SAYFALAR

27 Aralık 2019 Cuma

Tadına doyulmaz bir İstanbul derlemesi

"Övünmekten çok, omuzlara ağırlık yükleyen bir sorumluluk duymak gerek. Herkesin dilinde ayrı isim, ayrı renkte menkıbelerde yaşayan böyle bir şehir, evrensel bir sorumluluk yükler sahiplerine; bunu düşünebilenin Boğaz rüzgârlarının bile bastıramayacağı kadar ter dökeceği açık."

İstanbul'a dair bu memleketin şairi, yazarı, seyyahı, memuru, sufisi ayrı dil dökmüştür. Herkes gönül hanesinden süzülen ve kendi dünya tasavvurunun biçtiği ölçüde İstanbul'u anlatmış, kimi zaman hüzünle kimi zaman neşeyle bu güzide şehrin yaşayışına can, yoluna yoldaş olmaya çalışmıştır. Hiç şüphe yok ki bu işi en iyi yapanlar da tarihçilerdir. Özellikle tarih dışında birçok disiplinle hususi olarak ilgilenen tarihçilerin yazdığı İstanbul kitapları son derece lezzetli bir okuma yapmaya, başka kitaplara ve yazarlara, hatta yaşam biçimlerine dair merak duymaya da vesile olmuştur.

İlk baskısını 1987 yılında yapmış bir kitap İstanbul'dan Sayfalar. Otuz yılı aşmış olsa da her sayfasında ayrı bir güncellik yakalamak mümkün. İlber Ortaylı, Alkım Yayınları'nın neşrettiği dokuzuncu baskı (Kasım 2006) için yazdığı önsözünde "Hiç şüphesiz ki İstanbul için yazılan ilk kitap bu değil, sonuncusu da bu olmayacaktır. Hatta yazar açısından da bu böyledir." diyerek İstanbul'u ve onun tarihini okumayı sevenleri müjdelemişti. Kendisinin hem gazetedeki köşesinde hem de televizyon programlarında sık sık yaptığı bir şeydir İstanbul'a dair konuşmak. Sebebini şu cümleleriyle aktarsak hata etmeyiz: "İstanbul Türklerin mülküdür, Türkiye’nin ikinci başkentidir, ama bütün insanlığın zenginliğidir. Bu iki bin yıllık dünya metropolünü gözümüz gibi sakınmalıyız."

Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun fermanlarında ve kayıtlarında “Be makam-ı Konstantiniyye el-mahmiyye" diye geçermiş İstanbul. Ortaylı, son döneme kadar basılan bazı kitapların ilk sayfasında da "Konstantiniyye ... Matbaası" künyesi olduğunu, ayrıca Osmanlıların Büyük Konstantin’in kurduğu bu dünya başkentine sahip olmaktan daima gurur duyduklarını hatırlatıyor evvela. İsim konusunda şu paragraf da son derece önemli: "İsimleri çoktu büyük şehrin; Âsitâne, Deraliyye, Dârü’l-hilâfeti’l- aliyye, Dârü’s-saâdet veya Dersaâdet (saadet evi/saadet kapısı), İslambol gibi... İstanbul “stinpolis/şehre doğru” deyiminden gelir. Nedense Konstantinopol isminden bucak bucak kaçanlar, bu kelimeyi Türkçe sanırlar. 15. yüzyıldan beri şehre gelen seyyahlar onun düzineyle ismini saymadan edemezler; Byzantion, Nea Roma gibi... Slavlar Tsarigrad der. Balkanlar’da hâlâ böyle, “çar şehri” ismiyle yaşar. İsmi çok, eseri çok, uzun geçmişi şanlı bir şehirdir İstanbul..."

Ortaylı, henüz 1984'te yazdığı bir yazıda şehrin büyüdükçe kirlenmenin de büyüdüğünü yazmış. Özellikle Haliç ve çevresinin kirlenme konusunda en dikkat edilmesi gereken yer olduğuna dikkatleri çekmiş. Nüfusun artmasıyla çoğalan yapılara rağmen 'akıllı'ların seferber olmamasına ve önlemler alınmamasına dair "acaba bu şeyler, bin yıllık dünya başkentinde kıyamet alameti mi?" diye sormuş. İşte buna tarihçi sezgisi deniyor. Zira yaşadığımız zamanlarda, İstanbul'un başına gelmemiş bela kalmamışken hâlâ ciddi değişiklikler ve keskin kararlar alınmaması, bu şehrin sorununun sadece toplu taşımaymış gibi gösterilmesi bile bir felaketin kapıda olduğunu gösteriyor. Allah şehrimizi ve oranın sakinlerini korusun.

İstanbul'dan Sayfalar şehrin tarihi dokusunu anlatırken aynı zamanda rehberliğini de yapıyor. Ancak bu rehberlik takdir edersiniz ki günümüzün basmakalıp bilgileriyle yapılan rehberliği gibi değil. İstanbulluların dilinden mezarlıklara, kahvehane sohbetlerinden eski İstanbul evlerine, meydanlarından ulema semtlerine, Bizans'tan Osmanlı'ya kalmış miraslarına, sokaklarından aydın portrelerine varıncaya dek Bâbıâli'ye, Pera'dan Tarlabaşı'na, Fener'den Balat'a, Eyüp'ten Kumkapı'ya, Gümüşsuyu'dan Taksim'e uzanan ve tadına doyum olmayan bir yolculuk saklı kitapta. Özellikle "İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet Vilayetine" başlıklı yazı, 1920'ler İstanbul'unu keşfetmek için bol not aldıran bir bölüm. Okudukça yaşanmamış o günlere hasret duymamak da mümkün değil elbette: "Şehrin hemen her tarafında denize girilir ve İstanbul’un her semtinin çocukları yüzmeyi İstanbul’da öğrenirdi. Langa bostanlarının hıyarı, Yedikule’nin marulu, Arnavutköy’ün çilekleri İstanbulluların anılarında değil, zenbillerinde taşınmaktaydı henüz. Ama İstanbul’da hayat gene zordu, asırlardan beri de zor olmuştur. Ulaşım zordu. Aksaray’dan Çengelköy’e giden ancak ertesi gün evine gelir, ziyaretler yatıya diye yapılırdı. Et ekmek derttir. Sular gürül gürül akmaz, hele Pera’nın apartmanları su kesintisine başından beri alışıktır. Çeşmelerden akan suları kana kana içilebilen mahalleler pek azdır. Gözler hep mahalle sakasının getirdiği iyi çeşme suyundadır."

Eski(mez) İstanbul'da deniz ulaşımının nasıl yapıldığını, tramvayın neden İstanbul'un 'asalet beratı' olduğunu, şehrin beslenme ihtiyacının karşılanma yöntemlerini, İstanbul halkının ramazanı nasıl yaşadığını, hepsi olsa da hangi kütüphanelerin çok mühim olduğunu ve kitapseverlerin türlü mücadelelerini, İstanbul'un meyhanelerindeki eğlence biçimlerini, dilencilerden levantenlere günlük yaşamın her yönüne eğilmiş İlber Ortaylı. İstisnasız her yazıda geleneğin insan hayatında nasıl rol oynadığının altını çizmiş. Mesela İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne dair yazdığı bir yazıda, müzenin ardındaki 'koruyucu' geleneği de işaret etmiş: "Osmanlı arkeolojisi ve müzeciliği Osman Hamdi Bey’le uluslararası saygınlığa ulaştı. O 1881’de müzenin başına geçti. 1882’de kaçakçılığı önleyen sert hükümlerle donatılmış Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’ni çıkarttırdı. Bugünkü Eski Şark Eserleri Müzesi’nin olduğu yerde ilk Güzel Sanatlar Okulu’nu da o kurdu. Sayda kazılarında ünlü krallar mezarını buldu ve müze dünyaca ünlü lahitlerle bezendi. Aynı yıl bu kazının raporuyla Osmanlı arkeolojisi beynelmilel literatürde yerini aldı. Haziran 1891’de de bugünkü Arkeoloji Müzesi açıldı. Mimar Vallaury binayı, müzedeki ünlü Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin motiflerini ve üslubunu izleyen bir projeye göre yapmıştı."

Zannedilmesin ki kitap sadece mazi sayfalarında gezinip günümüz sorunlarına değinmiyor. Tam aksine, hemen hemen her yazıda İlber hoca önem verilmesi gereken mevzuları, en uygun dille aktarıyor. Kimi zaman uyarıyor kimi zaman öğüt veriyor. Bu şehir için şikayet etmek sadece hocaların ve görevlilerin değil, hepimizin hakkı. Ortaylı'nın da okuyucudan istediği bu. Özellikle "Biz eski İstanbulluyuz" diyenlerin İstanbul'un nereye gittiğinden haberdar bile olmadığını söylerken, İstanbul'un güzelliğini herkesin zaten bildiğini fakat özellikle son yıllarda 'Güzel İstanbul' sözünün "gün geçtikçe çirkinleştirilen İstanbul’u âdeta alaya alan anlamsız bir tekerleme" hâline geldiğini de önemle hatırlatıyor. İstanbul güzeldir şüphesiz ama hep güzel kalacağına dair elimizde bir teminat da yok. Hocanın "Başka İstanbul Yok" başlıklı yazısı da güzelliğin baki olması için herkesi sorumluluk almaya davet ediyor: "İstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve tarihî mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiçbir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmamalıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tartışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu şehre layık hemşehriler ve İstanbul’un bulunduğu ülkeye sahip yurttaşlar olacağız demektir."

İstanbul'dan Sayfalar, hakikaten de ismi gibi bir kitap. Bu güzide ve korunmaya muhtaç olan ulu şehrin her yönüyle ve her fırsatta yeniden düşünülmesi gerektiğine dikkat çeken, hüzünlendirdiği kadar mücadele şevki de veren bir eser. Kitabın kaynakçasının da bu yönde okumalar yapmayı sevenler için oldukça faydalı olacağını belirtirken, İlber Ortaylı hocaya yeni İstanbul kitapları için bereketli ve hayırlı ömürler diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder