SAYFALAR

31 Mart 2020 Salı

Hecenin izinde bir şarklı

“Ağır aksak üç beş vezin ama şöyle dedirten;
Her mısrada buram buram rayihası Türkçenin."

Bir şairin dünyasına girmek, o dünyanın bir sakini olmaya niyetle başlayıp, onun adımlarını takiple devam ediyor ve yolculuk bittiğinde şairin bizi indirdiği durakta dünyamız zenginleşiyor. Çünkü her seyr-ü sefer de olduğu gibi şairle çıktığımız yolculuk ta bizi dönüştürüyor.

Abdulhalik Aker’in şiirleri Şehrin Şarklısı ismiyle Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Böylece sesine dergilerden aşina olduğumuz Aker’in şairliğini deneyimleme fırsatımız oldu zira son dönemde dikkat çeken isimlerden biri olmuştu.

Şiirler üç bölümde toplanmış kitapta. Şiir, Şair ve Hüzne Dair.

İlk göze çarpan Aker’in şiirde biçime dair bir düsturunun olduğu ve bu düsturun dışına hiç çıkmadığı. Önderliğini Süleyman Çobanoğlu’nun yaptığı “modern hece” hareketinin izinden gidiyor şairimiz. Garip akımıyla birlikte nerdeyse Türk şiirinden kovulan hece vezni ve kafiye yıllar sonra Çobanoğlu’nun yetkin şairliğiyle birlikte tekrar gün yüzüne çıkmış ve dikkat çekmişti. Çobanoğlu bu tavrıyla Türk şiirinin asıl karakterinin bu olduğuna işaret ediyordu ayrıca. Türk şiirinin tarihi seyri incelendiğinde ise şairin çok da haksız olmadığı aşikâr ama konu tartışmaya açık. Benim gibi zihni modernizm ile fazlaca sakatlanmış biri için kalıplar bir zorlaştırıcı iken başkası için bir imkân olabiliyor. Galiba bu mesele zihin dünyamızın şekillenmesi ve dil ile münasebetimiz ile alakalı. Şunu da eklemeliyim ki şiirlerini çok beğendiğim Çobanoğlu’nun heceye olan inancını şiirimiz için bir zenginlik olarak görüyorum. Hece ile yazan şairlerden İbrahim Tenekeci’nin de bu kanalı zenginleştirenlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Sanırım yazı boyunca bu konudan ayrılamayacağız. Şiirleri incelerken de hep önümüzde olacak. Lethe Irmağı şiiriyle açılıyor kitap ve şöyle bir dua ile sonlanıyor şiir.

"Lütfet Allah’ım, lütfet el açıp yüz döndüğüm / lütfet ki lisanımdan çözülsün şu kördüğüm."

Lethe Irmağı sanıyorum mitolojide geçmişi unutturduğu rivayet olunan su anlamına geliyor. Şair daha ilk şiiriyle geçmişi unutturulan bir neslin üzüntüsüyle Rabb'inden bu kördüğümün lisanınca çözülmesini diliyor. Aynı itiraz ilk bölümdeki Burçlarda Yalnız şiiriyle devam ediyor.

"Dilimi fersah fersah uzaklara sürdüler / dilim döner eğer o kıvrak bir küheylansa."

Ve geldik Hece ismini verdiği şiirine. Süleyman Çobanoğlu’na ithaf edilen şiirinde Aker “bir şairin temenni ettiği kalıptanım” diyerek durduğu yeri işaret ediyor bizlere.

Sırada Yay şiiri var. Hece vezninin en önemli temsilcilerinden biri olan Yahya Kemal’in Ok şiirine vefa ile diye başlayan şiir klasik Türk şiirin aruz vezinlerinden birinin kalıbı ile hece veznine sadık kalınarak yazılmış ve bu kalıp şiirin altına not düşülmüş. Yanlış hatırlamıyorsam divan edebiyatında en sık kullanılan aruz vezninden yani “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün”den bahsediyoruz. Ayrıca Ok şiirinde Yahya Kemal'in hece ölçüsüyle yazdığı tek şiir olduğu bilgisiyle okununca taşlar yerine iyice oturuyor.

Yarım Şiir isimli şiirinde ise kıyamet gününde elindeki fidanı dikme metaforu ile kendi şiir tanımını yapıyor şair. “Defterlerin kapanıp dürüldükleri günde / ne âlemi var ise fidana yer kazmanın; -şiir böyle bir şeydir hakikaten özünde- / budur nedeni işte yarım şiir yazmanın."

Aker’in Şair ismini verdiği ikinci bölümünde ise Necip Fazıl’dan bir epigraf karşılıyor bizi. Şair hece vezninin bir diğer önemli temsilcisini hatırlatıyor bize.

Bu bölüm kitaba da ismini veren Şehrin Şarklısı ile açılıyor. Bu metafor ile yabancılaşma ve dışlanma vurgusu yapılıyor. Üyesi olduğu topluma ait olamama, iğreti durma vurgusu yapılıyor ama bunu şairliğin şanından sayıyor şair.

Kitabın üçüncü bölümünde ise Cahit Sıtkı’dan bir epigraf karşılıyor. Yani hecenin en iyi şairlerden biri. Bu bölümde bir de Cahit Sıtkı Tarancı isimli şiir var ayrıca.

Yolun ilk yarısında renkler siyaha döndü
Semada bir kuş gibi o bombalar uçarken
On altı yıllığına dünya güzel göründü
Bir şair bisikletle Nazilerden kaçarken

Mısralar sevinmişti felçli dudaklarını
Kırk beşinde yeniden “anne” için açarken

Bu şiiri anlamak için ise Cahit Sıtkı’nın hayatını bilmek elzem. Yükseköğrenimi tamamlamak için Paris’e giden şair İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle ülkesine dönmek zorunda kalır fakat sınırlar kapalı olduğu için dönemez ve bir bisiklet bularak dağ yollarından İsviçre’ye gitmeyi başarır. İstanbul’a döndükten yıllar sonra ise felç nedeniyle Viyana’ya götürülür ve orada kırk altı yaşında vefat eder.

Aker’in şiirinde bariz bir Cahit Sıtkı etkisi görülür. Tarancı gibi çocukluğa özlem, yalnızlık ve yaşadığı çağa ait hissetmeme şiirlerinde göze çarpar. Bunda iki şairin de aynı toprağın insanı olmasının da payı var mı bilinmez ancak bir ruh arkadaşlıkları olduğu aşikâr. Galiba bu yüzden kitap boyunca sanki hecenin bu önemli şairleriyle aynı kuşaktan bir şairin gün yüzüne çıkmamış bir kitabını keşfetmişsiniz de onunla hemhal oluyorsunuz gibi bir his çevreliyor sizi. Bana öyle oldu en azından.

Tüm bunların ışığında şairin biçimle ilgili olgunlaşmış bir meselesinin olduğu ve bundan mülhem de şiir üzerine kafa yoran ve bu konudaki arayışını bitirmiş bir şair olduğunu söyleyebilirim. Dil konusunda ise pürüzsüz akıcı bir üslupla karşılaşıyoruz. İmgeler genel olarak kendini hemen açık etmeyen üzerine düşünmenizi isteyen tarzdan. Bazı şiirleri ise içine ipuçları saklanmış tarzdalar ve ancak o ek anlamlardan haberdarsanız tam olarak nasibinizi alıyorsunuz. Aker’in bunu da kasten yaptığı zaten belli. Her mısraında bize Türkçenin türlü rayihalarını buram buram hissettiren, beni fakülte günlerime götüren Aker’in ikinci kitabının yolunu gözlüyor olacağım.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

30 Mart 2020 Pazartesi

Süslü heveslerin öldürdüğü atlar ve sancılı yıllar

"At nemize? diyeceksiniz; 
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, 
çağ şimdilerinde; İnsanoğlu basbayağ."
- Metin Eloğlu, A (Edip Cansever'e)

"Çırpını çırpını giden atlardan indik 
Girmek için patavatsız yurttaşlar sırasına."
- İsmet Özel, Naat

Toplumun değişen, dönüşen ve her ne kadar geride bırakıldığı zannedilse de zaman zaman önüne çıkan meselelerine değinen romanlar her zaman ilgi çekmiştir. Kentleşme, aile kurumunun bozuluşu, maddiyatın insan ilişkilerinde en önemli konuma yükselişi, dilin esnekliğini kaybedişi, teknolojinin hakimiyeti, doğanın harap olması gibi türlü mevzular geçmişte de şimdi de her yaştan okuyucuyu etkilemiştir. Okuyucu, romanını seçerken bunları göz önünde bulundurduğu gibi kimi zaman da koleksiyon arzusuyla yaklaşabilir kitaplara. Mesela ben At Sancısı'nı adı sebebiyle aldım. Kapakta 2019 Everest İlk Roman Ödülü yazmasına pek takılmadım. İsminde at geçen bütün kitapları biriktirmiyorum elbette ama Per Petterson'ın At Çalmaya Gidiyoruz'u ve Abbas Sayar'ın Yılkı Atı gibi okurken güzel zaman geçireceğimi sezmiştim. Sezgimde haklı çıkarken Jorge Luis Borges'in o nefis cümlesini de anmak isterim: Başkaları yazdıkları sayfalarla övünebilirler;/ ben okuduklarımla gurur duyuyorum.

Hiç abartısız, harikulade bir dil işçiliği var romanda. En önce bunu söylemeliyim. Kitaba başlarken kadar yazarın kaç yaşında olduğuyla ve daha önce neler yazdığıyla hiç ilgilenmemiştim ancak bu dil işçiliği bazı meraklar uyandırdı elbette. Elvan Kaya Aksarı'1990 doğumlu olduğunu öğrenince şaşırdım, sonra da şaşırdığım için utandım. Çünkü yazar gayet titiz davranmıştı ve ciddi bir mesai harcadığı da ortadaydı. Okuyucunun kelime haznesiyle dalga geçmemiş, atlara dair hakimiyetini belli ederken dahi mütevazı davranmış, kurgusunu diziye-filme de uysun diye görsel detaylara boğmamıştı. Daha ne olsundu? Zorunlu inzivaya maruz kalıp adeta ev sancısı yaşadığımız bu dönemde At Sancısı, insanı bir gün de olsa gündemin kaosundan ve telaşından uzaklaştıran güzellikte bir roman.

Demokrat Parti iktidarının koyduğu en yüksek hedeflerden biri, halkı motorlu taşıtların konforuyla tanıştırmaktır. Kararı alanlarla kararı uygulatacak olanlar arasında fikir birliği vardır fakat bu karara maruz kalacak olanlar, yani geçimini atlı taşımacılıkla sürdürenler tarafında iş nasıl olurunu bulacaktır? At menkıbeleriyle büyüyen ve atları çok önemseyen, kanaat esasına göre yaşayıp oğlununun huzurlu bir yuva kurmasından başka derdi olmayan Süleyman var karakterler arasında. Turşu Baba, atçı tayfasının soluk almak için hem muhabbetine hem de fikirlerine başvurduğu tek kişilik ihtiyar heyeti. Barış Bey; devletin yetiştirdiği, İstanbul'u at arabalarından kurtaracak olan yüce(!) fikri ilan edecek ve en hızlı biçimde uygulayacak olan bir memur. Hanımı Birçe, ne kadar batıyı takip etse de bir ayağı kendi topraklarında. Barış'ın yaveri Yakup, müneccimliğe meraklı, zayiçelerle meşgul olmayı seviyor, yerde bulamadığını gökte arıyor yani. Kahveci Köse var, o zamanların lezzetli kahvehane sohbetlerine onun mekânı sayesinde tanıklık ediyoruz romanı okurken. İki sağlam dost, Fenerbahçeli Nedim ve Nazım var sonra. Aralarında geçen çok hoş bir konu var, buraya almazsam rahat edemem. Biraz uzun olabilir ama inanın değecek, buyursunlar:

" - Yahu Nedim, ayağına top değdiğini görmedim ama sendeki şu Fenerbahçe iptilası nedir be kardeşlik? Şahsî fikrim, Şark'ta her şeyin cem olmaktan geçmesine isnat ediyor bu durum. Camisi, cemiyeti, mecmuası, cemaati, say sayabildiğine her şey cem makamından. Koskoca memleket, işte bu kadar ahali, bir camiadan ibaret. Ama hayat öteki türlüsüne de izin vermiyor. Bunca adam yarın bir sobanın etrafında toplanacak. Her odasında kalorifer yansa böyle mi olur? Üşüyen adam ferdiyetçiliği neylesin, evvela kemikleri ısınmalı. Koyunlar bile üşüyünce birbirine sokulur. Alışmamışız fert olmaya. Herifçioğlu günahın affı için papazın karşısına çıkar bizde âminler bile müşterektir. Hangisi doğru kestirmek güç, gerçi kestirsen ne olacak, öteki türlüsüne de züppe denilmez mi bizde?"
- Nazım ben senin gibi alengirli tantanalı konuşamam. Kelimeler ağzımda aşure olur, onun da kıvamı tutmaz. Ama insan dediğin seçer, seçmek ister. Seçerek var olur. Yapmanın müşkülü çok lakin seçmek öyle mi? Çay içerim, kahve aramam mesela. Sigara içerim de ot nedir bilmem. Bunlar hem rahatlatır beni hem de işte o 'camia' dediğin teşkilatta mensubiyetimi berkitir. Çayı seçmesem, tütünü bilmesem şuraya gelir miydim, oldu ki geldim, ne kadar gönül eğlendirebilirdim? Fenerbahçe de böyle. Semtin takımını tutacaksın ki, o semti sahipleneceksin. Sen semti sahiplenirsen semt de seni sahiplenir. Nasıl diyeyim bu tercihler sayesinde ben seni, yaşadığım semti, karımı, aşımı sahiplenebiliyorum. Fenerbahçesiz Kadıköy, herhangi bir köydür, lafını etmeye değmez. Yapmaya fırsatın yoksa da seçmeye de mi yok? Hem seçmek o kadar kötü olsa millet rey vermek için birbirini yer miydi? Cumhur seçmesin de cumhuriyet sele mi gitsin?"

Romanın geçtiği tarih 1958. Yazarın bir röportajında gayet yerinde hatırlattığı gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın günlüklerinde "Türkiye beni yedin!" yazdığı, çok sevdiğim şair Metin Eloğlu'nun bir şiirinde "Burası önce Türkiye, sonra Pompei’nin son günleri" dediği yıllar. Atların bir sancı olarak görüldüğü, karayollarının genişletildiği, motorlu araçların girmedik sokak bırakmayacağı yılların başı. 1947-48'de ise at vebası bahanesiyle Türkiye'deki atların neredeyse hepsinin öldürüldüğünü İsmet Özel defaatle hatırlatmış, "Eğer biz Türkiye olarak süvari birlikleri olan bir ordumuz olsaydı bugün dünyada parmakla gösterilen bir ülke olacaktık. İkinci Dünya Savaşı sırasında motorize birliklerinin yapamadıklarını süvari birlikleri yaptı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya hiçbir zaman ciddi bir savaş görmedi" demiştir. Ne önemi var bunların diye düşünen biri roman okumamalı, şiir hiç okumamalı. İkisi de asgaride kalmak istemeyenler için yazılır çünkü. Nedeni sorgulamak, yaşamı detaylandırmak için. Derinde, dipte duranı keşfetmek için. 

Elvan Kaya Aksarı'yı yürekten tebrik ediyorum. Dilimizin tüm lezzetiyle atlara dair gösterdiği hatırşinaslık için. Romandan Sümbül'ün sözleri hem o günleri hem de bu günleri ne güzel anlatıyor aslında: "Kehribara naylon karıştı, surun üflenmesi yakındır."

Yağız Gönüler

25 Mart 2020 Çarşamba

Nostalji nedir?

Zygmunt Bauman (1927-2017) insanın gelecekte yaşamayı arzuladığı yeri kurgularken geçmişten (tarihten) referans aldığını söyler[1]. Ona göre geçmişte pratize edilmiş bir örneği olmayan ‘nostaljik’ bir yanılsamadır bu. Burada dikkat çeken kavramın nostalji olduğunu görüyoruz. Zira gelecek için geçmişe atıf yapılan bir kavram kullanılıyor. Nostalji kelimesi sözlükte “geçmişte kalan güzelliklere duyulan özlem; geçmişe duyulan aşırı özlem; sıla özlemi” veya “değişime karşı duyulan korku nedeniyle geçmişe sığınma; geçmişseverlik” olarak tanımlanıyor[2]. Son derece hisli ve nahif bir kavram. Günlük hayatta kullanıldığında insanın içinde gayriihtiyari bir hoşluğa yol açıyor. Geçmişi yad etmek ister istemez bir sıcaklık hissi doğuruyor.

Kolektif Kitap’tan çıkan Nostalji adlı çalışma bu nahif kavramı ele alıyor. Felsefe alanında akademisyen ve filolog olan Barbara Cassin imzalı yüz on iki sayfalık eserin çevirisi Seçil Kıvrak tarafından yapılmış. Nostalji kelimesini etimolojik yönleniyle ele alarak felsefi, tarihi ve kültürel açıdan analiz eden yazar mitolojiden büyük oranda faydalanıyor. Cassin önce Yunan mitolojisiyle başlayıp ardından Roma mitolojisine değinerek karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıyor. Daha sonra nostalji kavramı üzerinde yaptığı mitolojik değerlendirmeyi dil bağlamında genişleterek günümüz dünyası açısından yorumluyor. Cassin amacını “Bu kitap ‘nostalji’yle birlikte vatan, sürgün ve anadil arasındaki ilişkiyi irdeliyor.” şeklinde özetliyor.

Detaya geçmeden önce kitaba ismini veren nostalji kelimesinin kökenine değinmek gerekirse, Barbara Cassin kelimenin Antik Yunanca gibi durduğunu ama çok daha yakın dönemde kullanıma girdiğini belirtiyor. İsviçre’den dünyaya yayılan bu kelimenin hikâyesi oldukça dokunaklıdır. İlk defa 1600’lerin ikinci yarısında memleketini özleyen İsviçreli asker ya da öğrencilerin ‘hastalığı’ için kullanılmıştır. Öyle ki sılaya döndüklerinde kısa sürede iyileştikleri kayıtlara geçmiştir.

İnsan Ne Zaman Evindedir?” alt başlığını taşıyan kitap toplamda dört bölümden oluşuyor. Barbara Cassin, giriş olarak da nitelendirebileceğimiz “Korsika Misafirperverliği” başlıklı ilk bölümde ev, eve dönüş ve evde oluş konularına anıları üzerinden açılım getirmeye çalışıyor. Paris’te yaşayan Cassin “evim olmayan evim” olarak nitelediği Korsika’ya yaptığı seyahat(ler)in hangi anlamlara gelebileceğini sorguluyor ve ‘insanın geçmişinde yurt olarak bir alakasının olmadığı bir yerle ilgili nostaljik hisler duyup duyamayacağını’ gündeme getiriyor. Yazarı bu düşünceye sevk eden şey, garip kültürüyle modern yaşamın biraz dışında kalan Korsikalıların onu evinde hissettirecek şekilde davranmalarıdır.

Odysseus ve Eve Dönüş Günü” adını taşıyan ikinci bölümde Yunan ozan Homeros’un (MÖ 9. yüzyıl) Odysseia adlı destanın başkarakteri Odysseus’un başından geçenler nostalji kavramı bağlamında ele alınıyor. Odysseus doğduğu yerden yani memleketinden sürgün edilmiş ve ancak uzun yıllar sonra dönebilmiştir. Öyle ki, Odysseus döndüğünde yaşlı köpeği hâricinde karısı dâhil kimse tanımamıştır onu. Cassin, bu süreç içinde Odysseus’un yaşadığı ‘sıla ve aile özlemi’ nostalji olarak değerlendirilebilir mi diye soruyor. Sorunun en can alıcı noktası Odysseus’un tekrar yola çıkacağını bilerek yurduna dönüşüdür. Sılaya dönüş olup olmadığı tartışılabilir olan bu ânın ortaya çıkardığı his nostalji anlamında değerlendirilebilir mi? Zira yıllar sonra aynı mekâna gelen kişi yıllar öncesinin imajıyla karşılaşmak ister fakat gerçeklik artık farklı bir durumdur. Cassin bu durumu şöyle açıklıyor: “Odysseus sonunda oradadır ama aslında hiç de orada değildir; başka bir biçimde, başka bir idededir.

Üçüncü bölüm “Aeneas: Nostaljiden Sürgüne” başlığını taşıyor. Romalı şair Publius Vergilius Maro’nun (MÖ 1. yüzyıl) eseri olan Aeneis’in başkarakteri Aeneas da yurdundan ayrılmıştır. Bu açıdan Yunan mitolojisindeki Odysseus’un Roma mitolojisindeki muadili gibi düşünülebilir fakat Aeneas’in yurdundan ayrılışı sürgün değildir. Aeneas İtalya’yı kurmak için Troya’dan yani Helen (Yunan) topraklarından ayrılmıştır. Dolayısıyla, bölüm başlığında da ima edildiği üzere geleceğe yönelik bir nostaljidir bu. Aeneas köklerinin ayrıldığı mekâna dönerek tekrar kök salmayı amaçlamaktadır. Barbara Cassin, Aeneas’in durumunun nostalji kavramı açısından ne anlama gelebileceğini sorguluyor. Zira Aeneas aslında yolculuğunu atalarının yurduna yapmaktadır. Bu açıdan ‘yaşanmamış’ geçmişe özlemle ilişkilendirilebilir bir alan doğmaktadır ama olay gelecekte gerçekleşecektir.

Barbara Cassin ele aldığı iki destandan yola çıkarak Yunan ve Roma (İtalyan) halklarının hem etnik hem de kültürel olarak birbirine karıştığını fakat kullanılan dil açısından kesin biçimde ayrıştığını belirtiyor. Filolog olan Cassin buradan hareketle bir millet için asıl belirleyici olanın dil olduğu vurgusunu yapıyor ve dil konusuna ayrı bir alan açarak anadilin anlamı ve sürgün olunan/gidilen yerde maruz kalınan dilin etkileri üzerinde duruyor. Örneğin Odysseus yıllar sonra bile Yunanca konuşurken, geçmişinde Yunanca konuşan Aeneas artık Latince konuşmaya başlamıştır. Latince Yunanca’ya galip gelmiştir. Diğer yandan Cassin’e göre Romalıların dilinin ‘Romaca’ değil de Latince olması ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur. Bu açıdan Romalılık kurgusal bir kimliktir. Roma halkının biri doğduğu yer diğeri vatandaşlık olmak üzere iki kimliği, iki vatandaşlığı vardır. Bunun anlamı, Guillermo Rosales’in dediği gibi topyekûn sürgünlüktür[3]. Cassin topyekûn sürgünlüğü “dâhil eden ötekilik” olarak tanımlıyor. Yapılan tanımlar modern insanın bugün içinde olduğu durumu anlamak açısından oldukça manidar.

Arendt: Vatan Yerine Dile Sahip Olmak” başlığını taşıyan dördüncü bölüm Alman Yahudisi olan Hannah Arendt’in (1906-1975) İkinci Dünya Savaşı sırasında önce Fransa’ya, oradan da Portekiz üzerinden ABD’ye olan ‘sürgününe’ dair düşüncelerini içeriyor. Başlığından anlaşılacağı üzere bölümün temel noktası anadil olarak belirlenmiş. Arendt’e göre anadilin kültürü ve kimliği korumadaki işleviyle geçmişle bağı koparmamaya yarayan nostaljik bir tarafı vardır. Sürgün ise anadili ‘denatrüralize’ ederek bozguna uğratır ve insan için doğallığını bozar. Bir başka deyişle dil olgusunun nostaljik yanı bozuma uğrar. Sürgün, birey için yeni bir dili ‘naturel’ hâle getirir. Bu süreci yaşayan Arendt’e göre “vatanı belirleyen atalarının toprağı değil, konuştuğu dildir.” Bir söyleşide Hitler öncesi Almanya’yı özleyip özlemediği sorulduğunda “Ona hiç nostalji duymadığımı söyleyemem../..Ondan geriye dil kaldı.” demiştir. Bu bağlamda Almanca’yı farklı bir yere koyan Arendt öğretilen/öğrenilen bir kimlik olarak tanımladığı Yahudiliğini önemsemekle itham edilmiştir. Ona göre dil insanın kimliği, kültürü ve aidiyeti açısından çok önemlidir çünkü o ‘Almanya’dan sürgün edilmekten öte Almanca’dan sürgün edildiğini’ düşünmektedir. Bu anlamda halk ve vatan değişir; asıl belirleyici olan dildir. Zaten sürgün edilen birinin de yanında götürebileceği yegâne şey anadilidir. Diğer yandan yaşadıkları yüzünden sürgünler iki dilin kekemesi olurlar. Tam olarak kullanamadıkları anadilleri ve tam olarak edinemeyip maruz kaldıkları dilin kekemesidir onlar. Anadil ortadan kalktığında kullanılan dil sadece propagandadır. Bütün bunların nihayetinde sürgünlük başta olmak üzere insanın içinde olduğu durum Edward W. Said’in (1935-2003) tabiriyle Yersiz Yurtsuz’luktur[4]. Said otobiyografik eserinde çok kimliliğine vurgu yaparak aslında hiçbir yere ait olmadığını açıklamaya çalışmıştır. O Filistinli bir Hıristiyan olarak önce Mısır’a ardından ABD’ye gitmek zorunda kalmış ve ABD vatandaşı olmuştur fakat yaşadığı tüm bu süreçleri açıklayan en net tabir yersiz-yurtsuzluktur. Bir mekâna ait ya da sahip değildir.

Nostalji birçok açıdan dolu bir kitap. Avrupalılık kültürünün da temelinde yer bulan iki antik destan ve geçtiğimiz yüzyılda iz bırakmış bir yazarın ele alındığı bir metnin edebi açıdan doyurucu olmaması düşünülemez. Nostalji’de felsefeden mitolojiye, filolojiden tarihe, coğrafyadan ekolojiye, dinden edebiyata, siyasetten kültüre kadar geniş bir alanda düşünsel bir devinim söz konusu. Batı kültürünün iki kurucu metni üzerinden kısmen de olsa antik dönemin hayata bakış açısını yansıtıyor. Bunun ötesinde günümüzün en önemli sorunlarından olan göçmenlik olgusuna dair önemli açılımlar yapmaya imkan tanıyan bir metin.

Kaynakça:
[1] Bauman, Zygmunt: Retrotopya, Çeviren: Ali Karatay, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018.
[2] Türk Dil Kurumu: Türkçe Sözlük. Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2005.
[3] Rosales, Guillermo: Felaketzedeler Evi. Çeviren: Gökhan Aksay. İstanbul: Jaguar Kitap, 2017.
[4] Said, W. Edward: Yersiz Yurtsuz. Çeviren: Aylin Ülçer. İstanbul: Metis Yayınları, 2014.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Mart 2020 Pazartesi

Gönlün yorgun olduğu yerden hiçbir şey çıkmaz

“İnsan sadece mantıkla tatmin olmaz, duygu arar. Duygununsa İslam’daki karşılığı muhabbettir.”
- Sadettin Ökten

Kalpten kalbe bir yol var demişti Neşet Ertaş o kendine has şivesiyle. Gönle dokunan türkülerinde bir muhabbet havasının yüceliği ve aynı zamanda mütevazılığı göze çarpıyordu. Geçmişimizde muhabbet ve gönül ehli birçok mütefekkirimiz oldu, birçok şairimiz, yazarımız ve daha birçok büyüğümüz. Tıpkı Neşet Ertaş gibi muhabbete, gönle dokunan sözleriyle yer ettiler bizde. Bize muhabbetin ve gönlün önemini söylemeden hissettirdiler bazen. İnsan konuşacak bir dost bulduğunda varlığının büyük kısmını tamamlar. Bu dost illaki bizimle aynı sosyal statüde, yakın yaşlarda veya benzer mertebede olmak zorunda değildir. Arada muhabbet ve gönül bağı kurulduğunda her şey hallolur ve ondan sonra muhabbetin lezzetinden söz edilir sadece (Gerçi artık sohbetler ‘politik olarak aynı bakış’a indirgendi). Hangi konudan konuşulursa konuşulsun, en dünyevi konudan bahis açılsa bile dostla konuşulan konu farklı hissettirir insana. Çünkü insanın ruhu bir muhabbet arar. Bu en münzevi yaşayanda da böyledir. O da kendiyle muhabbet eder dost olmadığında. Gerçek diyebileceğimiz dostu bulduğunda ise ona yönelir. Sadettin Ökten’i de Kemal Sayar’ı da okuryazarlıkla biraz hemhal olan herkes bilir. İkisi de muhabbet ehli kimselerdir. Gönle dokunan yazıları, kitapları vardır. İkisi de aslında muhabbet kavramına uzak mesleklere sahiptir. Sadettin Ökten inşaat mühendisi, Kemal Sayar ise psikiyatristtir. Elbette psikiyatri konuşarak ifa edilen bir meslektir ancak bu konuşmalar bir dostla edilen muhabbet gibi değildir. Ve bu iki değerli insan da gönül ehli oluşlarını mesleklerine yansıtmışlar ve mesleklerine yeni bir tanım getirmişlerdir.

Erkam Radyo’da Gönül Sadası programıyla hatırladığımız bu iki değerli insanın o programda yaptıkları konuşmalar Turkuvaz Kitap'tan neşredildi ve çok kısa sürede üst üste yeni baskılar yaptı. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Dünyaya Geldim Gitmeye dizesiyle üst başlığı oluşturulan kitap Gönül Sadası’ndan Akisler alt başlığına sahip ve tıpkı alt başlığına uygun bir konuşma metniyle açılıyor. Gönül, mânâ, güzel bakmak gibi kavramlar etrafında dönen konuşma zaman zaman modern hayatın yıkıcılığıyla ilgili tespitler ve eleştiriler de içeriyor. Bu konuşmadan ise bir sonuç çıkarıyoruz: İnsan dünyada garip ve yalnızdır. Fakat burada Kemal Sayar’ın henüz ilk cümlesi dikkat çekiyor. İki güzel kelimemiz var: gönül ve sada. Bunlar bize mahsus kelimeler. Batı dillerinde tam manasıyla karşılığı yok. Bu cümleyi kuran bir psikiyatr olunca benim daha da dikkatimi çekti. Çünkü günümüzde her şey gibi ruh bilimiyle ilgili meslekler de mekanikleşmeye başladı. Bu mekanikleşmeye direnen bir görüntüsü var Kemal Sayar’ın ve bu tespiti de çekinmeden yapması bir okur ve ruh sağlığıyla ilgili bir alanda çalışan biri olarak hoşuma gitti. İlk söyleşiden sonra kalan otuz söyleşinin de gidişatı ya da en azından ne gibi konulara değinileceği ve hangi bakış açısıyla konuşulacağı anlaşılıyor. Kemal Sayar konuşmaya sık sık ruh hekimi kimliğini de katmış ve bu konuşmaya farklı bir bakış sağlamış. Sadettin Ökten Hoca ise hep aynı bildiğimiz gibi: Derin, bilgili ve nahif.

Sohbetlerdeki sıcak ve samimi hitap hem okuru kitaba daha da çekiyor hem de bir seviyeyi koruyor. Ancak bundan, sohbetlerin günlük rutin konuşmalardan oluştuğu anlamı çıkmasın. Evet spontane gelişen sohbetler bunlar. Herhangi bir metne bağlı değil ancak sıkı konular konuşuluyor. Örneğin henüz ikinci konuşmada Sadettin Ökten’in sağlam bir determinizm eleştirisi yapması, ‘ben ve ‘biz’ kavramları etrafında batının ve İslam’ın bakış açılarının karşılaştırılıp incelenmesi, Sadettin Ökten’in kendi kitaplarında sık sık yaptığı gibi şehircilikle ilgili tespit, eleştiri ve önerileri bunlardan sadece bazıları. Estetik değerlerin göz ardı edilmeden ve İslam dairesinden çıkmadan yapılan istisnasız her konuşma (31 tane) okura mutlaka farklı bir kapı açıyor. Mesela, daha önceki kitaplarının birinde şehir bir ahlâk meselesidir diyen Ökten Hoca’nın bu kitapta da “şehir sadece akılla kurulan bir yapı değildir, şehirde maneviyat vardır. Bir gotik kilisede de kendine özgü maneviyat vardır. Kendi şehrimizi biz imar edeceğiz, dolayısıyla koruyacağız, dönüştüreceğiz” demesi gibi. Şehircilik konusu açılınca bilge mimar Turgut Cansever’i de anmamak olmaz ki zaten Sadettin Ökten hocanın da birçok düşüncesi Cansever’le örtüşüyor. Çünkü benzer yerlerden bakıyorlar dünyaya.

Büyük şehirlerdeki insanlar için artık iş kavramı tamamen mekanik bir hâle dönmüş durumda. Sabah kalk-araca bin-işe git-yemek ye-mesaiyi bitir ve eve gel. Hatta eve geldikten sonra yapılan şeyler bile sanki bir makineymişiz de onun gereğini yapıyormuşuz gibi hareketlerden oluşuyor. Bununla ilgili son zamanlarda çıkan bir kitap vardı: 6.27 Treni. Kitabın asıl konusu insanın mekanikleşmesi olmasa da arka planda eleştirilen bir hâldi bu. Oysaki kadim medeniyetimizde böyle bir şey yoktur, olsa da büyük çoğunluğu kapsamaz. Elbette klişe bir şekilde geçmiş övgüsü yapmayacağım. Şu anda yaşıyoruz ve geçmiş bazı yönleriyle her zaman daha cazip gelebilir birçok dezavantajları da olmasına rağmen. Fakat şu andaki hayatımızdan atamayacağımız birçok şeyi de barındırmaz. Ancak iş hayatı söz konusu olduğunda şimdiki mekanikleşmeyi kaç kişi o zamanki iş/meslek/uğraş durumlarına tercih edebilir? Kim gününün çok fazla bir kısmını para kazandığı işe harcamak ister? Kaç kişi işten arta kalan zamanlarda bir sanatla, hobiyle, ailesiyle, doğayla ilgilenebiliyor? Bu açıdan geriye gittiğimiz kesin. Modern hatta postmodern zamanlarda yaşıyoruz ve bunun gereği de ‘ölümüne çalışmak’. Koreli filozof Byung-Chul Han da buna benzer şekilde, modernite döneminde hedefin hep ileride olduğunu, bu yüzden insanın daima hızlandığını çünkü anlamı orada bulduğunu, belirtir. Sadettin Ökten ise iş hayatının bu olumsuzluklarını karaktere ve ruhun hazzına bağlar:

İş hayatının, hayatın bütününü inhisar etmesi, maalesef karakter erozyonunu beraberinde getiriyor.

Ruh haz alırsa o çizgiye tekrar dönmez. Gönül o hazzı tadarsa biçime bakar, belki imrenir, sonra ‘Bırak benim yolum doğrudur,’ der. Mühim olan gönüldür, kalptir, onun haz almasıdır, o da bir lütf-i ilahidir.

Tabii bunları bu şekilde düşünebilmek için ‘isteme’ denilen kapitalizmin en büyük silahının tahakkümü altına girmemek gerekir. İsteme, daha fazla isteme, elde edince ise bir kenara fırlatıp ya da harcayıp yeniden isteme. İnsanı çürüten bir döngüdür bu. Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “İstemeye başlar başlamaz Şeytan’ın hükmü altına gireriz” demişti. Kemal Sayar ise “Yeter! diyebilmek en büyük zenginliktir” diyor ve mesleki bir sebep getiriyor buna: “Kâfi diyemediğimiz için içimizdeki boşluğu daha fazla şeyle doldurabileceğimizi zannediyoruz.

Hem Sadettin Ökten’in hem de Kemal Sayar’ın bütün sohbetlerin içinde konuyla ilgi anılarından bahsetmeleri, özellikle Kemal Sayar’ın mesleğindeki bazı olayları konuyla bağdaştırıp örnek vermesi okuru bir üçüncü kişi olarak konuşmaya katması açısından çok isabetli olmuş. Sadettin Ökten ise konuya uygun öneriler de getiriyor anılarının yanında. Hayatın içinde bir mola verip bir an için tefekküre dalma, doğayı izleme, gökyüzüne bakma önerilerini ve halihazırda uyguladığı davranışları söyleşi boyunca tekrarlıyor. Tabii Kemal Sayar da bu önerilere katılıyor ve kendi önerilerini söylüyor. Bu iki değerli insanın da dediği şeyler şimdiki hayatın akışı içinde belki de çok ütopik görünebilir; ancak uygulanabildiği takdirde insana bir nefes sağlayacak önerilerdir. Çünkü sadece bedene ve akla sahip değiliz, bir ruhumuz ve bir de gönlümüz var. Onları da beslemek gerekir. O zaman Sadettin Ökten’in ‘içe dönmek’ ile ilgili şu önerisini de verip yazıyı bitirelim:

…kendinize zaman ayırın. İnsanlarla çok ülfet etmeyin. Kendinize diri zaman ayırın, yorgun zaman değil; zihnin ve bedenin diri zamanlarını ayırın ve yalnız kalmasını öğrenin. Yorgun oluyorsunuz, zihin de gönül de yorgun oluyor, oradan bir şey çıkmaz, çıkmıyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

21 Mart 2020 Cumartesi

Geçmiş ve düşlerle yaşamak

Otto Rank ayrılık travmasının da içinde yer aldığı doğum sürecinin, insana özgü bütün ruhsal hâllerin temeli olduğunu ileri sürüyordu. Ruhsal yapının ortaya çıkması doğum travmasıyla baş etme çabasının bir sonucuydu ona göre. Dolayısıyla doğum travması dediğimiz şey, büyük ölçüde anneyle yaşanılan ilk ayrılık, yani ilk taşınma… İlk mekânımız olan anne bedeni, daha sonra diğer tüm mekânlarla kurulacak ilişkilerin temellerini oluşturur.

Anne, çocuk için tarifi zor bir nesnedir. Diğer nesneler gibi çocuğa dışarıdan belirmez; anne, içinden çıkılan bir nesnedir. Bu nedenle de anneyle kurulan ilişkide sınırlar biraz karmaşıktır. İçinden çıkılan bir mekân olarak anne bedeni; çocuk için oldukça tanıdık, bildik, güvenilir bir yer olma özelliği taşımaktadır. Anne, çocuğu içinde tutan, besleyen, koruyan, sıcaklık veren, dünyayla arasına tampon oluşturan temel nesnedir. Hayat döngüsünün temel arzusu da o ilk ve sonsuz güven, konfor içinde olduğumuz rahme geri dönmektir. Anne, sadece içinden çıkılan ve tekrar içine girilemeyen; ev ise hem içine girilen hem de içinden çıkılabilen bir nesnedir.

Rahme tekrar geri dönüş mümkün olmadığı için rahimdeki güven ve konfor hâlinin kısmen gerçekleştirilmeye çalışıldığı yerdir ev. Yani bir bakıma anneyle birleşmenin…

Ne zaman ev’den konuşsak, bilinç dışında anneyle kurulan ilişkiye, evlerden taşınmak dediğimizde ise anne rahminden taşınma sonucu yaşadığımız “doğum travması”na yani ilk taşınmaya bir atıfta bulunuyoruz demektir.

İlk evimize geri dönüş mümkün olmadığı için bu kaybı fark edip ve bunu nasıl telafi etmeye çalıştığımız, bu gerçeklikle baş etme yöntemlerimiz belki de “yaratıcı bir yaşam” için ödediğimiz bir bedeldir. Yaratıcı yaşamlarımızın önemli bir parçası ise geçmişte ve şimdi yaşadığımız evlerde mayalanır.

Psikanalist Alberto Eiguer, Evin Bilinçdışı isimli kitabında; “Eski evlerin anıları düş gibi yeniden yaşandığı içindir ki, geçmişte oturduğumuz evler içimizde sürüp giderler” der. Ve ekler; “Bütün bu evler zihnimizde içinde doğduğumuz hakiki, özgün evi canlandırır. O içimizde yaşar, düşlerimizde tazeler kendini. Ve doğdumuz evden söz etmek, kökenlerimizden, dünyaya gelişimizden ve atalarımızdan söz etmektir.

Yeni gittiğimiz evde bütün bir geçmişimizle, anılarımızla ve aynı zamanda düşlerimizle yaşamaya koyuluruz. Anılar ve düşler zaman ve mekânın dışında olmalarından mütevellit sınırları belirsizdir. Bu sebeple kolilere sığmaz ve iki oda bir salondan çok daha fazla yerde atar nabızları. Bizimle evden eve dolaşırlar.

Önceki evlerde yaşarken biriktirdiğimiz bütün bir geçmişimiz yeni evde nasıl konumlanacaktır? Koltuklar, tablolar, biblolar tamam da geçmişimizi nereye yerleştireceğizdir? Peki ya düşlerimizi?

Gaston Bachelard, başyapıtı Mekânın Poetikası’nda geçmişte oturduğumuz evler içimizde yıkılıp gitmediğinden, eski evlerin anılarını birer düşleme olarak yeniden yaşadığımızı söyler. Ve evin insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biri olduğunu gösterir.

Taşınmak her insanda farklı ruhsal tezahürlere yol açıyor olsa da, bir yerden bir yere taşınırkenki o geçiş hâlinin yani fiziksel anlamda tam olarak yerleşemeyişin getirdiği belirsizlik, daha çok ruhsal olarak yerleşemeyişin getirdiği bir huzursuzluk olarak da ele alınabilir. O huzursuzluğa, kopuş duygusu, tekinsizlik de eşlik edebilir.

Ruhsal yerleşim için o mekânla zamanı paylaşmak, mekânın içine girmek, mekânı içine almak ve “orada” olmak gerekmektedir. Taşınmak bir değişim ve hatta neredeyse bir mutasyon süreci gibidir. Her taşınma aynı değildir elbette.

Alberto Eiguer’in aktardığına göre; “Taşınmanın temsil ettiği sınır durum taşınma öncesinde, sırasında ya da sonrasında psikopatolojinin kendine bir ifade bulmasını açıklar. Farklı koşullar devreye girer: iş nedeniyle taşınmak, kavgalı bir şekilde ya da zorunlu bir boşanmanın ardından taşınmak, iyiliksever ebeveynlerin evinden gitmek, göç ya da sürgün çerçevesinde taşınmak aynı şeyler değildir." (A. Yahyaoui, 1999)

Her türlü taşınmanın kişide bireysel anlamda travmatik bir etki yaratabileceğini “ilk taşınma” bölümünde ifade etmeye çalıştım. Ancak Eiguer’in de dediği gibi, her taşınma birbirinden farklıdır.

Özellikle savaş nedeniyle iltica etmek, göçler, geçmişte yaşanılan mübadeleler bireysel olduğu kadar toplumsal anlamda da travmaya neden olabilmekte ve sadece bunları deneyimleyen kişilerin değil, hepimizin ortak bir meselesi hâline gelmektedir. Sözgelimi yıllarca birlikte yaşadığımız komşularımızın bir sabah ansızın evlerini terk etmek zorunda kalmasına tanıklık etmek elbette bizim de “ev” ve dolayısıyla güvenlik algımızı derinden etkileyecektir.

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
*Yazarın "İki oda bir salona sığmayanlar" başlıklı yazısından derlenmiştir.

20 Mart 2020 Cuma

Her şeye rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor

"Dünya acıyla dolu bir hapishanedir, öyle inşa edilmiştir ki yaşamak için insanın diğerlerine acı çektirmesi gerekir.”

Adalet, eşitlik gibi kavramlar gündelik hayatta ne kadar da dilimizde, öyle değil mi? Oysa adalet isterken de eşitlik isterken de kendi türümüzün sınırlarında kaldığımız düşünüldüğünde bu adaletsizlik ve eşitsizliği yaratan düzenin temel bir parçası olduğumuzu kolaylıkla fark edebiliriz. Bir hayvanın bedenini parçalayıp, alışkanlıklarımız uğruna onun bedeniyle beslenmeye bu denli alışmışken adaletten söz etmek bize mi düştü sahiden? Tatillerimiz, alışkanlıklarımız, seçimlerimiz ile dünyayı her geçen saniye daha çok tüketirken eşitliğin peşine düşecek yüzümüz var mı?

Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde isimli romanı okurken zihnim yukarıdakine benzer düşünceler ve öfke ile hayal kırıklığı karışımı hislerle doluydu. Romanın kapanışında ise yaşlı kadının zaferine ortak oldum: Yaşam hakkı yok sayılan türlerle yan yana durmak, intikam için atan kalbin uğultusu… İşte dedim, zamanı geldi! Nobelli yazar Tokarczuk’un polisiye türünde sayılabilecek, ritmi yüksek, tekinsizliği ürkütücü kitabı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından çevirisiyle yayımlandı. Roman taşrada, kendine özgü dinamiklere sahip bir ölüm-yaşam hikâyesi anlatıyor. Bu roman, klasik polisiyeler gibi değil. Yazarın da okurun da amacı, katili bulmak ve rahat bir nefes almak değil. Burada, üstünlük savaşında yenilen insan ile türler arası eşitliğe inananlar arasında sembolik bir savaş var. Karakterler, bu sembolik savaşın sözcüleri gibi. Roman, doğanın intikamla ve kendini yeniden doğurarak insan ile eşitliği sağlayacağı mesajını veren masalsı bir polisiye olarak da tanımlanıyor.

Tokarczuk, 1962 yılında Polonya’nın batısındaki küçük bir kasabada dünyaya gelir. Yazarlık serüveni başlamadan önce Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışır, uzmanlık alanları arasında Jung ve onun kurduğu sistem de vardır. Bu bilginin Tokarczuk okurlarını şaşırtacağını sanmam çünkü özellikle Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi okuyanlar fark edecektir ki semboller, rüyalar, astroloji, doğanın ve dişil olanın gücü romanın ön plana çıkan ögeleri arasında.

Yazar, kitaplarıyla birçok ödülünde de sahibi olur. Kuşçular romanıyla 2018 yılında Booker Ödülü’nün, Polonya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olarak kabul edilen Nike Ödülü’nün ve 2018 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Tokarczuk, Sür Pulluğu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile de 2019 Booker’ın finalistleri arasında yer alır.

Günlerini astroloji ve William Blake şiirlerini tercüme ederek geçiren roman kahramanı Janina, insanlar yerine hayvanlar ve doğa ile vakit geçirmeyi tercih eden bir yaşam dinamiğine sahiptir. İnsanlar ile hayvanlara, onların kendisinde bıraktığı izlenim ve duygularla ilişkili isimler verir. Gecenin bir vakti komşusu Garip’in kapısına gelmesiyle karmaşa başlar: Komşuları Koca Ayak evinde ölü bulunur. Koca Ayak’ın ölümünü takip eden süreçte birbiriyle bağlantılı gibi görünen tuhaf ölümler yaşanır. Janina, Koca Ayak’ın ölümünün, avladığı geyiklerin intikamı olabileceğini düşünür ve bu düşüncesine kendince kanıtlar aramaya başlar. Kitabın ilk bölümlerinde Janina’nın tesadüf eseri bulduğu fotoğrafın yakaladığı anda tanık olduğu görüntü, kitabın sonunda okura ilan edilir ve hem cinayetin hem anlatının düğümü çözülür. Kasvetli başlayan roman, Janina’nın kendini soruşturmanın göbeğine atması sonrası kara mizahla birleşen felsefi yorumların ortaya çıktığı, okuru da düşünmeye ve kendini sorgulamaya davet eden bir noktaya sürüklenir. Janina’nın Blake şiirlerini çevirmesi ve anlam üzerine sıkça düşünmesi de boşuna değil: Tokarczuk, okurlarının, romandaki her bir ögenin anlamı üzerine bir çevirmen titizliğiyle eğilip semboller, feminist mesajları ve insan odaklı dünya görüşünün batışı üzerine daha çok düşünmesini talep eder.

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi bitirdikten sonra Kafka’nın Yasanın Önünde metnini yeniden gözden geçirdim. Yasanın kapısına giden, ömrü boyunca eşikten geçmeyi bekleyen taşralıyı düşündüm. Janina, kavuşmak istediği adaleti ararken ne kapıcıyı umursuyor ne de yasayı. Kendisi için açılan kapıdan öfkeyle geçiyor; dili olmayanların dili oluyor, eylemiyle ve duygusuyla konuşuyor. Çünkü içsel yasa, adaleti sağlamanın birinci yolu; eşikten geçip hesap sorma cesareti ise pekâlâ bir tür erginlenme töreni olarak okunabilir.

Olga Tokarczuk, sarsıcı ve içsel hesaplaşmalara vardıran bir roman yazmış. Ötemizde duranla, bizim dışımızdaki şeylerle hesaplaşmak belki kolay ancak her şeye rağmen, tüm sustuklarımıza, engel olmadıklarımıza hatta bizzat faili olduklarımıza rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Dünyanın ve içindeki tüm canlıların insana hizmet için yaratıldığı düşüncesinin ne kadar uzağında kalırsak, intikamdan o kadar az korkarız. “Kimin intikamından korkmam gerekiyor?” diye soranları Janina’nın tekinsiz anlatısına ortak olmaya davet ediyorum.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

19 Mart 2020 Perşembe

Kendimi anla(t)mam için başkasına ihtiyacım var

İşte şimdi köşeye sıkıştık. İster dini bir ritüel, ister rutin denen mikro putlar eşliğinde geçirdiğimiz günlerin sonuna geldik. Artık bir virüs çiziyor sınırlarımızı. Nereye gideceğimizi, kimlerle konuşacağımızı, nerelerden ve kimlerden kaçmamız gerektiğini belirleyen şey, bir virüs. Öte yandan, bir imkân(sızlık) olarak duruyor karşımızda. Bunca korkunçluğunun yanında görünmez ellerle birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu gösteriyor aslında. Dayanışmayı, desteği, direnci. "Bu virüs orta-üst sınıfların sağlık hizmetlerinin yalnızca kendilerinin satın alabileceği bir hizmet olmasının sağlıklı olmak için yeterli olmadığını anlamasına sebep olabilir. Kapınıza gelen postacı sağlıklı değilse siz nasıl sağlıklı kalabilirsiniz?" diye soran Evren Balta'ya katılıyorum.

Sıkıştığımız köşede uykularımız derin değil artık. Tedbir ve teyakkuz birleşti, tedirginlik arttı. Ceylan Uykusu'dur bu. Ayşegül Genç'in harikulade öykülerinin bir araya gelişidir. Maddeyi manayı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini; okurken kimi zaman şiir okuyormuş gibi hissettiren dil hüneriyle ortaya serişidir. Hayatın akışında nadiren karşılaştığımız bazı nesnelerden bahsederken içimizi büker, kalabalıklarla konutlar arasında gözden kaybolduğunu düşündüğümüz hâl ehli kimselerden bahsederken yüreğimize su serper. Peş peşe iki misal verelim:

"Bir yatağın ölüm döşeği olup olmadığını anlamanız için yataktaki kişinin ölmesi gerekiyor. Ölmeden önce anlaşılacak bir durum değil bu. Bir hastaya babacım beş dakika kalk da ölüm döşeğinin çarşafını değiştirelim denilmez. Yahut ölüm döşeğini yan odaya taşıyalım, pencerenin önüne koyalım gibi lakırdılar da edilmez. Ölüm döşeği ölümden sonra odamızın ortasına güp diye düşüveren çiçekleri solmuş ağır yün minder gibidir." (sf. 15)

"Ahmet Bey, dini ilimlere önem veren, gece gündüz ibadet etmeye çalışan, ibadet etmediği anların yerini meşru davranışlarla doldurmaya gayret eden, secdenin üzerinde derinleşmişken "derin değilsem sebebi var" diyerek gözyaşlarına gark olan biriydi. Eşi Hatice Hanım kendisi bilmese de hâl ilminde pek ilerideydi. Gönlün sahibine yâr olsam yeter derdi. Kendini bil her şeyi bil derdi bir de. Ahmet Bey'e namazı kıldın, gayesini de kıldın mı diye sorardı. Dudağın depreşti, kalbin de depreşsin derdi. Güzeli gör ama maksadını gözetmeyi unutma derdi." (sf. 97)

Öykülerin hemen hemen hepsi bana Gülten Akın'ın "ötekini oku, derinde dipte duranı" dizesini hatırlattı. Zira Ayşegül Genç her öyküsünde ötekini getiriyor okurun gözlerinin önüne. Bak diyor, o senin pek önemsemediğin kimseler de şöyle yaşamıştı. Gör diyor, daha önce gözünden kaçmıştı ama onda ne büyük kalp vardı. Duy diyor, yeryüzünde sesi çıkabilen tek insan sen değilsin. Kokla diyor, hem güle hem de baltaya benzeyen sümbülteberde senin için çok kıymetli manalar var. Öyküyü şiire yaklaştıran da işte bunlar olsa gerek, tüm duyuları harekete geçirişi, kalbin ritmiyle oynayışı, bir öyküden başka bir öyküye geçerken acaba bir şey kaçırdım mı, yeniden bakıp okusa mıydım diye düşündürmesi. Kitaptaki Ali Efendi’nin Gözleri adlı öykü mesela, tam böyle bir öykü. Bunca duyu organımız varken biz nasıl bu kadar duyarsız oluruz meselesine ışık tutuyor. Sonsuz, Şimdi ve Dün adlı öyküde insanın öyle veya böyle yürümeye devam edeceğini hatırlatan bir umut var. Kırlangıç Uşağı bol metaforlu olmasının yanı sıra, hani mûsıkîmizde 'meyan' diye tabir edilen bir yer vardır ya, solist orada artık bütün hünerini döker, işte öyle bir öykü. Kafesi ile uçabilen tek kuşun kalp olduğunu hatırlatan, kendine nasip olarak karanlıktan korkmamak düşenlere omuz veren...

"Kendimi anlatmaya kimin yarasından başlayayım. Kendimi, kimin tökezleyip düştüğü yerden kaldırayım. Attığım her adımın kocaman ağzı var, bak. Çatılan tüfekleri, yetim kalmış bebeleri, ayrana uzanan kuru ekmeği, denkleri, fındık çanlarını, tahlil sonuçlarını, doktor odalarını yutup baba bir tas su veriyor bu adımlar. Ben de suya parmağımı batırıp kaşlarıma gözlerime sürüyorum. Yorgun dedelerden öğrendiğim gibi." (sf. 57)

Ayşegül Genç'in öyküleri bana çocukluğumda severek izlediğim dizilerin kırılma anlarını hatırlattı. Kapısı açılır açılmaz yüze vuran kokularıyla evleri. Yanında olmaktan daima güven duyduğumuz kimseleri... Sonra da şöyle dedirtti: Kimseyi özlemek istemiyorum. Depremde de hastalıklarda da beni en çok yoran düşünce bu oluyor. Her şey bittiğinde yine birbirimizin omzuna başımızı yaslayalım, şükür diyelim, kaldığımız yerden devam edelim. Ama kimseyi özlemeyelim be. Özlemek çok ağır, çok zor. Ölüm gibi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İnsandan içeri ama insandan öte öyküler

İlgimi tümüyle üzerinde yoğunlaştıran ‘agresif’ diye tanımladığım ‘aykırı’ üsluplu metinleri daha bir keyifle okuyorum. Elbette yazıdaki agresifliğin/aykırılığın dozu önemli. Zira bu üslubu metni saçmalamaya vardıran ‘absürt edebiyat’ ile ince bir çizgi ayırıyor. Her cümlesine aforizma, kelime oyunu ve/veya espri boca eden takıntılı/kasıntılı yazarların boğucu eserlerini okumak yoruyor.

Akademisyen olarak tanıdığımız Alper Bilgili’nin öykü kitabı Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı söz konusu çizgiyi koruyanlardan. Vadi Yayınları’ndan çıkan doksan beş sayfalık eserde on iki öykü bulunuyor. Kitapta anlatılanlar genel olarak sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, coğrafya, sanat, bilim ve din konuları etrafında şekilleniyor. Uzak ve yakın tarihin işlendiği öyküler bir yerden sonra modernizm eleştirisine dönüşüyor. Bu eleştiride modern paradigmanın figüranı olmayı seçen insan da nasibini alıyor. Kitaptaki öyküleri konuların ele alınış biçimi ve üslup açısından postmodern edebiyat örneği olarak değerlendirebiliriz. Bunun yanı sıra Bilgili’nin sıkça başvurduğu atıf ve analojilerde akademik birikimi ve disipliner yaklaşımının etkisi olduğu açıkça anlaşılıyor.

Alper Bilgili öykülerinde bir dekor olarak kullandığı İstanbul’un tarihsel süreç içinde şekillenen farklı etnisite ve dinsel mensubiyete dayalı kozmopolit yapısından yararlanmış. Bazı öykülerde ise İstanbul’a dair tarihi kişi ve mekânlara yer vermenin ötesine geçerek Anadolu’dan Endülüs’e, Balkanlar’dan Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir coğrafyada dolaşıyor. Geçmişte insanlığı etkileyen olaylardan günlük hayata akseden kesitlere ve çoğu zaman dikkate almadığımız detaylara yer veriyor. Burada dikkat çeken en önemli nokta, yazarın mensubu olduğu sosyo-kültürel yapının değerlerini önemsiyor oluşu diyebiliriz.

Müellif öykülerinde yalnızca yukarıdaki konuları kullanmıyor. İnsanın karakterini yansıtan aşk, fedakârlık, özgürlük, inanç gibi his ve eğilimlere de yer veriyor. Sevgiden nefrete varacak şekilde geçişken etkileşimi bireyden başlayıp toplumu da içine alan sosyo-psikolojik analize tabi tutmuş diyebiliriz. Bazı öykülerde gerçek ile gerçeküstünün bir arada kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda zamanda yolculuk ve metamorfoz olguları mistik/metaforik bir üslupla ele alınmış. Söz konusu yöntem örtük bir anlam dünyası oluşturarak mesajın muhteviyatını ve sınırlarını okurun muhayyilesine bırakıyor. Ayrıca alt metin olarak modern düşüncenin insanı kendine yabancılaştıran yapısının günlük hayata yansımaları şeklinde okumak da mümkün. Alper Bilgili, bilgiyi dünyalığa indirgeyerek hikmetin üzerini örten anlayışın yol açtığı atomize olmuş hayatın fotoğrafını çekiyor. Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı insana ve hayata farklı bağlamlarda bakmaya olanak sağlayan bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Mart 2020 Perşembe

1990'lı yıllardan beri hiç değişmeyen hâllerimiz

Eyüp Aygün Tayşir, Türk edebiyatına çok geç girdi. Araştırma ve akademik uğraşlarının sonunda, ancak 2016 senesinde bir roman yayımladı ve aslında daha o romanıyla yazarlık becerisi hakkında sağlam kanıtlar sundu okura. 4 Hane 1 Teslim kitabından sonra 2018 yılında Tuhaflıklar Fabrikası ve geçtiğimiz yıl da akademik yönü olan, "Bu Tez Nasıl Bitecek?" isimli bir kitap yayımladı. Tür olarak romanı tercih eden yazarın öyküye geçişi ise 2020 yılının başında gerçekleşti: Sabitâlem Mahallesi.

Tayşir’in bu son kitabı bize, onun öykü türünde de ne kadar yetkin bir yazar olduğunu gösteriyor. On bir öykünün bulunduğu Sabitâlem Mahallesi 163 sayfadan oluşuyor. Öykülerinde genel olarak insan ilişkilerini ve toplumsal davranışlardaki ince detayları kaçırmadığını görüyoruz Tayşir’in. En önemli özelliklerinden biri ise yazarın her sosyo-ekonomik düzeydeki insanı aynı hassasiyetle gözlemleme yeteneği. Tayşir’in öykülerinde insanı insanın kurdu olarak görenlerin de bulabileceği şeyler var, umudu olarak görenlerin de.

İlk öykü Anadolu Kaplanı Halis Bey ve ailesinin yolculuklarını işliyor. Ailenin nereye gittiğini bilmediğimiz bu öyküde yazar, özellikle Halis Bey üzerinden realist bir anlatımla öyküsünü sürdürüyor. Özellikle atmosfer oluşturma konusunda kitabın başarılı öykülerinden Anadolu Kaplanı. Karakterler veya olay hakkında fazla bir detaya girmeyen yazar 90’lı yılların politik ve ekonomik durumuna hem kısa birer cümleyle hem de Halis Bey’in iç düşünceleriyle değiniyor. Anlık bir durumdan bir hikâye çıkarıyor yazar. Hem de okurun gözüne gözüne sokmadan, hem örtük hem de açık bir anlatımla.

Kitaba adını veren Sabitâlem Mahallesi öyküsünde yazar en iyi anlatımlarından birini gerçekleştirmiş. Bir topluluğun nasıl değişebildiğini, toplumun iç dinamiklerini, insanların iyi ve kötü yönleriyle beraber olaylar karşısında tavır alışlarını bir kenar mahalleden, mahalleye nereden geldiği belli olmayan bir çiçek metaforuyla anlatan Tayşir’in gözlem gücü dikkat çekiyor. Nüfusunu Allah’tan gayrı bilenin olmadığı, yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki ‘her şey dâhil’ otellerin su parklarına benzeyen Sabitâlem Mahallesi’nde sıradan bir günde başlayan olaylar zincirinde yazar hem politik bir tavır alış ve eleştiri örneği sunuyor hem de toplumu ‘alt’ tabakasının hayatını karakterler üzerinden detaylı bir gözleme tâbi tutuyor. Yerel ağzı iyi kullanan ve insanları iyi tanıyan yazar başarılı bir mahalle havası çiziyor ve insanın ‘ne’ olup ‘neye’ dönüşebileceğini ustaca anlatıyor. Politikacılara zaman zaman ‘sitemlerini’ sunarak: “Seçimler yaklaşmıştır. Yanında arsa ve inşaat imparatoru olarak tanına ve Şekip’in derhal koşarak elini öptüğü bir kalantorla kahveye gelen belediye başkan adayı, ‘Böyle acılı günde oy lafı yapacak kadar namert değiliz,’ diyerek başladığı sözü, ‘seçilirsek Şehitler Anıtı’nı biz yapacağız ve tapuları derhal dağıtacağız!’ diyerek sürdürmüştür.

Üçüncü öykü olan ve farklı bir anlatım içeren İntikam öyküsüne de kısaca değinmek gerekir. Bu öyküde yazar diğer öykülerindeki realist veya romantik anlatım yerine sürreal bir anlatım tercih etmiş. İnsanın geçmiş ve geleceğiyle hesaplaşmasını bu anlatım tarzı üzerinden anlatmayı tercih etmiş yazar. Kim geçmiş, kim gelecek, kim daha farklı bir geçmiş gibi bazı durumların zaman zaman silikleştiği ve iç içe geçtiği öyküde en başarılı şey, karakterin duygu durumunun okura iyi bir şekilde hissettirilmesi: “Kalbine kulak veriyor; ritim, suda arka arkaya hızla seken düzgün yüzeyli çakıl taşı gibi gitgide yavaşlıyor ve bir noktada sakinleşip doğasına uyarak usulca batıyor. Yapabilecek mi? Bir anlık boşluk…

Kitabın üç tane uzun öyküsü var. Ve fark ediliyor ki yazar uzun tuttuğu öykülerinde hem anlatım hem de konu olarak daha başarılı oluyor. Bu demek değildir ki kısa öyküleri kötü; ancak uzun öyküler parlıyor kitapta. Çünkü yazar, en önemli gücü olan insanı anlatma başarısını bu öykülerde daha çok detaylandırabildiği için öykünün kalitesi de artıyor. Fakat bu öykülerinin bence bir olumsuz yönü var: Tayşir’in karakter kadrosunu geniş tutması ve her karaktere isim vermesi. İsim verilen her karakter öyküde daha bir kanlı canlı oluyor ve dikkat edilmesi gereken unsurlar arasına giriyor. Bu da okuru yorabiliyor bir yerden sonra.

İnsanın ‘yorgunluğu’nu anlatabilmesi ve bazı anıların kişi üzerinde bıraktığı psikolojik durumları başarılı bir şekilde işleyebilmesi yazarın bir diğer başarısı. Belli bir alana hapsolmamış yazar. İnsanı fiziksel, ruhsal, gelecek, geçmiş vs. yönlerinden gözlemleyip değerlendirmiş. Aynı zamanda insanın zaafları da (örneğin sebepsiz önyargı) öykülerde kendine yer bulanlardan. Nakliyeci Zeki 1 ve Nakliyeci Zeki 2, iki ayrı öykü olarak bu durumun biraz da mizahi bir anlatımla işlendiği öykülerden. İnsan nedir? Birbirinin devamı niteliğinde olan bu iki öyküde bunu net şekilde görebiliyoruz.

Yazar her öyküsünün başına farklı yerlerden bir veya iki tane alıntı koymuş. Tabiî bu alıntılar rastgele seçilmemiş, öykünün anlatmak istediğini veya öyküdeki karakterin duygusunun ipuçlarını verebilecek içerikte alıntılar seçilmiş. Bu durum benim için artı bir puan demek. Çünkü bununla okurun öyküye hazırlandığını düşünüyorum.

Fazla karakter kullanımından başka bir eleştirimi daha belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Yazar zaman zaman kişi veya çevre tasvirini fazla uzatmış. Bu, romanda veya uzun öykülerde çok da dikkat çekmeyebilir; dikkat çekse bile roman veya uzun öykü bunu kaldırabilir ancak 8-10 sayfalık öyküler bu durumu kaldıramayabiliyor. Bunun törpülendiği öyküler daha sade olurken yoğunlaştığı öyküler okurken aksaklık meydana getirebiliyor.

Öykü yazmak roman yazmaya göre daha zordur derler bu işin ustaları. Çünkü öyküde, özellikle kısa öyküde vurucu olmak zorundadır yazar. Tayşir’in birçok öykülerinde bu durum var. Öykü olarak ilk kitabı bu yazarın ama okunduğunda gayet başarılı öyküler görecektir okur. Bazı yazarlardan anlatım olarak ufak esintiler de olsa kendi tarzını net biçimde görüyoruz yazarın. Çevremizde her an görebileceğimiz insanların karakter olarak karşımıza çıktığı Sabitâlem Mahallesi kitabı, bize insanı anlatması bakımından son derece değerli bir yerde olacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Enver Paşa, Türkistan ve mücadele anıları

Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesi sırasında yaverliğini yapmış olan Bartınlı Muhiddin Bey’in hatıraları 2011 yılında Paraf Yayınları tarafından meraklılarına sunuldu. Kitabı hem hatırat hem seyahat hem de tarih kitabı olarak okuyabiliriz.

Kitapta Enver Paşa’nın Türkistan’da başarı elde etmesinin mümkün olup olmadığı tarihsel ciddiyetle ve sorgulayıcı bir zeminde sürdürülüyor. Muhiddin Bey’in en nihayetinde vardığı sonuç ise başarılı olmanın mümkün olmadığı yönünde. Bunu ise yazar şu şekilde gerekçelendiriyor:

Türkistan’da milliyet şuuru neredeyse hiç yoktur. Çarlık Rusya’sı yerli ahaliye herhangi bir müdahale ve baskıda bulunmamak suretiyle onların uyuşukluklarını sürdürmelerini amaçlıyordu. Ayrıca Müslümanlık ferdî uygulamalarda canlılık gösterse de toplum, yalan, talan ve yağma ile geçimini sürdürmede bir beis görmüyordu. Hülasa, bu bölgede Türkçülük ve İslamcılık siyaseti üzerinden yürütülecek bir politikadan beklenen verim alınamayacaktı.

Yazar, harekâtın başarısız olma nedenlerine ilişkin olarak Zeki Velidi Togan’ın gerekçelerine de kısaca değinir. Togan’a göre en temel sebep, Enver Paşa’nın 1,5 ay esir tutulmuş olmasıdır.

Eserde Enver Paşa’nın Türkistan harekâtına ilişkin bir düzlem oluşturulup girizgâh yapıldıktan sonra, Azerbaycan ve Türkistan’da Enver Paşa’ya hasredilen marş, türkü ve şehadetine yazılan ağıtları içeren bir kısım yer alıyor. Bu bölüm kültürel anlamda derli toplu bir içeriği okura sunması hasebiyle son derece dikkate değer duruyor. Bartınlı bir ihtiyat zabiti (yedek subay, asteğmen) olan Muhiddin Bey, tutuklu kaldığı Bekirağa Bölüğü’nden kaçıp Türkistan seferine Enver Paşa’nın yaveri olarak iştirak eder. Daha sonra Enver Paşa özel temsilci olarak Muhiddin Bey’i Afganistan’a gönderir, Enver Paşa’nın şehadet haberini de bu görevi ifa ettiği sırada orada alır. Eseri kıymetli yapan hususiyetlerden biri tarihi birinci elden ve vesikalarla ele alıp aydınlatıyor oluşudur. Her ne kadar hatıratlarda objektif bakış açısından uzaklaşıldığı yönünde eleştiriler çoğu zaman yapılıyor olsa da Muhiddin Bey’in hatıratında ifade ettiği hadiselerin tarihsel gerçeklikle örtüşen yanları daha ağır basar. Sözgelimi Enver Paşa’nın Batum’a gelişi üzerine, Anadolu’ya geçip iktidarı eline geçirme niyeti taşıdığına dair söylentilere dönemin dergilerinde yayımlanan tekzibname niteliğindeki metinlerden istifade ederek mukabele ve muhalefet eder. Dolayısıyla vesikalara dayalı, tarihsel ciddiyetten sapmayan bir hatırat var karşımızda. Enver Paşa ve arkadaşlarının vatanperverliklerine gölge düşürecek art niyetli söylemlere reddiye mahiyetindeki metinler, Berlin’de çıkan Liva-ül İslâm mecmuasından iktibas edilmiştir. Hatırat, ilgilisine bir kaynağı da işaret ettiğinden alaka uyandırabilecek nitelikte duruyor. Kronolojik sıra takip edilerek aktarılan ve kurguya yaslanmayan metin, Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesini tek solukta okuma imkânı da sağlıyor okurlara.

Hatıratta ayrıca Enver Paşa’nın dönemin gazetelerinden Öğüd’de yazdığı mektuba da yer açılması, Paşa’nın gündeme dair tavrını ve genel anlamda siyasi fikriyatını ele vermesi adına son derece kıymetli:

Bizim istediğimiz halkın kendi kendisini idaresine, halkın hâkimiyetine gitmemizdir” diyen Enver Paşa’nın millet iradesine dayanan bir siyasi modele meylini bizzat onun ağzından da duymuş oluyoruz.

Enver Paşa’nın “Biz komünist değiliz. Fakat herhalde halkı mezara götüremeyeceği zenginlik hırsına sevk edecek aşırı kazanç aleyhindeyiz ve aynı zamanda geri bırakacağı evladını tembelliğe sevkten başka bir şeye yaramayan mal yığmak hevesine mani’ olacak ve çalışanların yaşadıkça rahat yaşamalarını temin edecek usullerin vaz’ı (konulması) taraftarıyız.” dediğini de yine bu mektup vesilesiyle keşfediyoruz. Paşa’nın toplumsal çapta ileri sürdüğü ekonomik yaklaşımlarının izlerini görmek esasında epey alaka uyandırıyor.

Anı yazılarına özgü bir hususiyet olarak burada da hatırat sahibinin şahsi izlenimlerine tanık oluyoruz. 1921 sonbaharında Hazar Denizi’nden geçtikleri esnada süt liman bir su yüzeyi oluştuğunu belirten yaver Muhiddin Bey, Enver Paşa’nın günlük hayatının bu yolculuk sırasında da intizamını kaybetmediğini ve okumalarını sürdürdüğünü bir anekdot olarak aktarıyor.

Hatıratta kullanılan üslup sayesinde okur, tarihsel olanın yoğunluğu altında ezilmekten de kurtuluyor. Sözgelimi, seyahat sırasında misafir edildikleri evlerde kendilerini ağırlayanların ikramlarından da bahis açılıyor. Abdurrahman İşabaşı’nın evinde yeni kesilmiş koyun eti, pilav yanında o bölgenin özelliğini yansıtan bir tabak ilave edildiğini belirten Muhiddin Bey, ayrıca kavunların çok tatlı olduğunu, iplere dizilmiş Şam fıstıklarından çerez verildiğini de ekliyor. Bu tür bir anlatı tekniğine başvurulması metnin seyahat yazısı niteliği kazanmasını da sağlıyor.

Hatırat Enver Paşa’nın elim şehadet hadisesinin anlatılması ile nihayetleniyor. Enver Paşa’nın Çegen’de bulunan türbesinin kutsal bir ziyaretgâha dönüştüğünden, her gün hatm-i şerif tilaveti yapıldığından ve Buharalılar tarafından türbede kurbanlar kesildiğinden de yine bu hatırat aracılığıyla haberdar oluyoruz.

Son sayfalarda ilaveten kendisine yer bulan, Enver Paşa’nın Liva-ül İslâm’da yayımladığı yazılar, Paşa’nın İngiliz siyasetine karşı İslam toplumlarını samimi bir dille kardeşliğe ve birlik olmaya çağırması adına işlevsel duruyor. İslam ailesini oluşturan unsurlar arasına İngilizler tarafından atılan nifak tohumlarına dikkat çeken Enver Paşa, İslam milletlerinin cehaletinden istifade ederek aralarındaki en kuvvetli rabıta olan din gerçeğini kırmanın hedeflendiğini apaçık biçimde beyan ediyor. Fakat Paşa tüm bu menfi gelişmelere rağmen ulemanın ve tahsil gören gençlerin varlığıyla İngiliz projelerinin bertaraf edileceği ümidini de her zaman taşıyor.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

11 Mart 2020 Çarşamba

Hakikat denizinde aşk oltasına vuran balıklar

"Kalbin pir sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin amir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar."
- Aynülkudât Hemedânî, Temhîdât

"Bazı ayetler inanan kimseler için bazı ayetler ince düşünce sahipleri için bazı ayetler yasaklara dikkat edenler, bazı ayetler bilenler, bazı ayetler düşünenler, bazı ayetler duyanlar -onlar Allah'tan öğrenen kimselerdir- içindir."
- İbn Arabî, Allah Adamları ve Kutuplar

Şehremini Lisesi'nde okuduğum yıllarda Silivrikapı'da yaşıyorduk. Liseden çıkıp eve gelene kadar birçok metruk kabrin, tekkenin önünden geçiyordum. Bunlardan biri de evimize yaklaşık yüz metre mesafedeki Halvetî-Sinânî şeyhi ve şair Seyyid Seyfullah'ın kabriydi. O yıllarda kabir son derece bakımsızdı, yazısı silinmeye yüz tutmuş bir levha dışında hazrete dair hiçbir iz yoktu. Halbuki tam o bölgede bir de hazretin irşâd faaliyetlerini sürdürdüğü Emîrler Tekkesi varmış vaktiyle. Hazret ahirete doğduktan sonra tekkesinin hazîresine defnedilmiş. Fakir de bilmezdim orada kim vardır, nelerle meşgul olmuştur, nasıl bir iz bırakmıştır deyu... Okuldan çıkıp eve -sağanak yağmurun da etkisiyle- süratle yürüdüğüm günlerden birinde hazretin başucunda bir zâtı gördüm. Kollarını iki yana açmış, bir sağa bir sola yaylanıyordu. Kuruyemişçi ve hemen karşı çaprazındaki internet kafenin işletmecisi bakıp bakıp gülüyorlardı. İyice hızlandım ve bu zâtın yakınına vardım. "Ah bileydiler bu yağan nedir?" dedi önce. Bu sözden sonra kalbimin atış ritmini neredeyse kulaklarımda hissederken "Ah bileydiler burada yatan kimdir?" diye ikinci sorusu geldi. Tutamadım kendimi. Tam o zamanlarda başlamıştım metruk kabirleri, tekkeleri gezmeye, not almaya, "Allah adamı" ve "meczup" denen kimseleri tanımaya. "Nedir ve kimdir?" diye sordum, aramızda beş on metre ya var, ya yok. Eliyle işaret ederek beni yanına doğru çağırırken "Gel de söyleyelim madem öyle" dedi. Gittim. Eğildi kulağıma, "Yağan da yatan da aynı şey" dedi. Daha fazlasını istiyordum ben, aslını, esasını, yani teferruatını. Gözlerimden anlamış olacak ki bu kez daha kısık sesle ve gülerek "Yağan da rahmet, yatan da rahmet; yağdıran da rahmet, yatıran da rahmet" dedi, kasketini taktı, boynundaki dağınık takıları gömleğinin içine sokuverip paytak adımlarla sokağa daldı. Tek başıma kalmıştım. Yağan da oradaydı yatan da. Yağdıran da oradaydı yatıran da. Mahallenin deli dediği veli, fakiri rahmetin hakikatiyle baş başa bırakıvermişti işte. Yüzümü eve doğru döndürüp tekrar yürümeye başladığımda kuruyemişçi arkamdan "Alınma bir şey dediyse, Allah'ın delisi işte..." diye bağırmıştı. Elbette öyle; Allah'ın delisi o, deli divane olmuş Allah'ına...

Yazdığı pek çok kitapta insanın hem yüreğinde hem de yaşadığı coğrafyada saklı olan hazinelerin peşine düşmesi gerektiğine işaret eden bir gönül insanı Sadık Yalsızuçanlar. Bir okur olarak hissiyatım hep böyle oldu. Zaman zaman düşünmüşümdür dağılanı toparlamak görevi yazara düştüğünde, bu görevi gerçekleştirirken yazma eylemi bir iç kanamaya dönüşmez mi? Allahualem. Facebook'ta paylaştığı fotoğrafta kitabın adını ve kapağını görünce ne yalan söyleyeyim, imrenmiştim. Eş, dost, yakınlar bilirler; hep böyle bir isme ve içeriğe sahip bir kitap yazmayı hayal etmiştim. Hâlâ da ederim ancak Yalsızuçanlar yine üzerine düşeni yaparak bana vaktiyle yazmış olduğum bir şiirdeki dizemi hatırlattı. "Hayal kurma rüya yakala" demiştim o şiirde. Yahya Kemal boşuna mı demişti "bir ulu rüyâyı görenler şehri" diye. İşte bu kitap, Allah'ın Adamları, böyle bir kitap. Bir ulu rüyayı görenlere, o rüyanın peşinden gidenlere, o rüyanın gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterenlere dair bir kitap.

Deli Nuri, Christopher, Deve Abidin, Artis, Ayı Oynatan, Yalınayak, Parçalı Hasan, Ceset Sâmi, Deli Âlim, Salih Baba, Saman Kafa, Gar Delisi, Zeyno, Yuh Baba, Epelek, Sebo, Ardavan Amca, Taşlatan Hüseyin, Deli Yusuf, Safdil Müntehir, Öpücük Kemal, Çıplak Emine, İntizar Nedim, Ensalakben, Haftalıkçı, Cesur Hanım ve daha nice meczup, mağlup, meclup yani mecnunun hikâyesi var Allah'ın Adamları'nda. Her biri okuyanı yaşadığı şehrin ücra mahallelerine, caddelerine, sokaklarına çıkarabilir elbette ancak doğduğundan beri İstanbul'da yaşayan bir okur olarak gözümde hep Fatih ve Üsküdar canlandı. Çünkü en çok oralarda gözümüze çarpardı 'bu tip' kimseler. Kimi zaman hor görülürlerdi, kimi zaman da el üstünde tutarlardı. Şu çok netti ki onları el üstünde tutanlar onlarla daima beraber olanlardı. Hâl olarak, dünyaya bakış biçimi olarak, yaşayış olarak. Nasıl ki damdan düşenin hâlini damdan düşen anlıyorsa, mecnunun hâlini de bir başka mecnun anlıyor zira.

Tüm duyguları ruhlarında toplayan bu adamlar yeri gelince güldürdükleri gibi yeri geldiğinde incitebiliyorlar da. Sarsan ve hayrete düşüren tarafları ise daha ulvi şüphesiz. Ancak onların dilinden anlayabilmek için ya bir filtreye ihtiyaç oluyor ya da bilen birine. Filtreler daha çok gelenekler ve görenekler elbette. Bu filtelere göre 'muhtaç olan' diye özel bir kesim yok çünkü insanların hepsi birer muhtaçtır. Dolayısıyla herkes herkese gücü yettiğince destek olur, hor görmez. Filtrelerin dışında mahallenin dedeleri ya da irfan sahibi kimseler devrede olur daima. Onlar mecnunlarından dilinden iyi anladığı gibi diğerlerinin de anlamalarını sağlar. Bunlar için hayatî tarafları. Edebî tarafında insanı en çok etkileyen şey şüphesiz kontrast oluyor. Yani bir mecnun ve onun dilinden anlamayan biri.
Böylece okur olarak hem gülüyoruz hem de hüzünleniyoruz. Kitabın ilk hikâyesi Deli Nuri'den:

"Yeni Cami müezzininin hoparlörden sesi duyuldu: 'Allahu ekber Allahu ekber!'
Nuri bir süre dinledi, sinirlendi. 'Allah belanı versin!' diye bağırdı.
Faytoncu Bekir, oruç sarhoşluğuyla, 'Yine ne oldu, ne diyorsun be adam!' diye çıkıştı.
'Bela okuyorum' dedi Nuri.
'Kime?'
'Müezzine.'
'Niye ki?'
'Gaflet halinde okuyor ezanı' dedi Nuri. Bekir bir şey anlamadı.
Sokak köpeklerinden biri havlayınca Nuri, 'Buyurun efendim' diye seslendi.
Boz köpeğin ardından birkaçı daha seğirtti.
Nuri paketi açtı. Ciğeri köpeklere bölüştürdü. Faytoncu yaklaştı.
Elindeki dürümden bir parça koparıp uzattı.
Nuri aldı, ısırdı, gerisini köpeğe uzattı.
'Ne dedin sen?' diye sordu Bekir.
Nuri, 'Lebbeyk efendim' dedi.
'O ne demek oluyor şimdi?!'
'Şu demek oluyor. Bu, müezzin gibi gafil değil. Havlayınca, 'hiç bir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tespih etmesin' ayetini hatırlattı. Ben de buyursunlar efendim dedim.
"

Bir de Taşlatan Hüseyin var. Onun yanında hâlden anlayan ve okura da anlaması için küçük bir katkı sunan -soru soran- bir figür de var:

"Gündüzleri sokakta hırpani kılıkla dolaşırdı. Çocukların en büyük eğlencesiydi. Gördüklerinde hemen yerden taş toplar, atmaya başlarlardı. Kaçar, çocuklar taşlar; diğer sokaktan dolanır tekrar gelir, çocuklar yine taşlardı. Adı, Taşlatan'a çıkmıştı. Geceleri nöbetçi eczanelere giderdi. Bütün eczacılar tanırdı. Onlarla yârenlik eder, saatlerce eczanede otururdu. Çok sevdiği bir doktor vardı. Onu kollardı. Acil çağrıldığında yoluna çıkar, 'Doktor acele etme, çocuk gitti' derdi. Doktor hastaneye vardığında yaralı çocuğun öldüğünü öğrenirdi. Bir başka gece, 'Doktor telaşlanma, hastan iyileşecek' derdi. Ölümcül hastanın iyi olduğunu görürdü doktor. Bir gün, 'Kendini niye taşlatıyorsun Hüseyin?' diye sordu. 'Taif sünneti bu doktor' dedi."

Kitabın bolca süsü var. Hepsi bir başka 'Allah Adamı'na işaret ediyor. Bu da Sadık Yalsızuçanlar'ın okuyucuyu hiç yormadan, onun gönlünü genişletmek için verdiği çok kıymetli emeklerden biri fakire kalırsa. Üstelik bu diğerlerine göre 'ünlü' olan Allah adamlarına dair öyle çok fazla kitap, sohbet de yok ortalıkta. Peşine düşmek gerekiyor, gayretle ve samimiyetle. Ali Şîruganî Dede (ö. 1126/1714), Tüfekçizâde Sâlih Baba (1847-1907), Yaman Dede (1887-1962), Frithjof Schuon (Îsâ Nureddîn, 1907-1998), Abdurrahim Reyhan Erzincanî (1930-1998), Halûk Nurbâki (1924-1997) ve yine satır aralarında yâd edilen birbirinden güzel adamlar. İman etmişiz ki onlar her daim hayattalar, varlar ama varlıklarından çoktan sıyrılmışlar. Kitaptaki Hamal Sebo da öyle mesela:

"Yük ağır Seboo!, diye bağırdı tekel bayisinden Recep.
'Yük ağır, hele kin ve kibir olursa' diye seslendi Sebo.
Yükü indirdi. Yandaki büyük metal çöp tenekesi boşaltılırken yeri değişmişti, kaldırıp yerine koydu. Kıraathanenin dışarıdaki masasını düzeltti. Sandalyeyi çekti, oturdu:
'Yük ağır, çay ver' dedi.
Kahveci çay getirdi.
'Sebo yetmedi mi niye eşek kullanmıyorsun?'
Hamalların çoğu eşekliydi. Dar ve dik merdivenlerden onca yükü kolaylıkla çıkarabiliyorlardı.

Bir eliyle diğerine vurdu:
'Bundan âlâ eşek mi olur, taşısın işte...'
'İlla taşıyacak yani?'
'Ben ona binene kadar taşıyacak.'
...
Birkaç gün çarşıda görünmedi.
Cuma günü Çarşı Camisi'nde namazını kıldı.
Tek tek esnafı dolaşıp helallik istedi.
'Yük bitti, o bize değil biz ona bindik şükür, merak etmeyin, ben Allah'ın emriyle öleceğim' dedi.

O günün akşamı öldü.
Meğer gömülmek istediği yeri caminin imamına vasiyet etmiş.
Tabutunu taşıyanların aklında, 'Tahta ata bineceğim' sözü dolaşıyordu."

Haydi bu kadar yetsin artık. Kitabın tadını kaçırmayalım, sürprizi bol bu muhterem zâtların hikâyelerini meraklı okurlara bırakalım. Yazarına da gönülden teşekkür edelim. Güncelin ve gündemin boğuculuğunda bizlere sunduğu bu büyülü nefesler için.

"Benim ve senin aranda varlığım bana sıkıntı veriyor. İkrâmınla bu varlığı ortadan kaldır." diyor Hallâc-ı Mansûr. "Perdenin gerisinde, ben ile seni bir konuşturan var. Perde kalkarsa, ne sen kalırsın ne ben." diyor Ebu'l-Hasan Harakânî. Kanlar içinde kıvrana kıvrana ölürken gülümseyip "Ohh bitti!" demiş İntizar Nedim...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Mart 2020 Pazar

Kimlik neyimiz olur? - II

Üzerinden iki yılı aşkın süre geçmiş: Tarih Kimlik Hanefilik adlı kitabın değerlendirmesinde Türkiye’deki mevcut kimliğin pratikteki kullanımına vurgu yapmıştım. Orada da belirttiğim üzere, çalışma kısıtlı bir alanı/bölgeyi/toplumu ele almasının dışında kimlik oluşumuna dair teorik bir açılım barındırmıyordu. Kitapta yazılanlar bu topraklardaki geleneksel İslami anlayışın olumladığı ‘hamasi’ (ya da biraz yumuşatırsak melankolik) kimlik olgusunun ‘pratikteki’ anlamsal karşılığına denk geliyordu. Oysa zamanın ruhu sosyolojik ve felsefi açıdan çok daha derin ve teorik açıdan çok daha kapsamlı analizleri zorunlu kılıyor. Bu yazıda ele alınan kitap söz konusu zorunluluğu anlamlandırmaya yönelik dikkate değer bir çalışma diyebiliriz.

Kimlik insanın nerede durduğunu gösterir. Bir başka deyişle, bireyi ya da toplumu etnik, dini, siyasi, sosyal veya kültürel açıdan konumlandırır. Kısacası duygu, düşünce ve hareketin zeminidir kimlik. Peki, bu kadar önemli bir olgunun meydana gelmesinde insan müdahil midir yoksa kimlik insana ‘verili hâlde’ mi ulaşır. Bu konuda insanın etkisi ya da etkilenirliği ne kadardır?

Zygmunt Bauman (1925-2017) Kimlik adlı çalışmada bu soruların cevabını arıyor. Perspektifi oldukça geniş tutan Bauman, kimlik kavramını modernizm ve postmodernizm bağlamında değerlendirerek farklılıklarını ortaya koymaya çalışıyor. Bauman’nın kullandığı başat kavramların ‘akışkan modernite’, ‘katı modernite’, ‘küreselleşme’ ve ‘ulus’ olduğunu görüyoruz. Bu kavramlar ve bu kavramları ele alış biçimi onun sosyolojisine aşina olanlar için kolaylık sağlayarak konuyu anlamlandırmaya yardımcı oluyor.

Heretik Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi sayfalık eserin çevirisi Mesut Hazır tarafından yapılmış. Kitaptaki akış bir söyleşiyi andıran soru-cevap şeklinde ilerliyor fakat kitabın ilk sayfalarında söz konusu iletişimin yüz yüze değil de, (Benedotto Vecchi ile) elektronik posta aracılığıyla yapıldığını öğreniyoruz. Bu yöntem bir taraftan konunun kopuk kopuk ele alınmasına yol açarken bir taraftan da konuyu soruları yönelten kişinin etkisinden çıkararak tümüyle Bauman’ın kontrolüne (bir anlamda keyfiyetine) bırakmasına neden oluyor.

Kitabın tümüne bakıldığında kimliğin tarihsel olarak geçirdiği aşamaların izi sürülebilir. Bu bağlamda kimlik olgusunun arkaik dönemdeki durumu ve bildiğimiz manada ne zaman kullanılmaya başlandığı, ulusçuluk akımının ortaya çıkışı ve etkisi, modernleşmenin oluşturduğu katı ve net çerçeve, postmodernizmin yol açtığı akışkan ve müphem anlayış ile küreselleşmenin getirdiği parçalayıcı süreçlere değiniliyor. Bununla birlikte günümüzde kabul gören kimlik kavramı açısından önemli parametreler olan ulus, millet ya da cemaat olmanın birey ve toplum açısından anlamsal karşılıkları sorgulanıyor. Bauman, insanın kimliğiyle ilgili seçme şansı ya da tercih ihtimali üzerinde dururken kurgulanan kimlik olgusunun buna müsaade edip etmediğini tespit etmeyi deniyor. Küresellik, yerellik, millilik, ulusluk, köktencilik gibi kimliklerin olumlu ve olumsuz yönlerinin neler olabileceğini belirlemeye çalışıyor. Özellikle karşıtlığının mümkün olmadığını iddia ettiği küreselleşmeyi tüm insanlık için nasıl olumlu hâle dönüştürülebileceğinin arayışına giriyor.

Bauman’a göre çok bileşenli, kaotik ve komplike bir kavram olan kimlik bir baskı ve/veya çıkar unsuru olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda ulusal kimlik gücünü birleştirici olmaktan ziyade kavgacı olmasından alır. Zira ulus kimlik oluşturulurken doğallık (organik) adı altında doğal dışılık (inorganik) kurgulanır. Devlet mekanizması devamlılığı ve etkisi için buna ihtiyaç duyar. Katı modernite dönemi için devletin sahip olduğu bu pozisyon akışkan modernite döneminde sermayenin etki alanına girerek devlet mekanizmasını sermaye için garantörlük konumuna indirgenmiştir. Devlet mekanizmasının biçim ve görevinin değiştiği bu süreçte liberal düşünce sosyal devlet anlayışını galebe çalmış, anayasalar dahi bu değişime uyumlu hâle gelmiştir. Kısacası kimlik kurgusal bir olgudur ve kurgular meşruiyet alanı oluşturmak için yapılır. Tüm bu yaşananlar sırasında toplumsal yapı ve sınıfsal farklar da değiştirmiş ve isçi olgusu ‘sosyalist’ manasını kaybederek burjuva kavramına yaklaşmıştır.

Zygmunt Bauman farklı siyasi, ekonomik, ideolojik ve dini yaklaşımların kimlik üzerindeki etkisinin katı modernite döneminde etkin olduğunu, bugün ise akışkan modernite sebebiyle paradigmanın tümüyle değiştiğini iddia ediyor. Katı modernite dönemindeki kesin çizgilerle çevrilmiş kavramsal çerçevelerin aşınması sonucunda kimlik olgusununun muğlak hâle geldiğini fakat küreselleşmenin getirilerinden yeterli oranda faydalanamamanın ters etki yaptığını belirtiyor. Ona göre başta dini olmak üzere tüm köktenci yaklaşımlar buradaki ‘yok sayılma’ sebebiyle oluşmaktadır. Sonuç itibariyle ötekileştirilen kişi ve gruplar için köktencilik cazip hâle gelmektedir. Zira köktencilik anında sert şekilde karşı koymakla birlikte katı modernite dönemindeki kesinliğe dayanan önerilerde bulunur. Böylelikle ölmek veya yaşamak anlamlı hâle gelmektedir.

Kimlik üzerindeki değişim insanın tüm ilişkilerinde de dönüşümlere neden olmuştur. Tüketim kültürünün parçası hâline gelen bireyler tatminsizlik ön kabulüyle başladıkları ilişkilerinde ‘kullan-at’ anlayışıyla hareket etmektedir. Bu anlayış aynı zamanda nitelikten ziyade niceliğe önem verdiğinden ilişki çokluğu kazanım/zenginlik/statü olarak kabul edilmektedir. Anı yaşamayı salık veren bu anlayışın ilk işi uhrevi olanı yaşamın dışına çıkarmaktır. Sonraki süreçte ‘Kanon’ yıpranmış ve etkisini yitirmiştir. Bu aşamada iletişim olgusu ve teknoloji kimlik yıpratmada ya da yeni kimlik oluşturmada kullanılan önemli araçlardır.

Kimlik, içerik açısından Bauman’ın diğer tüm eserleri gibi oldukça zengin bir kitap. Bu bağlamda kitabın ana konusu kimlik olsa da toplum, siyaset, ekonomi, din, etnik köken ve kültür gibi birçok konuya dair ufuk açıcı değerlendirmeler barındırıyor. Kendisi de bir savaş mağduru ve göçmen olan Bauman ara ara hayatı boyunca yaşadığı kimlik sorunlarına değinerek konuyu salt teorik çerçeveyle ele almak yerine hayatın içine yansıyan şekliyle de değerlendiriyor ve bu sayede gerçeğe/gerçekliğe çok daha yakın bir kuramsal anlatımı ortaya çıkarıyor. En önemlisi, Bauman yaptığı açılımlarla kimlik meselesini hem sosyolojik bir uğraş hem de felsefi bir konu olacak şekilde temellendirerek anlamlı hâle getiriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

6 Mart 2020 Cuma

İnsanın aradığı ona ne kadar yakındır?

Bir şey, tek bir şey tüm yıkıma rağmen ayakta durur: İnsanın insanla karşılaşması… Gün oldu, bir yabancının bize bakışıyla bize göz kırpmasıyla uçurumun kıyısından döndük..."
- Cesare Pavese

Evet, yukarıda yazıldığı üzere, Manolya Gürocak’ın, Sağanak isimli romanı başlamadan evvel yazar, bizlere Cesare Pavese ile bir nevi romanın ana düşüncesini sunuyor. İz Yayıncılık’tan 2019 yılında çıkan bu nadide roman, bize gerek dünyanın gerçekleriyle ve birtakım sorunlarıyla yüzleşmemiz bakımından gerekse zengin edebiyat dili açısından güzel tecrübeler sunarken, Türk edebiyatı böyle değerli bir yazarın sahneye çıkarmanın tadını yaşıyor olsa gerek diye düşünüyorum.

İntiharın eşiğine gelen Efsun’un, Meryem ile tanıştıktan sonraki rahmani değişim hikayesini konu edinen romanda, kapitalizmin bünyesine yerleşen feminizmin genel deformasyonunu ile birlikte feminizmin önüne bambaşka, “izm”den uzak ve kadın ile erkeğin yaradılış kimliğini yadsımayan bir fikrin, bozulmuş ve kokuşmuş sisteme karşı oluşturulması yolunda ilerliyor. Fakat teoride ilerleme kaydedilse de pratikte işler istenildiği gibi gitmediğinden kapitalist sisteme karşı kapitalist sistemin içinde ölen bir insanla birlikte o yüce fikir de yok oluveriyor adeta. Ve aslında yazarın da dediği üzere şu sonuç ortaya çıkıyor: “İstersen en kusursuz, tıkır tıkır işleyen, en adil sistemi kur, insanoğlu bizzat kendisi kusurlu olduğu sürece o kusursuz sistemi de bozar ve kendine benzetir.

Fikirlerimi sonu 'izm' ile biten bir kelimeye sığdırmaya korkuyorum.

Ayrıca kitapta didaktik hava hemen seziliyor. Manolya Gürocak’ın edebi dili çok kuvvetli olmakla birlikte kitapta olay örgüsü sağlam planlanmış. Bazı bölümler, yazar istediği mesajı verdiğini düşündüğünden olsa gerek yüzeysel anlatılıp geçilse de bu romanın bütünlüğüne açıkçası pek zarar vermemiş. Akıcı bir şekilde ilerleyen kitabın sonlarına yaklaştığınızda insan ister istemez kendine soruyor: Birkaç sayfa daha fazla olamaz mıydı? Bu, tabii ki romanın lezzetinden ve bir o kadar kısalığından kaynaklanıyor.

Sonuç olarak sağlam bir kitap ile karşı karşıyayız. Bu kitap daha çok kişi tarafından okunup daha çok inceleme ve eleştiri yazısı yazılmalı ve Manolya Gürocak’ın kalemi hiç durmamalı diye naçizane düşünüyorum ve sözlerimi kitabın arka kapağındaki yazı ile bitiriyorum: Sağanak, hayatındaki savrulmalardan iniş çıkışlardan sonra kendisini bir gölün kıyısında bulan Efsun adlı karakterin deyim yerindeyse yeniden dirilişinin, kendini, hayatı ve bir nevi hakikatini bulmasının romanı. Kadın cinsiyetini yeniden tanımlayıp, kapitalist düzenin kadına ve aslında insana biçtiği role bir karşı duruş çabası. Güçlü bir dil ile inşa edilen roman, insanın aradığı her şeyin ne kadar yakında olduğunu sarsıcı bir kurguyla ortaya koyuyor.

Kitaptan birkaç alıntı:

Demek düşünmek herkese göre değil. Demek ki düşünmek herkese ferahlık vermiyor.

Doğduğun andan ölümüne kadar ismini işiteceksin. Bir telkin gibi… Büyü gibi… İsmin neyse o olmaktan kaçamayacaksın.

Yine de mümkün olsa o an, siz ile sen arasında orta mesafede bir zamir icat etmek isterdi.

Gözlerini suya dikti. Hiçbir yere gitmeyen, devinip dalgalanmayan, çoğalmayan, bulanıklığından gocunmayan, yarı bataklık durgun su birikintisine...

Yusuf Karakurt
twitter.com/sonsuzsakin

5 Mart 2020 Perşembe

Ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir

"Yaşamak acı çekmek midir ve yaşamı devam ettirmek çekilen bu acıda anlam bulmak mıdır sahi?"

Yirminci yüzyılın önde gelen ve varoluşçu terapinin temsilcilerinden olan, Avusturyalı psikiyatrist Viktor E. Frankl yazdığı bu başucu kitabıyla, hayatın anlamını gerçek anlamda sorgulama deneyimi sunuyor okurlarına.

İnsanın Anlam Arayışı'ndaki olaylar dramatik fakat Frankl’ın bu olaylara bakış açısı oldukça felsefi bir derinliğe sahip. Victor Frankl, ikinci dünya savaşı sırasında 4 milyondan fazla tutsağın imha edildiği Auschwitz Nazi toplama kamplarında yaşadığı mücadeleyi, tanık olduklarını, bu esnada hayatta kalabilmek için geliştirdiği Logo terapiyi ve insanın hayattaki acılara karşı nasıl iyimser olabileceğine dair düşüncelerini çarpıcı bir dille anlatıyor eserinde.

Kitabın ilk bölümünde yazar, Nazi toplama kamplarında yaşadığı olayları ve bu olaylarla başa çıkma mücadelesini sunuyor bize. Bir psikiyatrist olan Victor Frankl, toplama kampına gelişiyle birlikte ailesiyle olan bütün bağlarından uzakta, kendisi gibi kurban olarak seçilmiş bir ırka mensup insanların arasındadır.

Gaz odaları ve krematoryumlarda -ölü yakma odaları- cansız bedenlerini kül olmaya bırakanlar; sevdiklerinin, ailelerinin günden güne açlıktan, soğuktan, hastalıktan kıvrandığını, eriyip yok olduğunu görenler, tarihte yaşanmış en büyük acılara tanık olanlardır muhakkak. Frankl’ın yaşadıklarını dile dökmesi ne kadar zorsa, bizim onun yaşadıklarını anlamaya çalışmamız da bir o kadar zor. Zira senelerce süren bir katliama sabretmek, başa gelen bu acı olayların en çok da o manevi ızdırabını hissetmek, yaralı bir insanı onunla aynı yerden yara almadan anlamak hiç de kolay olmasa gerek.

İnsanın insana karşı her türlü zulmüne karşı ‘insan’ hayatta kalabilir mi? Bu sorunun cevabı ilerleyen sayfalarda veriliyor. “Yaşamak için bir ‘nedeni’ olan kişi, hemen her ‘nasıl’a’ dayanabilir”.  Nietzsche’nin bu sözü Frankl’in düşüncelerinin dayanak noktası olmuşa benziyor, çünkü toplama kampında yaşamı devam ettirebilmek ancak yaşamak için herhangi bir nedeni olanlar için mümkün oluyor. Yaşama yüklediği anlam, hayattan beklentiler veya hayatın bizden bekledikleri çok büyük acılarla dahi baş edebilmek için insana her zaman güç ve umut vermiştir. Umudunu ve gücünü yitirenler yaşam anlamını bulamamış olanlardır. Bugünün dünyasında pek çok insan da büyük bir boşluk ve anlamsızlık hissinden yakınıyor ve bu sebepten antidepresanlara sığınıyor değil mi? Psikolojide yaşama anlam verme ihtiyacının farkında olmama haline ‘Varoluşsal boşluk‘ deniliyor. Varoluşsal boşluk kendini ‘sıkılmışlık hissi’ ile dışa vuruyor. İnsanlar ev-iş arasındaki rutin hayattan sıkılıyor. Gerçekte bu sıkıntının yaşamın anlamını bulamamaktan kaynaklandığını ise pek azımız fark ediyor ve mutlu olmak için daha da anlamsız hayatlara sürükleniyoruz. Oysa mutluluk aranmaz anlam aranır, mutluluk ise bulunan bu anlamla beraber açığa çıkar. İnsan yaşadığı acılarda anlam, bu anlamda da mutluluk bulmayı öğrenirse bu başarı aynı zamanda insana acıyla başa çıkacak bir yeti de kazandırır. Herhangi bir dünyevi hazdan doğan hiçbir mutluluk, anlamın huzurunu sunamaz insana. "Hazlar gebe bırakır, acılar doğurtur" der William Blake, sadece hazlarla dolu fakat acının doğurduğu anlamdan yoksun hayatlar, yaşam boyu süren bir gebelik bulantısı verir. Wilhelm Schmid bir beyanda buluyor: “Mutluluk önemlidir ama anlam daha önemlidir. Hayatta tek meselenin mutluluk olduğu, modern hayattaki anlam kaybını mutlulukla ikame etmek isteyenlerin bir masalıdır; ama sırtına kesinlikle taşıyamayacağı bir yük yüklemiş olurlar böylece. Mutluluk hayatın güzel bir ilavesidir, mutluluktan nasibine bir şeyler düşen herkes buna minnettar olabilir ama insanlar ancak kısmen pay alabilirler ondan”. Bu durum, Terry Eagleton’da ise şöyle karşılık buluyor: “Kendine ‘Hayatım nasıl gidiyor?’ ya da ‘Hayatım daha iyi olabilir mi?’ gibi sorular sormamış bir kişi bilhassa öz farkındalık bakımından eksiktir”. Anlamın peşine düşmek bir çeşit farkındalığa ya da farkındalığa ulaşma çabasına işaret eder. Farkındalık dünyada olup biten bir yığın kötülüğün farkında olunması ve kişinin kendini tüm bunlardan münezzeh düşünmemesi anlamına da gelir.

Bir insanın, Auschwitz toplama kamplarındaki ağır yaşam koşulları, salgın hastalıklar, gaz odaları, açlık, soğuk, dayanılmaz işkenceler altında hayata devam edebilmesi ancak hayata verdiği anlamla mümkün olabilirdi. Auschwitz toplama kamplarındaki hayat, insanın zorluklara ne derece ve nasıl dayanabildiğinin en büyük örneklerinden biriydi. Bu insanlardan bazıları kendi yaşamlarında bir anlam- amaç bulamadıkları için mücadele etmeden ölmeyi göze almıştılar.

"Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle yaşamı sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline!"

Albert Camus şöyle demişti: "Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır; yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi?' Peki ya anlamsız bir hayatta mutluluk mümkün müdür?". ‘Anlam yoluyla iyileşmek' anlamına gelen 'logoterapi'nin kurucusu Victor E. Frankl'ın da söylediği gibi insan sürekli bir anlam arayışı içindedir. Afrikalılar iki tür açlıktan söz ederlermiş. Biri maddi olan; yiyeceğe, giyeceğe, barınağa olan ihtiyaç. Diğeri ise ‘niçin?’ sorusunun cevabına duyulan açlık: Anlam açlığı. Auschwitz toplama kamplarında yaşananların sebebi neydi? Bugün dünyamızda var olan savaşların, katliamların amacı nedir? Vatanından sürülen ve evladı gözünün önünde öldürülen bir insan kendini nasıl iyileştirir? Yıllarca hapishanede düşman askerlerin tecavüzüne uğrayan bir kadın, bu acıya dayanacak gücü nerden alır? İnsanlar bunca acı ve ızdıraba niçin ve nasıl katlanıyor? Benim acı eşiğim nedir? Sen, en son ne için- ne kadar acı çektin ya da kimin acısını hissettin, hafiflettin? Acı çekmek ancak çektiğimiz acının bir anlamı varsa var oluşumuza bir katkı sağlıyor. Çekilen acı, yaşamda anlam bulmanın en önemli yollarından biri olabiliyor.

Yaşamını devam ettirmek için gelişmiş yaşam koşullarına sahip olmasına rağmen, insan, uğruna yaşanılacak bir şeyin olmayışından yakınıyor. Pek çoğumuzun yaşamak için sayısız aracı var fakat hiçbir amacı yok. Psikoterapi’nin savunduğu “Terapi yoluyla anlam” düşüncesine tamamen ters düşen ‘Logoterapi’, yani ‘anlam yoluyla terapi’ Frankl’ın öncülüğünde kurulmuş bir yaklaşım olarak Freud’un teorisinden ayrılıyor. Freud’un aksine Frankl nevroz türlerini kendi içinde kısımlara ayırıyor ve bu nevrozlardan bazılarını acı çeken kişinin, varoluşunda bir anlam duygusu bulamayışına bağlıyor. Oysa dinsel inancın derinliği ve gücü insana sonsuz bir anlam duygusu verebiliyor. ‘Sevgi’ yaşamak için başka bir neden olabiliyor.

Acı çeken insanın acısına burun kıvırmak asil insanlara yakışmaz. Öyleyse acı çeken insanı anlamla şifalandıralım, zira ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir.

Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_