SAYFALAR

4 Aralık 2019 Çarşamba

Hafızayı dirilten edebiyat ve şehir üzerine düşünmek

"Bir kente hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır."
- Italo Calvino, Görünmez Kentler

Carel Bertram'ın "Türk Evini Hayal Etmek: Eve Dair Kolektif Düşler" kitabını okuduğumda iki şey çok dikkatimi çekmişti. İlki, yazar, evi sadece yaşanan/yaşayan bir mimari öge olarak değil; Yakup Kadri'den Peyami Safa'ya 'Türk romanındaki ev'i de tartışmaya açmıştı. Diğeri, kopuş ve unutuş üzerinden hatırlamayı, hafızayı, 'yeni ev sorunu' üzerinden düşünmüş ve edindiği derdi okura da yansıtmıştı. Kitap bittiğinde hem yazara gıpta etmiştim hem de neden bizde böyle çalışmalar yapılmıyor diye hayıflanmıştım. Ta ki Mayıs 2019'da Kesit Yayınları tarafından neşredilen, Ebru Burcu Yılmaz'ın üstün gayretlerinin neticesi olarak okura sunulan Edebiyat Şehir Hafıza'yı görene kadar. Kitabın alt başlığı, konuya merak duyanları heyecanlandıracaktır diye düşünüyorum: Türk Romanında Hafıza Mekânı Olarak Şehir (1940-1960).

Yazar, evvela hafıza, şehir ve edebiyat ilişkisi üzerine kavramsal bir çerçeve çizerek okuyucuyu bir nevi kitabın derinliğine hazırlıyor. Bu bölüm bana özellikle soru sormanın ne derece önemli olduğunu yeniden hatırlattı. Zira bir şehrin dehlizlerine dalıp, ona dair düşünmek 'durduk yerde' oluşacak bir şey değil. Zaten nostalji de soru sormadan gelişigüzel yapılan işlerden doğuyor. Şehir; efkar, melankoli ve nostalji eşliğinde kıymetlendirilecek ve korunacak bir şey değil. Esaslı biçimde dert edinmek kafi. Ebru Burcu Yılmaz hem sık sık sorular soruyor hem de çok önemli kaynaklardan yararlanarak çerçevesini belirginleştiriyor. Şu satırlara dikkat buyurun: "Hafızanın akışı insandan mekâna doğru mudur? Yoksa tersi bir istikamette yani mekândan insana doğru bir seyir mi takip eder? Aynı soruyu kitap ve hafıza arasındaki ilişkiyi dikkate alarak cevaplayan bir hikâye, hafızayı besleyen kaynaklara dikkat çeker... Kitaptan hafızaya doğru gerçekleşen etki, tıpkı kitap gibi mekânın da hafızaya yardımcı bir unsur olduğunu düşündürür. Mekân ve hafıza, birbirinin toprağındaki ürünlerle karşılıklı olarak beslenirken, mekânı da inşâ eden insan, unuttuklarının da dâhil olduğu hafızasını canlı tutacak birikimi muhafaza etmeye çalışır. Böylece mekânın aktif kullanıcılarına ait bireysel hafızalar, ortak bir yaşama üslubunun şemsiyesi altında birleşerek kolektif hafızayı oluşturur."

Edebiyat, şehri anlama ve onu tanıma konusunda şüphesiz en değerli kaynaktır. Kitabın ilk bölümü de bu doğrultuda ilerliyor. Yazarın da belirttiği gibi mekânın duygusal tarihini öğrenmek için ilk başvuracağımız kaynak edebiyat oluyor. Burada karşımıza bazı kavramlar çıkıveriyor. 'Mazi cenneti' olarak şehir, 'sığınak' olarak şehir, 'meta estetiğinin mekânı' olarak şehir, 'ütopik' ve 'muhayyel' şehir gibi. Zannedilmesin ki bu kavramları öğrenmek ve bunların arasında dolaşmak ürkütücü, tam aksi. Zira bölümün ve kitabın taşıyıcı malzemesi edebiyat, bu unutulmasın. Hem yazarın dili hem de beslendiği kaynakların üslubu oldukça lezzetli. Romanların dünyasındaki şehri tanırken insan bir şehre nasıl bakması, onu nasıl hatırlaması ve koruması gerektiğini de elbette maziye duyulan özlem eşliğinde yeniden değerlendiriyor. Çünkü: "Maziye duyulan özlem sadece bugüne dair kayıplardan hayıflanma amacı gütmeyip, yitirilen değerlerin bıraktığı boşluğun ne şekilde doldurulabildiği konusunda bir sorgulamaya vesile olduğu için de önem taşır. Şüphesiz şehrin çevresi değişirken aynı zamanda şehrin iç nizamını kuran temel öğe olan insan ve ilişki içinde olduğu çevre de ciddi değişimler geçirir. Şehirde yaşama üslubu olarak ifade edilen değerler manzumesi etrafında, müşterek kaideleri benimseyen insanlar, zamanla bu ortaklığın sağladığı intizamın bozulduğunu hissederler. Kısa vadede anlaşılamayan bu değişim, bir müddet sonra ortaya çıkan çarpıcı sonuçlarla kendisini hissettirir. Bu değişimi, sınırlı hayat süresi içerisinde gözlemleyemeyen insan, edebî metinler sayesinde, zaman ve mekân sınırı olmaksızın zahmetsiz bir şekilde görme imkânı bulur."

Kitabın en geniş bölümü ikinci bölüm. Burada yazar 1940-1960 yılları arasında, Türk romanında şehir hafızasının görünümlerini masaya seriyor. Muhtemeldir ki okuyucu bu bölümden hem büyük zevk alacak hem de çok yorulacak. Romanların arasında gezinirken yeni okuma listeleri yapmak işin zevki, geniş kaynaklardan yapılan alıntılardan istifade etmek için not almak yorucu. Bu bölümde okuyucuyu nelerin beklediğini şöyle kısaca belirteyim: Şehirde yaşama üslubu ve şehirli, konaktan apartmana hafıza, kimlik mekânı olarak ev, şehrin özel insanları ve özel zamanları, uhrevî mekânlar, sesler, kokular, mahalleler, sokaklar, kahvehaneler, mezarlıklar, ticaret mekânları... Peki bizi kimlerin eserleri bekliyor? En azından bazılarını sayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar, Sâmiha Ayverdi, Abdülhak Şinasi Hisar, Refik Halit Karay, Safiye Erol, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Kemal, Yusuf Atılgan, Salah Birsel, Mustafa Kutlu. Hani Politika'da "Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler." diyor ya, yazar da öyle isimleri bir araya getirmiş. Düşünce dünyaları farklı ama şehir görgüleri insanın yaşadığı tüm mekânları gözden geçirmesini sağlıyor. Bölüm bilhassa "şehirde bir yaşama sanatının var olduğunu fark etmek ve şehrin yaşatacağı estetik uyaranlara açıklık, bilinçli bir şehirli olmanın gereği" olduğunu hatırlatıyor.

Üçüncü bölümün adını çok sevdim. "Kokusunu kaybeden zaman" demiş yazar. Fakir, şehirle ilgili kitabıma "Şarkısı Biten Şehir" demiştim, belki bundandır. Bu bölümde, romanlarda yer alan şehir eleştirlerine göz gezdirmiş oluyoruz. Hafızasız ve hatırasız mekânları dolaştıktan sonra, yazarın teklifiyle karşılaşıyoruz. Bu teklif, şehir meselesinde edebiyatın da söz sahibi olması gerektiğini vurguluyor. Dikkatle okuyalım: "Bugünün şehir sorunlarının anlaşılabilmesi için, farklı disiplinlerin ışığında yapılacak süreç odaklı okumalara ihtiyaç vardır. Eleştirel yaklaşımı ve ortaya koyduğu tekliflerle edebiyat, kaybedilen şehir fikrinin yeniden inşâsı için başvurulabilecek önemli bir alandır. Bu noktada romanlar, hafızada kalıcı izler bırakırken, zamansal boyutta nesillerin birbirleriyle bağlantı kurmalarını sağlayabilir."

Sonuç olarak kitap, 1940 ve 1960 yılları arasında neşredilen Türk romanlarından misallerle; edebiyat, şehir ve hafıza arasındaki ilişkiyi makul bir noktada buluşturuyor. Ancak bunu yaparken Tanpınar'ın Yaşadığım Gibi kitabından bir alıntıyı da okuyucuya sorumluluk olarak yüklüyor: "Bir şehirde hatıralar ve tarih, yalnız kitaplarda yaşarsa o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir."

Şehir, en çok da onu dert edinenlerindir. Ebru Burcu Yılmaz'ın değerli kitabı Edebiyat Şehir Hafıza, bu anlamda çok dertli. Çünkü edebiyat, hafızayı diriltiyor. Bu da şehir hakkında sürekli düşünmeyi bir yükümlülük hâline getiriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder