SAYFALAR

10 Aralık 2019 Salı

Pervari nire, Paris nire?

“Okumak cennet, yazmak cehennemdir.”

İslâmî câmiâdaki hâtırat trendi veyahut İslâmî neşriyat yapan yayınevlerinin hâtıratlara olan ilgisi zannımca merhum Ali Ulvi Kurucu hoca ile alakalı çalışmadan sonra başladı. Yayıncıların bu ilgisinin sebebi ticari kaygılar mı yoksa başka bir şey mi bilemiyorum; ancak bahsettiğim çalışma gerçekten çok büyük ilgi gördü ve faydalı oldu. Sonraki süreçte de Ahmet İslamoğlu ve Muhammed Emin Er gibi hocaların hâtıralarını anlattıkları pek çok benzer eser neşredildi. Hâtıralarını okumak için tabir caizse yanıp tutuştuğum isimlerin başında M. Emin Saraç hoca (sellemehullah) geliyor. İnşallah bir gün onun hâtıralarını okumak da nasip olur.

"İhsan Süreyya Sırma Kitabı: Pervari’den Paris’e", Beyan Yayınları’nın 743. kitabı olarak 2018’de yayına hazırlanmış. Eser 543 sayfadan müteşekkil. Kitabın bu kadar hacimli olmasının sebebi İhsan Süreyya Sırma hocanın bizzat kendi çektiği epey bir fotoğrafın kitapta yer alıyor olması. Söyleşiyi gerçekleştiren kişi ise İhsan Süreyya Sırma hocanın talebelesi, İslâm Tarihi üzerine yaptığı emek mahsülü çalışmalarla bilinen Prof. Dr. Adnan Demircan hoca. Nam-ı diğer İhsan Süreyya Sırma hocayı profesör yapan hoca… Nasıl mı? Gelin bizzat Adnan Demircan hocadan dinleyelim:

İhsan Süreyya Sırma, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden emekli olduktan sonra bir süre Viyana'da öğrencilerle ilgilenmeye devam etmiş, Türkiye'ye döndükten sonra Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden üniversiteye dönüş için teklif almıştı. Mevcut kanuna göre görevdeyken bulunduğu üniversiteden başka bir üniversiteye geçiş yapan ya da emekliyken üniversiteye dönen kişi ilan edilen kadroya müracaat eder, yeniden dosya hazırlar ve dosyaları jüriye göndirir. Hocamın dosyalarının gönderildiği jüri üyelerinden biriydim. Ben de raporu yazıp gönderdim. Bu arada, "Hocam, bundan böyle İhsan Süreyya Sırma Hoca'yı ben profesör yaptım, diyeceğim" diyerek latife yaptım. Bu sözüm Hocanın hoşuna gitti. Beraber gittbuiğimiz birçok yerde beni tanıştırırken "Beni profesör yapan hoca budur" diyerek latife yapar.

Kitabı okumadan önce hoca hakkında bildiğim şeyler oldukça azdı. İslâm Tarihi üzerine çalıştığını, eserlerinin Beyan Yayınları’ndan çıktığını, Muhammed Hamidullah hocanın talebesi olduğunu biliyordum. Hâtıratı okuduktan sonra hem hoca hakkında, hem de genel kültür anlamında çok şey öğrendim; ama “okurken hiç sıkılmadım” dersem de yalan olur. Kitabın bazı bölümleri beni çok sıktı. Okurken beni gerçekten şaşırtan birkaç şeyi paylaşmak istiyorum.

Hocanın babası Gazali Bey ile başlayalım. “Gazali Bey” deyince aklıma gelen ilk şey İmam Gazali’nin eserlerini neşreden yayınevini arayarak; “Ben (İmam) Gazali Bey ile görüşmek istiyorum. İletişim bilgilerini paylaşır mısınız?” diyen memleketimin güzide aydınları (!) oluyor. İhsan Süreyya Sırma hoca diyor ki: “Sanıyorum babam, Türkiye'de bu ismi taşıyan tek insandır. Rahmetli dedem İmam Gazali'yi çok sevdiği için babamın adını Gazali koymuş.”. Günümüzdeki bazı ebeveynlerde ise çocuklarına hiç kimsenin vermediği isimleri vermek gibi acayip bir takıntı var. Bu kimseler evlatlarına verecek isim bulmakta güçlük çekiyorlarsa onlara bir iki tavsiyem olacak: Zemahşerî, Cüveynî, Cürcânî, Şehristânî… Nasıl ama? Anlamsız isimler yerine İslâm Tarihi’ne damgasını vurmuş bu isimlerden birini seçmek tuhaf kaçmasa gerek.

Hâtırat okumaktan çok büyük zevk alıyorum. Kendinize örnek aldığınız bir ilim adamının lisedeki hayallerine tanıklık etmek paha biçilemez bir şey olsa gerek: “Okumayı seviyordum. Lise 1'deyken Sefiller'i okudum. Victor Hugo'nun beş ciltlik meşhur romanı... Sefiller'i okuyunca Paris'i çok merak ettim. Orada Fransız Devrimi'nin olduğunu öğrenmiştim. Paris'e gidip devrimcilerin ülkesini, eserlerini görmek hayalimdi adeta.

Hocanın Necip Fazıl hayranı olduğunu da öğreniyoruz. Kendisi diyor ki: “Necip Fazıl'a bayılırdım. Bir gün Üstad'ı konferans için Kırıkkale'ye götürmüştük. Konferanstan önce yemek yiyoruz. Tabii biz götürdüğümüz için aynı masadayız. "Üstadım, Hilmi Ziya Ülken için ne dersiniz?" dedim. Bizim felsefe hocamız, Türkiye'de sosyolojiyi kuran hoca. "Pilav yapmasını bilmiyor" dedi. Hiç unutmuyorum, başka bir şey söylemedi. Sonra ne olduğunu öğrendim pilav yapmanın ne demek olduğunu. Her malzemesi var; ama pilav yapmasını bilmiyor.”. Necip Fazıl’ın Hamidullah hoca hakkındaki olumsuz kanaatini öğrendikten sonra hocadaki Necip Fazıl hayranlığı devam mı etti yoksa nefrete mi dönüştü diye düşünürken kitabın bir yerinde şu anekdota denk geldim: “Yusuf Ziya [Kavakçı] Bey’le ikimiz Necip Fazıl’ın yanına gittik. Yusuf Ağabey, “Üstâdım, akşam böyle [Ba’îdullah] dediniz. Siz Hamidullah hocanın hiçbir kitabını okudunuz mu?” dedi. “Ben kitap okumam!” diye bir cevap alınca, Yusuf Ağabey, “İhsan, kalk gidelim. Okumayan bir adam” dedi."

Pervari (Siirt) doğumlu olan hocanın anadili Kürtçe. Türkçe ile ilkokulda tanışmış. İlerleyen yıllarda İngilizcesini geliştirmiş. Doktora için Paris’e gitmiş ve doktora tezini Fransızca olarak yazmış. Yabancı bir dilde doktora tezi yazmanın ne kadar güç bir şey olduğunu izah etmeye bile gerek yok. Peki hoca bunu nasıl başarmış? Azim, gayret ve biraz da yaramazlıkla: "Strasbourg'da Magmud diye bir mağaza vardı. Bugünkü tabirle AVM ve sadece bir taneydi. Bizim Türkler mağazaya "Mahmut" diyorlardı. Magmud'du, ama onlar Mahmut mağazası diyorlardı. Mağazanın içi oldukça kalabalık oluyordu. O gün de öyle kalabalıktı. Orada bir şeyler ararken 25-30 yaşlarında bir adamla çarpıştık. Adam "Pardon!" dedi. Ama öyle bir güzel telaffuz etti ki çok hoşuma gitti. O arada orada bir şey yaptım: Adamcağız farkına varmadan onun pardon telaffuzunu öğrenebilmek için altı defa kendisine çarptım. Her çarpışmamızda "Pardon!" dedi."

Hocanın gezmediği çok az ülke kalmış. Hâtıratını okurken oturduğunuz yerde yeni kültürlerle ve insanlarla tanışıyorsunuz: "Faslı bir çocuk vardı, adını unuttum. Bir gün sohbet ediyoruz, bana bir hadis okuyacaktı. Başladı sened zincirini okumaya: "an fulân, an fulân, an fulân [filan kişiden, filan kişiden, filan kişiden]". "Niye senedi okuyorsun?" dedim. "Böyle olmasa okuyamam ki! Ben Buhârî hâfızıyım." dedi. O zaman Fas'ta Buhârî ve Müslim hâfızları olduğunu öğrendim. Daha sonraki senelerde Fas'a gidince o hâfızları ben de gördüm."

Şimdi de isterseniz Mısır’a geçelim: "Mısır’da taksiye binildiğinde iki şey çalar: Ya Ümmü Gülsüm veya Kur’an-ı Kerim. Taksici de “Hangisini istersin?” diye sorar. Üçüncü bir şey yok. Bizim Muhammed taksiye binmiş, Ümmü Gülsüm söylüyormuş. Taksiciye, “Allah aşkına kimdir bu adam, her yerde bu söylüyor?” demiş. Taksici acı bir fren yapmış ve “Nereden geldin?” diye sormuş. Bizimki, “Türkiye” demiş. “Türkiye’den geleli kaç saat oldu?” diye sormuş. “Dört sene önce geldim” demiş. “Mısır’a dört sene önce geldin ve Ümmü Gülsüm’ü tanımıyorsun öyle mi? İnzel, İnzel [İn arabamdan, in!] demiş. “Neredeyse beni dövecekti. Ümmü Gülsüm’ü tanımıyorum diye; hakikaten beni indirdi.” diyor. Mısır’da Ümmü Gülsüm böyle bir şey…

Hâtıratı okurken Sultan Abdülhamid hayranı olduğunu öğrendiğiniz hocanın şu sözleri son derece câlib-i dikkat: “Sultan Abdülhamid hakkında sadece gerçekleri yazarsak yeter. Ama methiyeye kaçarsak gerçekleri kaybederiz. Onun gerçekliği “büyük ulu hakan” methiyeleri arasında kaybolur gider. “Peki, niye bu adam büyüktür?” diye sorduğunuzda size cevap veremezler. Bugünkü tarihçi meslektaşlarımızın daha ileriye gitmeleri, daha çok belge bulmaları ve objektif olarak bunları methiyeye kaçmadan yazmaları gerekir. Çünkü tarihçi övgüye başladı mı gerçeği kaybeder. O zaman o tarih olmaz, methiye olur. Biz methiyelerden çok çektik. Methiyecilik o raddeye vardı ki Behçet Kemal Çağlar, Atatürk için mevlit bile yazdı. Mevlit bir ıstılahtır. Meclid Peygamber için yazılır. Başkası için yazıldığında o kişinin Peygamber gibi veya Peygamber’in fevkinde olduğu düşüncesi empoze edilmeye çalışılıyor demektir.

Kitapta Muhammed Hamidullah hocaya beklediğimden daha az yer verilmiş. Dikkatimi çeken nokta ise Hamidullah hocanın son yıllardaki şu hâli oldu: "Hocam sadece anadili Urduca dışında bildiği bütün dilleri unutmuştu. Kur’an-ı Kerim hıfzı duruyordu. Arapçayı, Fransızcayı, İngilizceyi hepsini unutmuştu. Hiçbir şey bilmiyordu. “Anadiliyle Kur’an-ı Kerim’i beraber öğrenmişti. Onları unutmamasını buna yoruyoruz” dediler. Karşısına oturdum. Boşluğa bakar gibi bakıyordu. Adımı kağıda Arapça olarak yazdım. Tanımadı. Türkiye yazdım. Onu da hatırlayamadı. Nasıl aklıma geldiyse bilmiyorum, Erzurum yazdım, güldü. Erzurum’u hatırladı.

Epey bir uzattığımın farkındayım. Son söz yerine yazıyı bir uyarı ile nihayete erdirmek istiyorum. Diyelim ki bir röportaj için hoca ile randevulaştınız. Benim size tavsiyem randevu saatinden 5-10 dakika önce buluşacağınız yerde olun. Geç kalacaksanız da hocaya haber verin; çünkü gördüm ki hoca randevuya geç kalanları milletvekili veyahut çok yakın bir dostu da olsa affetmiyor.

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder