SAYFALAR

12 Nisan 2020 Pazar

Hakk'ın feyzi ansızın gelir, lakin uyanık bir kalbe gelir

"Mürşid-i kâmil ve tabib-i rûhânîye ihtiyaç sabittir. Rehbersiz sülûk-ı tarik müteazzirdir [yola çıkmak zordur]."

Okuyucular ve yolcular birbirlerine çok benzerler. Ancak bir yanılgıları vardır ki okudukları kitapları  ya da gittikleri yerleri kendilerinin seçtiklerini zannederler. Oysa her şey bir tercihten ibaret değildir. Kalpten kalbe olan yollar -ki bu yolların en güzeli muhabettir- görünmez. Ansızın oluverir. Bazen bir kitap bizi bekler mesela, asırlar evvel Hakk'a göçmüş bir zât-ı muhteremin beklediği gibi. Çağırmak da denebilir buna. O hâlde kimi kitapların ve kimi insanların bizi esaslı bir muhabbete çağırdığını söyleyebilir miyiz? Bal gibi de söyleriz.

Dokuz Risâle'yi çıkar çıkmaz alıp kitaplığıma koymuştum. O güne dair aklımda kalan samimi bir tebessümdür. Zira İstanbul'u avucunun içi gibi bildiğini zanneden biz teknoloji çağı insanları çoğu zaman burnunun ucunu göremeyiz. Senelerce gitmeye niyet ederiz de gidemeyiz mesela bir mekâna yahut mezarlığa. İşte, Zeyrek’teki Pîrî Paşa (Soğukkuyu) Camii Kabristanı'nda sırlı Mehmed Emin-i Tokadî de ziyaretçisini 'gezdiren' büyüklerden. Hemen öyle 'arayan bulur' demeyin. Hayatı boyunca neler aramış da hiçbir şeyi bulamamış kimler gelip geçti bu diyardan. Bazı şeyler bırakın kolay bulunmayı, kolay aranmıyor bile artık. Kabristana girdiğinizde hazretin mezar taşı hafif tepelikte, güzelce korunan bir biçimde size güven verir. Gözlere ve gönüllere hoşluk verecek güzellikte bir mezar taşı vardır. Kâtibzâde Mehmed Refî'nin ta'lik hatla yazdığı kitabede, Tokadî Hazretlerinin medar-ı iftiharı dervişlerinden -yedi yıl hizmetinde bulunmuş ve kendisinden tarikat hilâfeti ile hadis icâzeti almıştır- Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi’nin tarih düştüğü şu beyit yazar: "Peyk-i vahdet sırr-ı pâkinden okur târîhini / Oldu lâhûta revan Allah deyip rûh-ı Emîn."

İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ının Müstakimzâde Süleyman tarafından Türkçe’ye tercümesini sağlayan Mehmed Emin-i Tokadî (v.1745) İstanbul Nakşibendî-Müceddidîliği’nin 18. yüzyıldaki en önemli temsilcisidir. Dokuz Risâle içinde yer alan bölümlerden Hâl Tercümesi'yle birlikte söz konusu kitap bir bütün olarak, hazreti yakından tanımak için oldukça önemlidir. Kitabı hazırlayan Hasan Şahin Aktaş'ın ismini daha evvel başka bir kitapla aklıma kazımıştım. Zira adını daha önce hiç duymadığım fakat tanıdıkça zevk dolu şaşkınlıklar yaşadığım Kitapsız Mustafa Efendi'yi Aktaş'ın vesilesiyle öğrenmiştim. Buraya bir not düşmekte fayda var: Sâliklerin Maksatları (Maksadu's-Sâlikîn) nefis bir kitaptır. Hâcegân yolunu, Kitapsız Mustafa Efendi ile halifelerinin hayatlarını ve dolayısıyla Bayburt çevresinden Anadolu'ya yayılan güzide tasavvuf bahçelerinden bir deste güldür.

Dokuz Risâle, adından da anlaşıldığı gibi içinde birkaç risâleyi barındırıyor. Terceme-i Hâl'de Tokadî Hazretlerinin hocalarına, tasavvufa intisabına, tekke şeyhliğine ve türlü vasıflarına dair bilgiler ediniyoruz. Burada beni şaşırtan iki bilgiyi paylaşmaktan memnuniyet duyacağım zira tasavvuf çevreleri hâlâ mûsıkînin haram olup olmadığını tartışırlarken bakalım bu yolun büyükleri nelere talip olmuşlar.

"Yazısı güzel olduğu hâlde meşhur hattat Yedikuleli Abdullah Efendi'nin yazısına âşık olup çalışarak ondan yazı dersi aldığından yazı sıfat-ı nefîsesinde de şöhret kazandı. Sesi güzel olduğundan bazı mûsıkî üstadlarından makâmât öğrendi. Kimi vakit Şehzâde Camii'nde bazı kimselere Hâfız Divanı okuttu."

"Sultan Mustafa Han'ın Edirne'ye gelmeleri üzerine Kesedâr Ali Efendi'nin oraya gitmesi icâb etti. Emîn Efendi de beraberinde Edirne'de mûsıkî üstâdlarından Hâfız Post, meşhur Itrî Çelebî ve Nazîm Çelebi ile büyük sohbetler eyledi.
"

Bir yandan Hâfız-ı Şîrâzî'nin Dîvân'ı diğer yandan büyük bestekârlarımız Hâfız Post ile Buhûrîzâde Itrî'nin mûsıkî meşkleri... Hazretin hayatında sanatın epeyce yeri olduğunu okuyabiliyoruz sayfalar boyunca. Şiirle de araları pek iyiymiş ki Nakşibendiyye'ye intisâb ettikten sonra şu beyitleri inşâd buyurmuşlar:

Men sâlik-i râh-ı ittikâ'yı dînem
Pâ beste-i în silsile-i zerrînem

Yâ Rabb ber-hemân zi-kayd-ı hestî vu hodî
Ez feyz-i Ebu Bekri Bahâeddîn'em

Hoş ân ki demî biyâr be-nişînem
Ve ravza-i Hâcegân gül-hâ-çînem

Gam nist Emîn eger mecnûn gûyend
Men bende-i dîvâne-i Bahâeddin'em

(Ben dinin takva yolunun yolcusuyum, bu altın silsileye bağlıyım. Ya Rab! Hz. Ebubekir ve Şah-ı Nakşbend'in feyzine mensubum, beni hemencik benlik ve varlık kaydından kurtar. Bize bu demin esintisini getir ki oturmuş, Hâcegân bahçesinin güllerini derliyorum. Ey Emin! Deli deseler de gam değil. Çünkü ben Bahaeddin'in divane bir bendesiyim.)

Malumunuz, hazretin mezarı her daim 'dua makamı' olarak kabul edilmiştir. Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Murâd Buhârî (v. 1720) ve Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Abdülfettâh el-Akrî (v. 1864) ile birlikte "İstanbul'un üç büyük evliyası" arasında gösterilen Mehmed Emin-i Tokadî'nin kabrinin neden dua makamı olduğuna dair şu bilgiler mevcut:

"Hazret-i Şeyh hâl-i hayatında o mezarlık önünden her ne vakit geçse orada bulunan mürşidlere Fatiha okur, bir zaman dahi teveccüh eder, yanından bulunanlara "Bu makamda her vakit böyle teveccüh edip Hakk Teâlâ'dan yardım isteyiniz" diye tavsiyelerde bulunurdu. "Bu merkadda birçok nurlar görünmektedir. Bildiğim çoktur lakin söylememek evladır" sözlerini havi zuhurat olduğu hiss olunmakta idiyse de Şeyh Efendi bundan ziyade ifşaatta bulunmazlardı. Bu gizli sırrın hikmeti ki vefatlarında bu makama defnolunacaklarmış. Bu makamda edilen dua makbul olacakmış."

Hazretin vasıflarına dair bilgileri okurken evvela hâlini ve şânını halktan gizleme konusunda son derece dikkatli olduklarını görüyoruz. Dervişlerine dahi bunu nasihat ederlermiş. Kendilerine mürşid muamelesi yapılmasını men etmişler. Daima hoca-talebe ilişkisini uygun bulurlarmış. Sohbetleri herkesin kabını farklı ölçüde doldurup ziyadesiyle külfetsizmiş. Onu dinleyenler dünya dertlerinden uzaklaşır ve gönülleri ferahlık bulurmuş. Eğer sohbeti dinleyenlerden biri "Efendim, kalbimden geçenleri bildiniz, keramet gösterdiniz" gibi bir söz söylerse hazret onu derhal "Ben aciz bir kulum" diyerek cemiyetinden uzaklaştırırmış. Bu sebeple dervişleri dikkat ve rikkat sahibiymiş. Sokakta dervişlerinden birine tesadüf ederse elini öptürmezmiş. Eğer tazim görürlerse celallenirlermiş. Kalp tasarrufu konusunda geniş bilgiye sahiplermiş: "Bir adamı bir mecliste bir an kendilerine hüsn-i zan sahibi âşık ederlerdi. Yine o mecliste o adamı ettiği hüsn-i zan ve muhabbetle tövbe ve istiğfar edici kılardı. Bu gibi acayip tasarrufları çok olup bu hâllerden zevk duyarlardı."

1743-44 tarihinde Şeyhülislam Mustafa Efendi tarafından vazifeli bulunmayan Emîr Buharî zaviyesi şeyhliği Mehmed Emin-i Tokadî'ye verilmiş. Hazret derhal şeyhülislama varıp "Malûm-ı devletinizdir ki bu fakir, meşihat erbabından değilim. İnayet buyurun. Benim şeyhe benzer bir kıyafetim var mı? Namüstehakka tevcih buyurulmuş. Bir mirasçı olursa onu ihsan buyurun" diye özür dilese de şeyhülislam "Emin Efendi biraderim, biz sizi biliyoruz. Ömrümüz pek kısaldı. Hâlâ kendinizi gizlemek kaydında oluyorsunuz. Mızrak çuvala sığmaz. Siz kendinizi gizlemek menzilini geçeli otuz sene oldu. Özrünüzde fayda yok. Tevcih padişahındır. Kabule mecbursunuz. Kabul etmezseniz emr-i şahaneye itaatsizlik manası anlaşılır. Bunu siz yapmazsınız" buyurmuşlar. Hazret de tekkede oturmayı kabul etmeden göreve uymuş. Senede bir kere tekkede okutulacak mevlüd gecesinde bile yerinde duramaz, bir an evvel evine geçmek istermiş. Etraftan şanını duyup da tekkeye akın eden halk içindeki abartılı yüceltmeler karşısında "Bu herifler bizi deccale döndürdü" derlermiş. Vefatlarından az evvel dervişlerine verdiği öğütlerden biri ise şöyledir: "Tekyemiz var diye bizi tekyeye defnederek üzerimize yüksek bir sanduka, başımız ucuna mum koymayın. Toprak silmeye, sarık sarmaya yarar. Kendisine kötülük eden Cabaz yumurtacısı gibi beni dilenci etmeyin. Gariblerin kabri arasına koyun ki saadet sahibi kimseye komşu olayım da necâtıma bais olsun. Sizin şu ikram ve ihtiram diye birbirinize yaptığınız ihaneti bilseniz, birbirinize rastladığınız zaman aslandan kaçar gibi kaçardınız. Tazîm ve tekrîm ettiğiniz dertli adamın kibir ve gururunu, kendini beğenmesini tahrik etmekten başka faidesi yoktur."

Kitabın devamında tevhîd risâlesi, suâller ve cevaplar risalesi -ki eski dönemlerin dervişlerinin sorduğu sorular şuurun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor-, rûhiyye risâlesi, dervişleri koruma risâlesi, sâlikleri irşâd risâlesi, zikir ta'lîmi risâlesi, nakşbendî tarîkatının kaideleri risâlesi ve vasiyetnâme yer alıyor. Dokuz Risâle'nin sonunda ise Mehmed Emin Efendi'nin manzûmeleri bulunuyor.

"Hakikat yolcusu için yolun âdâb ve erkânı uyulması gereken kuralları, tutulması gereken töreyi ifade eder. İ'tikâd, âdâb ve erkân kitapları marifete ulaşmanın ilke ve yöntemlerini anlatır, sâliki ihsana hazırlar. Bu ma'nâ kalıpları araç olarak görüldüğünde hâl ve makâma ulaşmayı kolaylaştırdığı gibi amaç hâline getirildiğinde yolculuğu zorlaştırıp horlaştıran unsurlara dönüşebilmektedir. Bu imkân atlası ancak kâmil kılavuzların elinde irfan ve ihsanın araçları olabilir." diyor Hasan Şahin Aktaş, takdim metninde. Elhak doğrudur. Sadece kitap okumakla bir şey elde edilmez. Oradaki aşka varmadıktan sonra edinilen ancak kuru bir bilgidir. Kuru bilgi de belki boğazlardan geçer ama gönüllere ulaşamaz. Bundan mütevellit soru sormak, soru sorma imkânı bulmak lazım. Diğer yandan sadece bir kitap okumakla yahut sadece bir kitabı övmekle (maalesef hâlâ bazı büyüklerin kitapları için bundan başka okunacak kitap yoktur, en büyüğü budur gibi hissî sözler edilmekte) seyr edilmez. Seyr için cezbe, sohbet ve zikr olmazsa olmazdır. İşte Mehmed Emin-i Tokadî hazretleri de risâlelerinde dervişlerine ve cümle yolculara önemli nasihatler veriyor. Özellikle gece saatlerinin değerlendirilmesini, tövbenin ve kelime-i tevhid'in daima ağızda olmasını, Hâcegân'ın düstûru olan kelimât-ı kudsiyye'ye (hûş der dem, nazar ber-kadem, sefer der-vatan, halvet der-encümen, yâd-kerd, bâz-geşt, nigâh-dâşt, yâd-dâşt, vukûf-ı zamânî, vukûf-ı adedî, vukûf-ı kalbî) mutlak riayeti öğütlüyor.

Ne gariptir ki haftalarca elim gitse de başlayamamıştım Dokuz Risâle'ye. Bir berat gecesinde başlamak nasip oldu ve henüz ilk sayfalarında öğrendim ki hazret de bir berat gecesinde Hakk'a kavuşmuş. Şükrettik, Mevlâ'dan hayretimizi artırmasını niyaz ettik. Bir güzel gariplik de şu oldu, bir vakit evvel kıymetli bir büyüğüm yaşadığımız depremlerden dolayı panik atak hadisesinden yakındığımı işitince "kaç deprem yaşadın sen?" diye sual etmişti. Fakir de saymıştım; Marmara depremi, Bolu depremi... diye. Hâlbuki doğana kadar yani yeryüzüne gelene kadar kaç deprem yaşıyoruz, kaç zelzeleden geçiyoruz öyle değil mi? Dokuz Risâle'nin soru-cevap risâlesinde bu meseleyi açan oldukça öz bir cevaba tesadüf etmem de pek hayırlı oldu. Panikle değil atakla meşgul olmak lazım. Asgaride kalmayıp azamiye çıkmak lazım. Kalp ancak öyle ateşlenir. Nakşibendî büyüklerinden mesnevîhan Hoca Hüsâmeddin-i Buharî şöyle demiştir: "Murâkabenin hakikati beklemek, yolun nihayeti de bu bekleyişin neticesidir. Bu bekleyiş aşk ve muhabbetin galeyanından doğar. Mürid için biricik kılavuz odur."

Yola çıkmış dervişler için zikr-i kalbî, azimet ve vuslat yolları, murakabe, rabıta, nefy ü isbat, zikir vakitleri, ism-i celal zikri, sükût, açlık ve seherde uyanıklığın ehemmiyeti, uzlet gibi son derece kıymetli kavramları ve tenbihleri barındırıyor Dokuz Risâle. Daima uyanık olmayı öğütlüyor Tokadî hazretleri. "Derviş, agah olur" diyor. O hâlde şu beyitle bitirelim:

Feyz-i Hakk nâgâh âyed
Velî bir dil-i âgâg âyed

(Hakk'ın feyzi ansızın gelir, lakin uyanık bir kalbe gelir.)

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder