SAYFALAR

18 Ekim 2019 Cuma

Allah'ın Üsküdar'daki casusları

"Görme ahkar kimseyi cânâ kader mechûldür 
Hakk’ın ednâ bir kulu a’lâ olur âlem bu ya."
- Mustafa Safvet Efendi

Eyüp Mezarlığı'ndayım. Ya zaman çabucak geçtiği gafletiyle insanı sürüklüyor ya da hafızanın oyunları, buraya en son ne zaman geldiğimi hatırlayamıyorum.

Halbuki en sık yaptığım ve hatta meşgale edindiğim şeydir mezarlık gezmek. 'Popüler' gibi görünen mezarlıklara uğruyorum ama niyetim oranın saklı 'sırlı'larına ulaşmak. Eyüp gibi Karacaahmet Mezarlığı'da bu anlamda zengin. İşin esası kaybolmak. Kaybolmadan gayb adamlarına ulaşmak imkânsız çünkü. Halisane bir niyet yahut çağrıdır bu işin temeli. Kısacası getirirler, götürürler. Neticede yapan da çatan da Hakk'tır efendim.

Piyet Loti'ye çıkan güzergâh geriyor ruhumu. Esnafımız, vatandaşlarımız ve turist kafileleri sağ olsunlar el birliğiyle 'kültür merkezi'ne çevirmişler bu kutsal mekânı. Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn unutulmuş. Bir yerin şerefi, oradaki insan(lar)dan gelir. Onların huyları, oraya şeref katar. Ama görünen tuhaf davranışlar, üslupsuzluk ve hürmetsizlik fevkalade yükselişte. İnsan üzülüyor. Beri yanda, hakikatin sınırsız ve sonsuz nefesi var. Çağırıyor erenler. "Çayı kahveyi boşver, dolan buralarda, nasibin varsa alınırsın satılırsın" der gibi. Eskiden Anadolu köylerinde Satılmış, Hediye -hatta Hediyetullah- gibi isimler konurmuş evlatlara. Sonra Yeşilçam dizilerinde ve filmlerinde dalga geçildi bu isimle, tıpkı Şaban gibi, Ramazan gibi ya neyse. İşte o Satılmış isminin konulmasının sebebi, ana-babaların evlatlarını Allah'a bağışlama niyetiydi. Hâlik, O değil mi? Gerisi teferruat. Satalım Allah'a, alırsa şâdân oluruz.

Hem Eyüp'te hem de Karacaahmet'te böyle nice Allah adamı mevcut. Onların hiçbiri göçmüş de değil hani, hepsi Hayy idi Hû oldular. Bunların arasında meczubîn denen o sırlı halkanın erleri de var elbet. Ünlülere değil de, biraz da ötelerin ünlülerine kafayı çevirince insanın karşısına çıkıveriyorlar ansızın. Mesela Abdi Baba çıktı karşıma. "Abdiyet makamı verilmiş ezelde ona, bu alemde yaşadı halisane dervişane, dünyaya etmedi minnet, etmedi nefsine hizmet" yazıyor mezar taşında. Devam ediyorum kaybolarak, kenarları yeşil küçük bir mezar taşı, "4 tarikin sultanıydı, kendini aleme bildirmedi, adına tramvaycı dediler, kimse sırrını bilmedi" yazılmış. Okuya okuya gidiyorum. Sonra anlıyorum neden "Allah'ın casusları" denirdi böylelerine. Öyle kuvvetliydi ki dilleri, hâlleri, sözleri, Allah da sakladı onları kulların rağbetinden. Fazla rağbet başlarını yakabilirdi çünkü. Ama onlar çoktan yanmışlardı. İşte o 'yananlar'dan arasından Üsküdarlıları bir araya getirmiş Serhat Onur. Kubbealtı Yayınları'ndan neşredilmiş Üsküdar'ın Meczupları'nın içindeki birçok anının aktarıcısı -ve dolayısıyla kitabın manevi mimarı- ise Kutbü’n-nâyî Niyazi Sayın.

Sözlükte "kendine çekmek" ve "yaklaştırmak" anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türemiş meczûb. Süleyman Uludağ hocanın tasavvuftaki manasını "bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın âniden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî surette huzurunda bulundurduğu velîler" olarak tanımlamış. Bilgiyi biraz daha derinleştirmek adına, hocanın TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Meczup" maddesindeki yazısından şu çok önemli satırları da almak isterim: "Mutasavvıfların büyük bir kısmı sâlikin tasavvuf yolunda ancak cezbe ile ilerleyebileceği görüşündedir. Tasavvufta bir tarikata intisap ederek sülûkünü tamamlamamış ve cezbe halini yaşamamış sâliklere “mücerred sâlik” (sâlik-i gayr-i meczûb), tasavvuf yoluna girmeden ve yolun gereklerini yerine getirmeden âni bir cezbeye mazhar olan sâliklere “mutlak meczup” (meczûb-ı gayr-i sâlik), tasavvuf yoluna girip bu yolun çilesini çektikten sonra cezbe halini yaşamış olanlara “sâlik meczup” (sâlik-i meczûb), yaşadıkları bir cezbe halinin ardından tasavvuf yoluna girip kararlı bir şekilde bu yolun gereklerini yerine getirenlere “meczup sâlik” (meczûb-ı sâlik) denir. Gerçek meczup bunların ikincisidir, ancak mürşide ulaşmadığından kendisi ermiş olmakla birlikte irşad yetkisi yoktur."

İranlı nakşibendî âlim-şair Abdurrahman Câmî (ö. 898/1492) ise meczupları hakiki meczuplar, bunlara benzemeye çalışanlar ve meczupluk taslayanlar diye üçe ayırır. Mısırlı âlim-sûfî Şa'rânî (ö. 973/1565) de gelecekten (gayb) haber veren tavır ve davranışları ile hikmetli sözleri münasebetiyle meczupları 'büyük velîler' olarak tanıtır. Keşfü’l-mahcûb adlı eseriyle tanınan sûfî müellif Hücvîrî (ö. 465/1072 [?]) meczupların ibadet gibi kulluk görevlerini yerine getirmekten âzat edildiklerini ileri sürer. Hanbelî fakihi, hatip-müfessir ve tasavvufa karşı düşünceleriyle tanınan İbn Teymiyye (ö. 622/1225) de içlerindeki sevginin daima kuvvetli olması ve sürekli zikir hâlinde bulunmaları sebebiyle meczuplarda aşkın aklı yendiğini, bu hâlde söylediklerinin mazur görülmesi ve yaptıklarının kınanmaması gerektiğini söyler.

Kimler var Üsküdar'ın Meczupları arasında? Üsküdar'daki bütün cenazeleri takip edip mevtâları taşıyarak 3-5 kuruş bahşiş alan Mortocu Salih, Sabahattin'in meyhanesi civarında ellerini Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine doğru açıp dua eden Duâcı Arab (Üsküdar'ın Üç Sırlısı'ndan İskele Camii İmamı Nafiz Hoca, Arab'ın bir duasına şahit olmuş ki o gün akşama kadar odası öteberi ile dolmuş taşmış, bir daha da öyle bir gün olmamış), Dârülbedâyi (İstanbul Şehir Tiyatrosu) artistlerinden 'saygıdeğer deli' ve son yıllarında Merdivenköy Şahkulu Bektâşî Dergâhı'na mülâki olup orada sırlandığı söylenen Şükrü Bey, deli raporlu olmasına rağmen Necmeddin Okyay'ın meşk saatlerinden tanıyan Uğur Derman'ın söylediğine göre deli olduğuna dair en ufak bir hareketi bile olmayan Bâli Kaptan, Mihrimah Sultan Camii'nin tuvaletlerini temizlemesi dışında hakkında hiçbir bilgi olmayan Helâcı Nahit, çıplak ayakla ve pejmürde bir kılıkla ayakkabı boyacılığı yapan, yoldaki bir taşa kafayı takıp onun peşinde dönüp duran Boyacı Selahattin, Üsküdar'ın mahallelerini Mevlevî sikkesi ve tennûresiyle dolaşıp sokağın ortasında durup "Sakal dediğin bir tüydür, insana lâzım olan huydur" diye semâ eden Mevlevîyeden İrfan, sesi pek iyi olmasa da ellerini titreterek ve kendinden geçerek Üsküdar camiilerinde mevlid okuyan Hâfız (Mevlidci) Yekta, rastgele değil sanatkârâne bir âhenkle davul çalan Davulcu Şaban, doğuştan gözleri görmediği hâlde kanun çalan, evlerin tavanlarını onaran, dam aktaran, ve Emin Ongan'ın uzun yıllar radyo programlarında çaldığı daha evvelden paramparça olan Amati kemanı gibi birçok enstrümanı tamir eden Kânûnî Âmâ Sıtkı, vaazlarına daha çok kadınların geldiği ve diğer vaizleri sürekli yermesiyle tanınan, Hattat Necmeddin Okyay'ın "ârif bir zattır" dediği Demir Hâfız...

Kitabı okurken, yukarıda Süleyman Uludağ hocanın yaptığı meczup tasnifini de akılda tutmak gerekiyor. Böylece isimleri geçen zâtların vaziyeti de aşikâr oluyor. Mesela Şam'da doğup, ilerleyen yıllarda Sarı Kazak isimli celalli, tasarruf ehli bir Bektâşî erenince bir nefeste uyandırılan, emrolunan seyahat gereği soluğu 1711'de Üsküdar'da alan ve emaneti teslim ettiği 1716 tarihine kadar burada yaşayıp Karacaahmet Mezarlığı'nda Taşcılar'a yakın bir yere sırlanan Taslak Derviş Mustafa. Kitaptan okuyalım: "Soğuk bir Üsküdar kışında şeyhin odasında kalan Taslak Mustafa üşümesin diye ocağa bolca odun ve kömür atılır. Ateş iyice kıvam bulunca Derviş Mustafa tütün çubuğunu yakmak için alevlenmiş ocağa yaklaşır ve geçirdiği cezbe sonucu ateşin tam ortasına düşer. Gürültü üzerine odaya giren dervişler Taslak Dede'yi hemen ocaktan çıkarırlar. Bir de bakarlar ki dedenin sikkesi, hırkası, hatta sol elindeki tütün çubuğu bile hiçbir zarar görmemiş. Dedeyi yatağına yatırırlar ve üç saat kadar cezbe hâlinde yatakta kalan Taslak Mustafa birden "Eyvallah, eyvallah" diyerek kalkar ve hiçbir şey olmamış gibi sohbete başlar."

Sait Paşa İmamı Hasan Rıza var sonra. Sultan Abdülaziz'in cuma selâmlığı için geldiği Dolmabahçe Camii'nde, Hasan Rıza Efendi'ye bir hutbe irad etmesi, bu iradın muhakkak hicaz makamında olması gerektiği söylenir. Emir bizzat padişahtandır. Çok sinirlenen Hasan Rıza Efendi, "irade ile hutbe okunmaz, zuhurla okunur" diyerek cüppesini çıkarıp camiyi terk eder. Çevredekiler durumu padişaha izah ederken kendisinin 'meczubin-i ilahiden bir zat' olduğunu söylerler, padişah da onu mazur görür. Sık sık örgü örermiş Hasan Rıza Efendi. "Hoca efendi tüm vaktinizi örgüyle geçiriyorsunuz, gözlerinize yazık değil mi?" diye sorulunca "Evlad, gözümü masivadan koruyorum!" dermiş. 1881 Eylül'ünde bir sabah namazı çıkışı Abdünnebî Efendi'nin Üsküdar Toygar'daki evinin kapısı çalınır. Kapıyı açınca karşısında Hasan Rıza Efendi'yi görür. Hasan Rıza, "Efendi, bir oğlun olacak, adını Necmeddin koy" der ve arkasını dönüp cevap bile beklemeden evine gider. 5 ay sonra doğan erkek çocuğuna Necmeddin adı konur. İşte bu zat, meşhur Hezarfen Necmeddin Okyay'dır.

Kitaptan son örnek Sükûtî Dede olsun. Üsküdar sokaklarında Mevlevî sikkesiyle ve altında uzun entarisiyle dolaşan, meczub gibi görünse de aslında kendini sırlayan bir zat imiş. Her ne kadar Mevlevî olsa da Üsküdar Sandıkçı Dergâhı'nın son şeyhi Haydar Efendi ile hukuku iyiymiş. Rifâî tekkesi olan dergahta bazı zamanlar diğer tekke şeyhlerinin de katılımıyla oldukça kalabalık ve feyzi bol meydanlara iştirak edermiş. İşte böyle günlerden birinde Haydar Efendi, postta iki yanına diğer misafir şeyh efendileri almış. Sükûtî Dede'yi de çağırmışlar ve meczupların arasında oturtmuşlar. Bu harikulade anıyı kitaptan okuyalım: "Haydar Efendi zikri başlatmak için Eûzübesmele çekip: Fa'lem ennahû lâ... diyor fakat lâ'dan sonrasını tamamlayamadan kalıyor. Tekrar Fa'lem ennahû lâ... diyor yine kalıyor. Tekrar, Fa'lem ennahû lâ... diyor ve yine devamı gelmeyince önce sağındaki şeyh efendiye "Siz buyrun efendim" der fakat hazret de "Lâ"dan ötesine geçemez. Aynı şekilde solundaki şeyh efendi de meydanı uyandıramayınca, çok zeki bir şahıs olan Haydar Efendi'nin gözleri Sükûtî Dede'yi arar ve onun meczubların arasında kaşları çatılmış, sinirli bir şekilde önüne baktığını görünce, hemen postundan kalkar ve dedenin yanına gidip ellerine ayaklarına yapışıp; "Dede biz ettik sen etme..." demesi üzerine Sükûti Dede; "Bana bak, bana değil ama başımdaki Fahr-i Mevlânâ'ya hürmetin olsun, bir defa daha görmeyeceğim böyle bir şey, hadi açıyorum, güzel bir zikir olsun", der. Haydar Efendi posta geçer ve: "Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm Bismillâhirrahmânirrahim fa'lem ennahû lâ ilâhe illâllah" der, meydan uyanır ve  o gece muazzam bir zikir olur."

Sükûtî Dede hakkında son bir mevzu daha. Dede, Galata Mevlevîhânesinin son şeyhi Ahmet Celaleddin Efendi'yi ziyarete gitmiş. Celaleddin Efendi huzurda Sükûtî Dede'ye "Dede zamanın efendisi kim?" diye sorar. "Ben anlamam efendim öyle işlerden, ne bileyim?" cevabını alınca Efendi bir kez daha "Yok yok yabancı değiliz, şeyhine söyleyeceksin bunu" deyince dede mahcup bir edayla: "Ne yapalım şeyhim fakîre nasib oldu" der. İşte böylesine sırlı, mübarek bir zat imiş Sükûtî Dede.

Niyazi Sayın Baba'nın engin hafızası ve Serhat Onur'un kalemiyle Üsküdar sokaklarındaki meczupları yad eden bu kitap akıllara şu soruyu da getiriyor: Nerede şimdi onlar? Akıllarını aşkla değiş tokuş edenler nerede? Kim bilir. Ama Allah'ın casusları elbet her yerdedir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder