği takdirde pek fark edilemeyen bu yöntem özellikle politik söylem ve medya ortamları başta olmak üzere -birebir ilişkiler de dâhil- hayatın her alanında kullanılarak bizleri doğrudan etkiliyor. Hayatımızın artık vazgeçilmezi olan sosyal medya ile birlikte ‘post-truth’ (hakikatin önemsizleşmesi) kavramının da muazzam etkisiyle maruz kaldığımız çarpıtma ve yalanın boyutu gün geçtikçe artıyor. Bu bağlamda safsataların doğru karar vermemezi etkileyen hatta engelleyen ve zarar görmemize sebep olan süreçleri ortaya çıkardığı görülüyor. Bunu engellemenin yolu ise safsata konusundaki farkındalığı arttırmaktan geçiyor.

Yalanın Siyaseti bir yandan safsataya dair farkındalığı artırırken bir yandan da safsatanın varoluş koşullarını gösteriyor. Postmodernite ile birlikte ele alınışı fotoğrafı daha geniş perspektiften görmeyi sağlıyor ve verilen güncel örnekler ve değerlendirmeler anlamı pekiştiriyor.

Kitaba dair iki konuda şerh düşmek gerekirse, Yalın Alpay’ın modernitenin bittiği ve postmodernitenin yeni bir paradigma olduğu söylemine katılmadığımı belirtmek isterim. Bu konuda postmoderniteye ithafen “modernite-tamamlanmamış bir proje” diyen Jürgen Habermas’ın görüşünün daha isabetli olduğu kanaatineyim. Zira postmodernite paradigmayı değil sentagmayı, yani ‘değerler dizgesini’ değil ‘değerler dizilimini’ değiştirmiştir. Sistem özünde aynı arkaik köklere sahiptir. Paradigma değişimi, modernitede olduğu gibi uygulayıcı ve uygulamanın tüm yönleriyle değişimidir. İkinci şerh konusu; Yalın Alpay’ın Türkiye için verdiği örneklerde ‘sağ muhafazakârlık’ kadar ‘sol muhafazakârlığa’ değinmemesidir. Konuyu siyasi angajmana çekmeden belirtmek gerekirse, bu toplumun sorunlarında sağ muhafazakârlık ne kadar sorumluysa sol muhafazakârlık da o kadar sorumludur. Dolayısıyla her iki kanat da safsata açışından diğerine rahmet okutacak kadar sorunludur.

Hamiş: Her ne kadar sevgili Yağız Gönüler seri yazıları ekstra bir yük ve sorumluluk olarak üzerimize almamamızı rica etse de post-truth ve safsata konuları birkaç kitap değerlendirmesi daha olacak gibi görünüyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

2 yorum: