SAYFALAR

6 Ağustos 2019 Salı

Muhafazakârın dönüşümü

Türkiye’de dini değerleri önemseyen kesim ‘muhafazakâr’ olarak adlandırılıyor. Bu kullanımın teknik olarak yanlış olduğunu düşünsem de, (-ki her görüşün muhafazakârı vardır) genel kabul bu yönde olduğundan anlamın oluşması ve meramın aktarılması için istemeden de olsa kullanmak icap ediyor. O hâlde, bu galatımeşhurdan hareketle şöyle bir tespit yapabiliriz: Türkiye’nin muhafazakârları gelenek ile modernite arasında sıkışmış durumda ve bir türlü kurtulamıyor. Gerçi kurtulmak istiyor mu, o da ayrı bir muamma. Ama zihinleri zorlayan bir değişime tanık olduğumuz su götürmez bir gerçek. Ortada sosyolojik bir vaka var ve engellenemezliğinin bütün ihtişamıyla yaşanmaya devam ediyor. Sonuç itibariyle toplumsal yapı muazzam bir dönüşüme uğruyor. Öyle yetmişler, seksenler ya da doksanlardaki gibi gettolaşan bir kırılma değil bu. Aynı yörenin ya da aynı değerlerin insanlarının banliyöleşmesinden çok farklı. Dikey ve yatay hareketlilikten öte sıçrayan bir yayılım var. Sosyal gruplar arası sıçramalar sırasında farklı dünya görüşlerinin kapitalizm düzleminde karşılaştığını görüyoruz. Bu durum da hâliyle bir çakışma ve/veya bir çatışma ortamı doğuruyor. Zaten geçmişinde bilinçli şekilde örgütlenememiş sağ, sol ya da diğer ideolojik ayrımlar yıkıma uğrarken; yıllardır ‘ötekine’ kapalı şekilde yaşayan farklı görüşlere sahip bu insanlar ortak bir alanda karşılaştığında gardlar alınıyor. Kimsenin kasıtlı ya da planlı olarak bir şey yaptığını düşünmüyorum. Bizleri buraya getiren, seçimlerimiz neticesinde hayatın karşı konulamaz akışı sadece. Sebebi de çok açık. Yaşam biçimimizi belirleyen ve şekillendiren paradigma bizlere bu hayat tarzını dayatıyor. Söz konusu paradigma içinde farklı bir yaşamsal alternatife de yer yok. Değişim ve dönüşüm bu paradigmaya eklemlenerek gerçekleşiyor.

Mevcut durumu yanlı ya da yanlış okuyanlar yüzünden toplumsal değişimin tek taraflı olduğu gibi bir algı var. Örneğin Türkiye’de sol düşünce daha az değişime uğradığı kanısında ve bu konuda ısrarlı. Fakat canlı örnekler bunun tam tersini gösteriyor. Bugün sol düşünce koruma refleksiyle hareket ediyor. Evrensel ölçülerde sol ile alakası olmayan amorf bir yapı olarak kapladığı alanı kaybetmemek derdinde. Bu da bir nevi muhafazakârlık oluyor aslında. Diğer yandan bu yazının asıl konusunu oluşturan ‘sağ’, ‘dindar’ ya da ‘muhafazakâr’ denilen kesim muazzam bir dönüşümü göstere göstere yaşıyor. Bunda nitelik gibi niceliği de belirleyici bir etken olarak görebiliriz. Çoğunluğu sağ olarak tanımlanan toplumdaki değişim sayısal orana orantılı olarak (sağ kesimde) daha fazla yaşanmış (gibi) oluyor. Sonuç itibariyle değişimin sağ kesimde daha fazla olduğu ‘yanılgısı’ oluşuyor. Burada, sağ muhafazakârlığın daha fazla göze batmasının asıl nedeni kamusal alanda eskiye nazaran daha fazla görünür olması diyebiliriz. Meseleye din ve dindarlık gibi kavramlar da dâhil edilince karşıt görüşlere önemli bir alan açılıyor ve konu geliyor siyasal İslam’a. Modern dünyada dinin sorunlara yol açtığı görüşünden hareketle sorunun dine intisap edenlerin anlayış ve davranışlarında değil dinin kendisinde olduğu algısı oluşturuluyor. İslamcılığın bir sömürü çeşidi olmasından girilip, dinciliğin faşizanlığa yol açtığından çıkılıyor. Şahsen çok önemli bir noktanın atlandığını düşünüyorum. Dindar ya da İslamcı denilen kesim kamusal alanda görünmeye başlamadan önce de aynı kültürel kodlara sahipti. Bu kodlar imkanı bulunca genleşti, genişledi, büyüdü ve artık kendine yetmeyen alanının dışına taştı. Taştığı alan, o bölgeyi daha önce ele geçirmiş olan sol ve türevleri tarafından kontrol ediliyordu. Kamusal alan tümüyle onlara aitken bu ‘büyük yeni ortak’ işi zora sokmaya başladı. Sol için amaç herhangi bir üst değer değil, ‘türedi ortağa’ engel olmaktı. En nihayetinde şunu söyleyebiliriz: Sosyo-kültürel kodlarımızda yer alan bu temel sorun sadece dindar ve/veya sağ muhafazakârlığın değil, bu topraklarda yaşayan her türlü görüşe sahip insanların ortak özelliği olarak ortada duran bir gerçeklik olarak kabul edilmek zorunda. Tabi dişe dokunur, işe yarar bir netice elde edilmek isteniyorsa.

Mustafa Everdi’nin Metropol Mücahidi adlı eseri yukarıda değinilen mutaassıp kesiminin girmeye başladığı modern ortamların yabancısı olduğu için yaşadığı trajedinin kitaplaşmış hâli diyebiliriz. Gelenek ile modernite arasında kalmışlığın ya da öz değerlerinin değişime uğraması sonucu savrulmuşluğun göstergesi olarak karşımızda duruyor. Tam olarak nerede olduğunu bilememenin ve kesin olarak nereye ait olduğunu kestirememenin şaşkınlık hâli; bir tuhaf araftalık.

Bilge Kültür-Sanat tarafından yayınlanan eser yüz altmış sekiz sayfadan oluşuyor. Kitapta on bir öykü bulunuyor. Öykülerde geçen olaylar birbirinden bağımsız olsa da aynı karakterler üzerinden kurgulanmış olması roman havası veriyor. Dolayısıyla karakterlere önceki öykülerde aşina olunduğu için romanın bölümleri gibi okunuyor. Kitabın birden fazla belirgin özelliği var. Öncelikle yayıncı ismine “hibrit”, “alaşman” dediği farklı bir türü denemiş. Hibrit ya da alaşman metin okuyucuyla etkileşim hâlinde yazılan eserler için kullanılıyor. Bu tür ilk defa Rus edebiyat bilimci Mihail Bakhtin (1895-1972) tarafından sözü edilen “deneysel edebiyat”ın bir parçası olarak tanımlanıyor. Kitaptaki öykülerin bir sosyal medya hesabı üzerinden farklı zamanlarda bölüm bölüm yayınlamasından hareketle “dijital edebiyat” olarak tanımlamak da mümkün. Okuyucunun katılımı burada devreye giriyor ve her bölümün sonundaki yorumlar hem diğer okuyuculara hem de yazara katkı sunuyor. Sosyal medyada yayınlanan öykülere gelen yorumlar kitapta bölüm sonlarına eklenmiş olduğunu görüyoruz. Yorumlarda eksik ya da başarılı bulunan yönlere dair eleştiriler yer alıyor. Bu sayede okuyucunun metnin devamında etki edip etmediği ölçümlenebilir hâle geliyor. Benim izlenimim yazarın yorumları dikkate aldığı yönünde oldu.

Kitaptaki bir başka önemli özellik üslup olarak göze çarpıyor. Kullanılan dil oldukça sade fakat çok fazla alıntı, atıf ve detay bulunuyor. Bu sayede ortaya çıkan metinlerarasılık oldukça zengin bir okuma sunuyor. Metnin bu özelliğinde yazarın entelektüel birikiminin önemli bir etkisi olduğu muhakkak.

Metnin en önemli özelliklerinden bir diğeri yazarın hüzünlü bir hiciv dili kullanması diyebiliriz. Düşündürürken tebessümü eksik etmiyor yüzden. İmgelemelerin, betimlemelerin, vurguların hakkı fazlasıyla verilmiş. Anılarından bahsediyor gibi yazan Mustafa Everdi’nin oldukça güçlü bir gözlem yeteneği olduğu görülüyor. Kurgu konusunda küçük hatalar olsa da hem bağımsız olarak öykülerde hem de kitabın tümünde bir bütünlük sağlanmış diyebiliriz. Anlatıcı olarak öykülerin başkarakterinin ağzından birinci tekil şahıs kullanılmış. Bu sebepten yer yer başkarakterle yazar bütünleşmiş gibi görünse de genel olarak başarılı bir akış çıkarılmış ortaya. Bunun dışında her bir öykü merak duygusunu kaybettirmeden okutuyor kendini. Belki sonlardaki bir iki öykünün gerekli olup olmadığı tartışılabilir. Zira bir yerden sonra metnin kendini tekrar ettiği düşüncesi gelişiyor.

Bunca teknik detaydan sonra haklı olarak öykülerde neler anlatılıyor diyebilirsiniz. Kısaca girişte bahsettiğim konular anlatılıyor. Esved ismiyle müsemma Ankaralı dindar bir esnafın ailesiyle birlikte modern hayata karşı durumu ele alınıyor. Esved ile ailesi kapitalizmin dayattığı yaşam biçimine direnme ve entegre olma arasında gidip gelmektedir. Kitapta bu aşamaya nasıl gelindiğinin izleğini sürmek mümkün. Toplumsal etkenlerden ziyade geleneksel yapıdan kopuşta siyasi yapının tesiri açıkça görülüyor. Muhafazakârların yaptığı gidişe ayak uydurarak tüketim kültürünün bir parçası olmaktır. Kitabın bana göre en önemli özelliği baştan sona bir özeleştiri metni olması. Dindar kesimin ne iken neye dönüştüğünü açıkça gösteriyor. Metropol Mücahidi’nde sadece modernizmin sularına kapılan Müslümanlık değil, geleneksel anlayışa sahip Müslümanlık da eleştiriliyor. Her ne kadar yüzleşmek istemesek de, Mustafa Everdi bizi bize anlatıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder