SAYFALAR

4 Şubat 2020 Salı

İnsanın arada kalmışlığına bir şerh

En son ne zaman bir kenara, bir köşeye, bir soteye çekilip kendinizi dinlediniz? Böyle bir şey artık lüks. Çocukken köyde en çok yaptığım şeylerden biri evimizin az ötesindeki mezarlığın yanıbaşında bulunan armut ağacına çıkıp ‘dinlemekti’. O anki aklımla kuşları, rüzgârı, sessizliği dinlerdim. Hayatın yoğunlaşarak zamanın daraldığı hissi veren günümüz dünyasında bu pek mümkün görünmüyor. Durup bir soluk almaya, neler oluyor diye etrafa bakmaya, gidişatı kontrol etmeye ihtiyacımız var. Kısacası aciziz ve nefeslenecek aralara muhtacız. Bu ihtiyaç giderilirse önce kendimizi sonra hayatımıza bir şekilde giren her şeyi dinlemeye, sorgulamaya ve anlamaya başlayabiliriz. Eğer daha sağlıklı ve nitelikli bir hayat istiyorsak buna zorunluyuz.

Necdet Subaşı, Mahir Zaman'la Yakaza Hâlleri’nde iç dünyasıyla söyleşirken insana kendisiyle iletişim kurmanın yollarından birini gösteriyor. İnsan kendisiyle iletişim kurar mı demeyin. Zira insanının bidayetten beri var olan kadim sorunudur iletişimsizlik. İnsanın hem kendiyle hem de çevresiyle, ‘diğeriyle’, ‘ötekiyle’ çözümleyemediği bu ontolojik duruma/soruna ister yozlaşma deyin ister yabancılaşma; farketmiyor. İsterseniz daha felsefi bir edayla ‘zamanın ruhu’ diyerek sorumluluğu insanın sırtından indirin. Yine farketmiyor. Mevzu, insanın evvela özüyle iletişimini kuramamasıyla başlıyor. İnsan kendini tanımıyor, ‘kendini bilmiyor’. Kendini bilmeyenin başka bir şey bilmesini beklemenin abesliğinin bile farkında değil.

Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz seksen dört sayfalık eser 2015’te yayınlanan bir radyo programında “irticalen yapılan konuşmaların” bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Bir konuşmanın yazıya aktarılmasından olsa gerek bir sohbet havasında cereyan ediyor metin. Dil açısından (yazı diline alışkın) okura farklı gelebilecek iki özelliği var Mahir Zamanla Yakaza Hâlleri’nin. İlki, konuşma dilini yazı dilinden ayıran en önemli özellik olan devrik cümlelerin yoğunluğu ve kısa cümleler. Kısa oluşları derin anlamlı olmalarına engel olmuyor. İkincisi ise metnin kısmen örtük bir anlam dünyası taşıyor olması. Bu örtük anlam karşısında elbette kepçeyi kazana daldıran kişi kendi nasibince faydalanacaktır. Şu da var ki, metindeki anlam dünyasının kimine derin ya da örtük gelmemesi de ihtimal dâhilinde. Detaylar, kaybolan anlamı bulma derdinde olan için bir anlam taşıyor. Zaman akmakla mahirdir. Bu maharetin gücü altında ezilen insanın en belirgin özelliği ise yakaza hâlinde olmak olabilir. Temelde ‘arada kalmışlığa’ işaret etse de yakaza kavramının her insanda açığa çıkışı farklılıklar gösterir. Buradaki gizem insanın kemalatıyla doğru orantılıdır şüphesiz.

Kitapta yazarın yaşamsal süreçte önemli bulduğu on dört kavram ele alınıyor. Sırasıyla yakaza, konuşmak, yol, aklıselim, dostluk, sıradanlık ve sıra dışılık, önyargı, kendini bilmek, zamanın ruhu, muhabbet, gurbet, niyet, dert ve vefa olguları değerlendiriliyor. Necdet Subaşı’nın İslami bir perspektiften kendine has bakış açısıyla ele aldığı bu kavramların anlamsal karşılığı ile hayat içinde bulduğu karşılık mukayese ediliyor. Okur, insanın zihninde olgunlaştırıp idealize ettiği değerleri hayatın akışı içinde yaşarken nasıl yozlaştırdığını, nasıl görmezden geldiğini, nasıl unuttuğunu görebiliyor.

Necdet Subaşı yaptığı değerlendirmelerde toplumsal gerçekliğimizle yoğurulmuş tecrübelerinden ve teorik bilgiyle pratik eylemin farkını ortaya koyan gözlemlerinden faydalanıyor. Yalın bir üslupla günlük yaşamdan, tarihten örnekler veriyor ve az da olsa literatüre değiniyor. Bu yöntemle bir yandan farkındalığı arttırarak anlattıklarına gerçeği konu ederken bir yandan da anlaşılır bir dille insana özüne, fıtratına, ruhuna dönmeyi salık veriyor. En çok da geleneğin, gelenekselin modern dünyanın pratikleri içinde nasıl eriyip kaybolduğunu gösteriyor.

Kitap, ‘insanın yaşarken geçirdiği aşamalar (onun) arada kalmışlığına nasıl etki eder’ sorusunun cevabını arıyor. Aidiyetlerin, geleneklerin, değerlerin süreç içindeki, ‘zaman içindeki’ dönüşümleri ve insanın nerede durduğu açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Meseleleri olabildiğince hassas ele alan Necdet Subaşı bu sosyolojik alanda bir arkeolog edasıyla ve kavramlara takla attırmadan olması gerekenle olan arasındaki farkı sade bir üslupla ortaya koymaya çalışmış. Belki de zamanla unuttuklarımızı hatırlatmayı denemiş. Amacı ne olursa olsun anlatılanlar hayatın dağdağası içinde insanın manevi tarafından gelen hafif bir esinti gibi dokunup geçerken zaman tüm maharetiyle akmaya devam ediyor. Şerh, düşüldüğüyle mi kalıyor; zaman gösterecektir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder