Antropomorfizm: Yunanca insan anlamına gelen, anthropos ve biçim, şekil anlamına gelen morphe sözcüklerinden türetilmiştir; genel olarak insana ait özelliklerin insan dışındaki varlıklara yüklenmesini ifade eder. A. Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğünde “Antropomorfik” kavramını, faaliyetinden hareket ederek, dünyanın bir amaca göre düzenlenmiş olduğunu, bu düzenin düşünmeye, istemeye ve iradesini gerçekleştirmeye yetili bir varlığın eseri olduğunu, dünyanın doğaüstü bir varlık tarafından belli bir amaç için kurulduğu ya da yaratıldığını öne süren görüş olarak ifade eder.
İbn Sina’da, Yeni Platonculuk’dan aldığı ilham ile antropomorfik bir Tanrı tasarımından, bir mimar veya el sanatları işçisinden ziyade, yaratıcı bir kuvvet olarak tanrısallık düşüncesi mevcuttur. Aşkın Mahiyeti Hakkında kitabı, bu tanrısallığın, “ilk neden” olarak orada öylece var olan, “kendinde var olan” bir varlığı nitelemesini anlatma derdindedir. Başka bir yazıya saklayacağımız Fârâbî’de de olduğu gibi İbn Sina’da da Antik Yunan ile İslam düşüncesi arasındaki geçirgenlik keyif verici izlekler verir.
Sina, varlıkların sebebi olarak gördüğü Aşk Hakkında Risale'sinde, aşk’ın “Bir” olanın delili olduğu hakkındaki görüşlerini yedi bölümde dillendirir. Aşk ontolojik açıdan ele alınır ve varlıkla ilişkisi irdelenir. Bu bağlam İbn Sina’ya Felsefe ile ilişkilendirildiğinde daha net anlaşılmasını sağladığı alanı oluşturmaktadır. “Aşk”, “Âşık” ve “Maşuk” aslında hepsi varlığın mevcudundan kopanlardır diye ifade etmeye çalışır. Aşk, bütün varlığın esasıdır ve her şey ondan doğar. Aşk, Allah'ın varlığının bir delilidir. Varlık kavramı bir şeyin gerçekliğini ifade ederken; Aşk, şeyin gerçekliğini de ortaya koymaktadır!
Sina’nın aşkın varlıkların sebebi olarak anlattığı bu yedi bölüm şu şekildedir: Birinci fasıl; Her bir hüviyete aşk, kuvvetlerin sirayet etmiş olmasına dairdir. İkinci fasıl; canlı olmayan basit cevherlerde aşkın varlığı hakkındadır. Üçüncü fasıl; aşkın nebati suretlerde yani nebati nefislerdeki varlığına dair. Dördüncü fasıl: aşkın gıdalanabilme kuvvetine sahip olan varlıklarda gıdalanabilme kuvveti yönünden varlığına dairdir. Beşinci fasıl: Zariflerin ve gençlerin güzel yüzlere duyduğu aşk hakkındadır. Altıncı fasıl: İlahi nefslerin aşkı hakkındadır. Son fasıl ise; tüm bu fasılların hatimesidir.
İşin aslı: “Sudur” teorisi söz konusu olduğunda ilk akla gelen felsefî akım, Yeni Platonculuk’tur. Yeni-Platoncu metinler üzerinden İslam düşüncesine girmiş ve Fârâbî’nin katkılarıyla da İbn Sînâ’ya ulaşmıştır. Bu yüzden, “sudur” dâhilinde “Bir”e bakışı anlamak için, Plotinus’un ardından ikinci olarak Farabi irdelenmelidir. Biz sondan başlıyoruz gibi görünüyor olsak da sistematize etmesi bakımından en mahiri, en anlaşılır ifade şekli bu yedi maddeden de anlaşılacağı üzere İbn Sina’dır.
“Sebeplilik ilkesi”, Tanrı’nın varlığını var etmeye indirgememenin, yüce kutsamasıdır. Üzerine, hatta daha ziyade altına yeterli okumalar yapılırsa Panteizm’in de Tanrı’yı yüceltme derdinde olduğuna inandığım alt yapısının yeniden inşasına da anlam katabilir diye serbest düşünülebilir mi? Çok da yakışır!
O, vardır.
Ne var ise ondan taşmıştır.
Bu, yaratmaya kadri olmamasından değil ihtiyacı olmamasından, varlık amacı olmamasından, “varlık amacı” olmanın “tanrısallık” ile çelişkisinden kaynaklı bir “taşma” halidir.
Yani, varlık aktaran fail sebebin, varlık aktardığı sebepliden, daha öncelikli ve güçlü olması gerekir. Varlık veren, varlığa, varlık verdiği sebepliden daha layıktır da denilebilir. Bu da sebebin aktardığı varlık özelliğiyle sebepliye aktarılan varlık özelliğinin aynı ontolojik seviyede olmadığını gösterir. Sebep, sebepliden büyüktür. Bu İbn Sina’nın “sebeplilik ilkesi”nin oldukça sade ifade edilebilen formülü olarak kullanılabilir.
Sudur; dönüp dolaşıp gelinen “aşk” ile mevcud edilen varlığın vucud olan varlığa doğru, taşıp koptuğu yere doğru olan meylinin tanımı olarak mistik bir anlam kazanmıştır. Hele ki buradan sonrası başkaca bir mavi dünyadır. Felsefede, Antik Yunan boyunca ilerleyerek artan tinsel aşk’ın vardığı en son nokta budur. “Bir” kavramı, varlıkların “İlk varlık”a duydukları aşk maksadı ile pek çok filozof ve mutasavvıfı etkilemiştir.
Hülasa, “Sudur”un derdi “ilk neden”dir. Keza, Plotinus, Farabi ve İbn Sina’nın da…
“İlk neden” nedir?
İlk neden “Bir”dir ve akıldır.
“İlk var olan (mevcut) bütün diğer var olanların varlığının (vucud) ilk nedenidir. Varlığının yalnızca kendisini gerçekleştirmek için var olacağı bir maksat yoktur. Keza böyle olsa idi “ilk varlık” bu maksat için var olurdu ki o zaman da “ilk neden”(Tanrı) olamazdı."
Bu tanımlama İbn Sina’nın “Sebeplilik İlkesi”nin de zemin katıdır.
Var edilenin, kendiliğinden var olan; zaten var olan; kendinde var olan Tanrı ile aynı seviyede olamayacağı…
Olsa idi Tanrı’nın “acz” olacağı, gerçeğidir!
Bu tutar, Sina’nın O’na; benim Sina’ya aşkımın kaynağıdır!
Çünkü:
"Düşünmeden öğrenmek faydasız
Öğrenmeden düşünmek tehlikelidir."
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
SAYFALAR
▼
28 Haziran 2019 Cuma
26 Haziran 2019 Çarşamba
Kopuk bağları tamir etmek ve hayata yeniden sarılmak
"Bir çöküntü başlar yaşamanda
Her şeyin değersizleştiği an."
- Behçet Necatigil, Ölü Çizgi
"Peki kişi üzüntüsünün öyküsünü anlatmıyorsa? Aksine öyküsü onu anlatıyorsa?"
- Stephen Grosz, İncelenen Hayatlar
Bir vaka düşünelim. Ruh durumunuzda pek 'hayırlı gelişmeler' olmadığını düşünüyorsunuz ve biraz google'a biraz da çevrenize danışarak işi 'uzman'ına götürmeye karar veriyorsunuz. Yani bir 'hastalığı kabul' söz konusu, güzel. Siz hastasınız ama işin uzmanları çok uzun bir zaman önce size hasta demeyi literatürden kaldırmışlar, siz bir danışansınız artık. Neler olup bittiğini anlamadığınız için bir uzmanın karşısına geçecek, gerekirse filmlerdeki gibi uzanacak ve bol bol konuşacaksınız. Bazen de konuşmanıza gerek kalmayacak. Su bardağını tutuş şeklinizden, ayakkabı bağacıklarınızın vaziyetinden, bacak hareketlerinizden, yüzünüzün aldığı şekillerden ortaya çıkacak her şey. Danışanınız sizi her şartta dinleyecek. Hayatta en çok ihtiyacınız olan şeyi yapacak: başkası tarafından ve 'gerçekten' dinleneceksiniz.
Sayısız netice çıkabilir seanslardan ama özellikle üç netice, bahse konu kitapla da bağ kurabilmemiz için çok önemli. İlk netice, uzmanın ofisinden çıkarsınız ve yola adımınızı atar atmaz "ya bunlar benim vesveselerim, kafamın içinde işte, hallederiz zamanla, geçer..." gibi yorumlar olur. Yani işin tamamen kafanızın içinde ve tamamen ruhsal olduğunu düşünürsünüz. İkinci netice, "şu zamana kadar hiçbir şey yoktu, demek ki beynimde bir arıza oluştu ve bana sürekli farklı hissettiriyor" gibi ilkine benzer derecede tehlikeli bir hâle bürünürsünüz. Burada aynı zamanda beyninizin içinden "ilaç! ilaç! ilaç!" çığlıkları da yükselebilir... Gelelim üçüncü ve en önemli neticeye. Bu netice, sizin yapacağınız bir yorumdan çok işin uzmanının hayatınızı yeniden sizinle buluşturacağı (kopan bağları tamir edeceği) bir dönemin başlangıcıdır: Depresyon kafanın içinde olup bitenlerden çok hayatında ne olup bittiğiyle ilgili bir hastalık. Onu tetikleyen şeylere bak: kaygı, huzursuzluk, öfke, baskı, endişe. Peki bunlar nerelerde olur? Evde, okulda, ofiste, ailede, çevrede, mahallede, şehirde, ülkede. Kısacası beyninin dışında kalan her yerde ama beyninin de maruz kaldığı yerlerde.
Gazeteci-yazar Johann Hari'nin geçtiğimiz dönemde bağımlılık üzerine yaptığı TED konuşmasından (bağlantı) hatırlayanlar olabilir. Aslında bu konuşmasında Hari'nin bağ kurma, bağımlı olma ve bağlanma gibi meselelere ne kadar kafayı taktığı hemen anlaşılıyor. Nitekim Mayıs 2019'da Barış Engin Aksoy'un harikulade çevirisi ve Metis Yayınları'nın alıştığımız titizliğiyle bu meselelere meraklı olan okurlara çok kritik bir kitap "merhaba!" dedi. Bu merhaba, şimdilerde aynı tür kitaplarda sıkça görülen merhaba'lardan çok daha farklı. Tamamen gerçek hikâyelerden oluşan, o hikâyelerin peşine düşmesine vesile olan bilim insanlarından alınan işaretlerin aktarıldığı, bağların kopmasına neden olan şeylerle birlikte tamirin nasıl mümkün olabileceğinin anlatıldığı, komple 'iyileştirici' bir kitap Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler. Beni en çok etkileyen, meslekî anlamda bu işi yapmayan biri tarafından çok ciddi emeklerle ve dünyayı dolaşarak yazılmış olması. Evet bazı 'işleri' iş olarak görmeyip, insanın insana umut olabileceği meselesi dünyanın her yerinde yankı buluyor. Bu hem meraklı hem de okur olarak fevkalade memnuniyet verici.
Hari, bugün de çok konuşulan ve gittikçe de daha çok konuşulan kopuklukları dokuz neden olarak sıralamış: Anlamlı çalışmadan, diğer insanlardan, anlamlı değerlerden, çocukluk travmasından, statü ve saygıdan, doğal dünyadan, umutlu/güvenli bir gelecekten kopuk olmak sekiz neden. Dokuzuncu neden ise genlerin ve beyindeki değişimlerin gerçek payını içeriyor. Esasında yumruğu da bu bölüm vuruyor: "Yaşadığınız acının kökenini beyninizi parçalarına ayırarak anlayamazsınız. Bunun için televizyonunuzun ya da beyninizin aldığı sinyallere bakmanız gerekir. Depresyon ve kaygı "dokularda psikolojik sorunlardan önce gelen gerçek bir arıza bulunduğu için beyinde büyüyen bir tümör gibi değil," diyor Marc Lewis. "Öyle bir şey yok. Bunlar -dış dünyanın sebep olduğu sıkıntı ile beynin içindeki değişimler- el ele gidiyor.". Yaptığı ilk ve tek yemin töreni konuşmasında John F. Kennedy şöyle demişti: "Kendinize ülkem benim için ne yapabilir diye değil, ben ülkem için ne yapabilirim diye sorun.". Marc depresyonun kökenlerini ve bunların beyinle ilişkilerini son yirmi-otuz yılda bize öğretilenden daha isabetli bir şekilde düşünebilmek için, psikolog W. M. Mace'in yıllar önce JFK'den esinle söylediği bir şeyi bilmenin faydalı olacağını söylüyor: "Kendinize kafamın içinde ne var diye değil, kafam neyin içinde diye sorun."
İnsanların yaşamlarındaki bağlardaki kopuklukları fark edebilmeleri için her ne yaşıyorlarsa yaşasınlar bağlantıda kalmaları, yani sinyal alabilir vaziyette olmaları gerekiyor. Oysa ilaçlar hem bağlantıda kalma olasılığını hem de sinyal alabilecek zihin dinginliğini hırpalıyorlar. Hissedilmesi gerekenler hissedilmiyor, verilmesi gereken tepkiler verilmiyor. Özellikle bizim ülkemizde 'ağır kafa hapı' kullananlar için hep 'ölü gibi' tabiri kullanılır; eylemsiz, hissiz, tepkisiz. Zaten bir sürü bağ kopmuş ki o hâle gelinmiş, bir de hayatla olan bağ fiziksel ve ruhsal olarak ilaçlar vasıtasıyla koparıldığında iyileşme için ne beklenecek? Hari'nin sunduğu çözümler içinde bu anlamda en önemlisi insanlarla bağ kurmak. Topluma karışmak. Yanlış anlaşılmasın, sürüye değil topluma. Bir başkasının hikâyesine ortak olmaya, bir başkasının hayatıyla kendinden çıkmaya. Şu paragraflara çok dikkat: "En banal, en basmakalıp klişelerimizden birini düşünmeye başladım: Sen ol. Kendin ol. Birbirimize habire bunu söylüyoruz. Bununla ilgili memler paylaşıyoruz. Kafası karışık, canı sıkkın insanları cesaretlendirmek için bunu söylüyoruz. Şampuan şişelerimiz bile bize bunu söylüyor - çünkü sen buna değersin. Oysa bana depresyondan çıkmak istiyorsan sen olmamayı öğretiyorlardı. Kendin olma. Ne kadar değerli olduğuna saplanıp kalma. Bu kadar berbat hissetmenin bir sebebi sürekli kendini düşünmek zaten. Sen olma. Biz ol. Grubun parçası ol. Grubu buna değer hâle getir. Mutluluğun gerçek yolunun ego duvarlarımızı yıkmaktan, kendini başkalarının hikâyelerine bırakmaktan, onların hikâyelerinin seninkilere karışmasına izin vermekten, kimliğini birleştirmek, senin zaten hiçbir zaman sen -yalnız, kahraman, üzgün- olmadığını fark etmekten geçtiğini söylüyorlardı bana. Hayır, sen sen olma. Etrafındaki herkesle bağ kur, bağlantı içinde ol. Bütünün parçası ol. Kalabalığa hitap eden adam olmaya çalışma. Kalabalık olmaya çalış."
Milenyumun devasa bir yalan olduğu ortaya çıktığında 'sistemler' derhal devreye girmiş ve insanları oyalayacak, hatta hayatlarını koca bir illüzyona çevirecek yepyeni 'şeyler' üretmişlerdi. Bu şeylerin kronolojik bir listesi yapılacak olsa, son sırada büyük harflerle sosyal medya yazardı hiç şüphesiz. Yaşamadığımız o konforlu ve huzurlu hayatımızla Instagram'dayız. Çilesi çekilmemiş sahte bilgeliğimizle Twitter'dayız. Görünme ve onaylanma isteğimizle Facebook'tayız. Doğadan kopuşla birlikte sosyalleşme de farklı bir alana kaymış durumda. Bu alan komple dijital, bütünüyle çöplük. Hikâye denen mekanizma hepimizle dalga geçer gibi bizden bir anı istiyor ve bu anıyı yirmi dört saat içinde çöplüğüne gönderiyor. Zygmunt Bauman'ın tabiriyle "Iskarta Hayatlar" yaşamaya çoktan alıştık gibi görünüyor. Hari'nin sunduğu çözümler arasında bir sosyalleşme reçetesi bulunuyor. Doğal ortamla meşgul olmak konusunda Lisa'nın peşine düşüyor Hari. Onunla geçirdiği zamanın neticesinde şu öğüdü kulağına küpe ediyor: "Şehir içinde ufak bir çalılık alan bile olsa doğal ortamla meşgul olmanın farklı bir tarafı var... Toprakla yeniden bağlantı kuruyor, ufak tefek şeyleri fark ediyordum. Uçakların ve trafiğin sesini duymaz oluyorsun, aslında ne kadar ufak, ne kadar önemsiz olduğunu hissediyorsun. Orada sadece ben yoktum. Gökyüzü vardı. Güneş vardı... Mesele sadece ben değildim. Mesela sadece benim adaletsizliklerle mücadelem değildi. Burada daha büyük bir resim vardı ve benim yeniden o resmin parçası olmam gerekiyordu. Bahçedeki kaldırımda oturmuş ellerimi çiçek tarhına sokmuşken böyle hissediyordum."
Yine sosyalleşme bahsi için Bromley-by-Bow Merkezi'ne gidiyor Hari. Burada bir doktor olarak 'bilgi sahibi kişi' gibi davranmanın eğitimini alan Sam'le buluşuyor. Ondan duydukları, bir rahatsızlığı fark etmenin, onu anlatmanın ve sahiden dinleniyor olmanın önemini ortaya koyuyor: "Doktora düşen en önemli görev hastayı dinlemek. Bilhassa depreyon ve kaygı söz konusu olduğunda insanlara "Neyiniz var?" yerine "Sizin için önemli olan ne?" diye sormayı öğrendiğini söylüyor Sam. Bir çözüm bulmak istiyorsanız, depresyon veya kaygı yaşayan insanın hayatında neyin eksik olduğunu dinlemeniz ve o eksik olan şeye ulaşmalarına yardımcı olmanız gerekiyor."
Yeniden bağ kurmak üzerine Hari tarafından sunulan yedi çözüm (yahut başka türlü antidepresanlar) diğer insanlarla bağ kurmak ve sosyalleşme reçetesiyle başlıyor. Devamında anlamlı bir işle uğraşmak, anlamlı değerlerle yaşamak, duygu paylaşımından doğan sevinç ve kendine bağımlılığı aşmak, çocukluk travmasını kabul etmek ve aşmak, geleceği geri kazanmak şeklinde devam ediyor. Bir boşluğu doldurmak üzere yaşayan insanların anlamdan kopuk olduğunu, onların sadece bir şeylere sahip olmak (iyi bir kartvizit, lüks bir araba, konforlu bir ev) peşinde koşuşturduklarını söylüyor. Bu koşuşturmanın, insanların gerçekten anlam bulabilecekleri ve bağ kurabilecekleri şeylerle olan mesafeyi gittikçe açtığını, özellikle de ara sıra tatmin olan ve bazı hazlar yaşayan insanların içlerinin boşaldığını anlatıyor. Çünkü bunların hiçbiri kalıcı değil, değerli değil. Hepsi geçici ve insanın içiyle hiçbir irtibatı yok. Bir boşluğu doldurmak için sürekli başka boşluklarda salınan insan bir zaman geldiğinde malum sonla ve şu acımasız ama haklı sorularla karşılaşıyor: Ben ne yapıyorum? Yaptığım işle bağlantım ne? İçinde bulunduğum çevreye nasıl bir katkım var? Kendimi değersiz hissetmemin sebebi ne? Netice: Benim hayatımın bir anlamı yok!
Depresyon, vücudun verdiği bir tepki. Şuraya dikkat: "Depresyonun yaygın belirtilerinden biri 'gerçeklik kaybı' denilen şeydir. Yaptığınız hiçbir şeyin sahici ya da gerçek olmadığını hissetmeye başlamak.".Tıpkı Hari'nin kitabı yazma hikâyesinin başında anlattığı gibi, "duy beni!" diyor vücut. Bu acının, bu kederin, huzursuzluğun, endişenin bir kaynağı var. Kaygılı olmanın bir sebebi var. Şu mesajı iyi dinle, bu mesaj senin hayatını değiştirecek ve yeniden bağ kurmanı, hatta eskisinden daha sağlıklı olmanı sağlayacak. Dinle, duy! Hopkins Psychedelic Research'te gerçekleştirilen deneylerin yürütücüsü William A. Richards (Bill) şöyle diyor: "Depresyon bir nevi sınırlanmış bilinçtir. İnsanların kim olduklarını, neler yapabileceklerini unuttuklarını, takılıp kaldıklarını görebiliyorsun. Depresyonda olan pek çok insanın gözü çektiği acıdan, aldığı darbelerden, hissettiği hınçtan, yaşadığı başarısızlıklardan başka bir şey görmüyor. Mavi göğü, sarı yaprakları görmüyorlar."
Hari'nin özellikle ev, aile ve mahalle üzerine düşüncelerini çok değerli buldum. Ona göre insanların günler ilerledikçe kendilerini daha fazla yalnız hissetmelerinin altında, onların daima birlikte olmalarını sağlayan aile, mahalle gibi yapıların darmadağın olması yatıyor. "Kabilelerimizi dağıttık" diyor ve hepimizin "Acaba kendi başımıza yaşayabilecek miyiz?" sorusunun peşine düşen bir deneye kalkıştığını, sonucun aslında en başından belli olduğunu söylüyor: "Bizden önce insanlar için ev topluluk demekti - etrafımızdaki insanların oluşturduğu sıkı ağ, bir kabile. Bu kaybolmuş durumda. Ev hissimiz öylesine zayıfladı ki artık aidiyet ihtiyacımızı karşılamıyor. O yüzden evimizdeyken bile ev özlemi çekiyoruz."
Kaybolan Bağlar, hayatında hep bir şeylerin yarım olduğunu hissedenlere, her olumsuzlukta kendisini ya da çevresini suçlamaya hazır olanlara, yapıp ettiklerinde anlam ve değer eksikliği yaşayanlara, geleceğe dair sürekli plan yapan ve dolayısıyla kaygıyla yaşayanlara çok önemli şeyler söylüyor. O bezginliklerin, sancıların, uykusuzlukların ya da uyuşuklukların altında yatanı bulup çıkarmayı, o çıkanlarla yeniden bağ kurmak gerektiğini hatırlatıyor: "Bulantınıza ihtiyacınız var. Çektiğiniz acıya ihtiyacınız var. Bir mesaj bu, bu mesajı dinlemeniz gerekiyor. Kaynağını görmemizin tek yolu o acıyı dinlemekten geçiyor - ancak o zaman, gerçek nedenlerini görebildiğimizde o acının üstesinden gelebileceğiz."
Not: Hari, kitabı yazmasına vesile olan sebeplerden bahsederken iki kitabın üzerinde özellikle duruyor. İlki Joanna Moncrieff'in İlaçla Tedavi Efsanesi. İkincisi Stephen Grosz'un İncelenen Hayatlar'ı. İlgilerinize...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Her şeyin değersizleştiği an."
- Behçet Necatigil, Ölü Çizgi
"Peki kişi üzüntüsünün öyküsünü anlatmıyorsa? Aksine öyküsü onu anlatıyorsa?"
- Stephen Grosz, İncelenen Hayatlar
Bir vaka düşünelim. Ruh durumunuzda pek 'hayırlı gelişmeler' olmadığını düşünüyorsunuz ve biraz google'a biraz da çevrenize danışarak işi 'uzman'ına götürmeye karar veriyorsunuz. Yani bir 'hastalığı kabul' söz konusu, güzel. Siz hastasınız ama işin uzmanları çok uzun bir zaman önce size hasta demeyi literatürden kaldırmışlar, siz bir danışansınız artık. Neler olup bittiğini anlamadığınız için bir uzmanın karşısına geçecek, gerekirse filmlerdeki gibi uzanacak ve bol bol konuşacaksınız. Bazen de konuşmanıza gerek kalmayacak. Su bardağını tutuş şeklinizden, ayakkabı bağacıklarınızın vaziyetinden, bacak hareketlerinizden, yüzünüzün aldığı şekillerden ortaya çıkacak her şey. Danışanınız sizi her şartta dinleyecek. Hayatta en çok ihtiyacınız olan şeyi yapacak: başkası tarafından ve 'gerçekten' dinleneceksiniz.
Sayısız netice çıkabilir seanslardan ama özellikle üç netice, bahse konu kitapla da bağ kurabilmemiz için çok önemli. İlk netice, uzmanın ofisinden çıkarsınız ve yola adımınızı atar atmaz "ya bunlar benim vesveselerim, kafamın içinde işte, hallederiz zamanla, geçer..." gibi yorumlar olur. Yani işin tamamen kafanızın içinde ve tamamen ruhsal olduğunu düşünürsünüz. İkinci netice, "şu zamana kadar hiçbir şey yoktu, demek ki beynimde bir arıza oluştu ve bana sürekli farklı hissettiriyor" gibi ilkine benzer derecede tehlikeli bir hâle bürünürsünüz. Burada aynı zamanda beyninizin içinden "ilaç! ilaç! ilaç!" çığlıkları da yükselebilir... Gelelim üçüncü ve en önemli neticeye. Bu netice, sizin yapacağınız bir yorumdan çok işin uzmanının hayatınızı yeniden sizinle buluşturacağı (kopan bağları tamir edeceği) bir dönemin başlangıcıdır: Depresyon kafanın içinde olup bitenlerden çok hayatında ne olup bittiğiyle ilgili bir hastalık. Onu tetikleyen şeylere bak: kaygı, huzursuzluk, öfke, baskı, endişe. Peki bunlar nerelerde olur? Evde, okulda, ofiste, ailede, çevrede, mahallede, şehirde, ülkede. Kısacası beyninin dışında kalan her yerde ama beyninin de maruz kaldığı yerlerde.
Gazeteci-yazar Johann Hari'nin geçtiğimiz dönemde bağımlılık üzerine yaptığı TED konuşmasından (bağlantı) hatırlayanlar olabilir. Aslında bu konuşmasında Hari'nin bağ kurma, bağımlı olma ve bağlanma gibi meselelere ne kadar kafayı taktığı hemen anlaşılıyor. Nitekim Mayıs 2019'da Barış Engin Aksoy'un harikulade çevirisi ve Metis Yayınları'nın alıştığımız titizliğiyle bu meselelere meraklı olan okurlara çok kritik bir kitap "merhaba!" dedi. Bu merhaba, şimdilerde aynı tür kitaplarda sıkça görülen merhaba'lardan çok daha farklı. Tamamen gerçek hikâyelerden oluşan, o hikâyelerin peşine düşmesine vesile olan bilim insanlarından alınan işaretlerin aktarıldığı, bağların kopmasına neden olan şeylerle birlikte tamirin nasıl mümkün olabileceğinin anlatıldığı, komple 'iyileştirici' bir kitap Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler. Beni en çok etkileyen, meslekî anlamda bu işi yapmayan biri tarafından çok ciddi emeklerle ve dünyayı dolaşarak yazılmış olması. Evet bazı 'işleri' iş olarak görmeyip, insanın insana umut olabileceği meselesi dünyanın her yerinde yankı buluyor. Bu hem meraklı hem de okur olarak fevkalade memnuniyet verici.
Hari, bugün de çok konuşulan ve gittikçe de daha çok konuşulan kopuklukları dokuz neden olarak sıralamış: Anlamlı çalışmadan, diğer insanlardan, anlamlı değerlerden, çocukluk travmasından, statü ve saygıdan, doğal dünyadan, umutlu/güvenli bir gelecekten kopuk olmak sekiz neden. Dokuzuncu neden ise genlerin ve beyindeki değişimlerin gerçek payını içeriyor. Esasında yumruğu da bu bölüm vuruyor: "Yaşadığınız acının kökenini beyninizi parçalarına ayırarak anlayamazsınız. Bunun için televizyonunuzun ya da beyninizin aldığı sinyallere bakmanız gerekir. Depresyon ve kaygı "dokularda psikolojik sorunlardan önce gelen gerçek bir arıza bulunduğu için beyinde büyüyen bir tümör gibi değil," diyor Marc Lewis. "Öyle bir şey yok. Bunlar -dış dünyanın sebep olduğu sıkıntı ile beynin içindeki değişimler- el ele gidiyor.". Yaptığı ilk ve tek yemin töreni konuşmasında John F. Kennedy şöyle demişti: "Kendinize ülkem benim için ne yapabilir diye değil, ben ülkem için ne yapabilirim diye sorun.". Marc depresyonun kökenlerini ve bunların beyinle ilişkilerini son yirmi-otuz yılda bize öğretilenden daha isabetli bir şekilde düşünebilmek için, psikolog W. M. Mace'in yıllar önce JFK'den esinle söylediği bir şeyi bilmenin faydalı olacağını söylüyor: "Kendinize kafamın içinde ne var diye değil, kafam neyin içinde diye sorun."
İnsanların yaşamlarındaki bağlardaki kopuklukları fark edebilmeleri için her ne yaşıyorlarsa yaşasınlar bağlantıda kalmaları, yani sinyal alabilir vaziyette olmaları gerekiyor. Oysa ilaçlar hem bağlantıda kalma olasılığını hem de sinyal alabilecek zihin dinginliğini hırpalıyorlar. Hissedilmesi gerekenler hissedilmiyor, verilmesi gereken tepkiler verilmiyor. Özellikle bizim ülkemizde 'ağır kafa hapı' kullananlar için hep 'ölü gibi' tabiri kullanılır; eylemsiz, hissiz, tepkisiz. Zaten bir sürü bağ kopmuş ki o hâle gelinmiş, bir de hayatla olan bağ fiziksel ve ruhsal olarak ilaçlar vasıtasıyla koparıldığında iyileşme için ne beklenecek? Hari'nin sunduğu çözümler içinde bu anlamda en önemlisi insanlarla bağ kurmak. Topluma karışmak. Yanlış anlaşılmasın, sürüye değil topluma. Bir başkasının hikâyesine ortak olmaya, bir başkasının hayatıyla kendinden çıkmaya. Şu paragraflara çok dikkat: "En banal, en basmakalıp klişelerimizden birini düşünmeye başladım: Sen ol. Kendin ol. Birbirimize habire bunu söylüyoruz. Bununla ilgili memler paylaşıyoruz. Kafası karışık, canı sıkkın insanları cesaretlendirmek için bunu söylüyoruz. Şampuan şişelerimiz bile bize bunu söylüyor - çünkü sen buna değersin. Oysa bana depresyondan çıkmak istiyorsan sen olmamayı öğretiyorlardı. Kendin olma. Ne kadar değerli olduğuna saplanıp kalma. Bu kadar berbat hissetmenin bir sebebi sürekli kendini düşünmek zaten. Sen olma. Biz ol. Grubun parçası ol. Grubu buna değer hâle getir. Mutluluğun gerçek yolunun ego duvarlarımızı yıkmaktan, kendini başkalarının hikâyelerine bırakmaktan, onların hikâyelerinin seninkilere karışmasına izin vermekten, kimliğini birleştirmek, senin zaten hiçbir zaman sen -yalnız, kahraman, üzgün- olmadığını fark etmekten geçtiğini söylüyorlardı bana. Hayır, sen sen olma. Etrafındaki herkesle bağ kur, bağlantı içinde ol. Bütünün parçası ol. Kalabalığa hitap eden adam olmaya çalışma. Kalabalık olmaya çalış."
Milenyumun devasa bir yalan olduğu ortaya çıktığında 'sistemler' derhal devreye girmiş ve insanları oyalayacak, hatta hayatlarını koca bir illüzyona çevirecek yepyeni 'şeyler' üretmişlerdi. Bu şeylerin kronolojik bir listesi yapılacak olsa, son sırada büyük harflerle sosyal medya yazardı hiç şüphesiz. Yaşamadığımız o konforlu ve huzurlu hayatımızla Instagram'dayız. Çilesi çekilmemiş sahte bilgeliğimizle Twitter'dayız. Görünme ve onaylanma isteğimizle Facebook'tayız. Doğadan kopuşla birlikte sosyalleşme de farklı bir alana kaymış durumda. Bu alan komple dijital, bütünüyle çöplük. Hikâye denen mekanizma hepimizle dalga geçer gibi bizden bir anı istiyor ve bu anıyı yirmi dört saat içinde çöplüğüne gönderiyor. Zygmunt Bauman'ın tabiriyle "Iskarta Hayatlar" yaşamaya çoktan alıştık gibi görünüyor. Hari'nin sunduğu çözümler arasında bir sosyalleşme reçetesi bulunuyor. Doğal ortamla meşgul olmak konusunda Lisa'nın peşine düşüyor Hari. Onunla geçirdiği zamanın neticesinde şu öğüdü kulağına küpe ediyor: "Şehir içinde ufak bir çalılık alan bile olsa doğal ortamla meşgul olmanın farklı bir tarafı var... Toprakla yeniden bağlantı kuruyor, ufak tefek şeyleri fark ediyordum. Uçakların ve trafiğin sesini duymaz oluyorsun, aslında ne kadar ufak, ne kadar önemsiz olduğunu hissediyorsun. Orada sadece ben yoktum. Gökyüzü vardı. Güneş vardı... Mesele sadece ben değildim. Mesela sadece benim adaletsizliklerle mücadelem değildi. Burada daha büyük bir resim vardı ve benim yeniden o resmin parçası olmam gerekiyordu. Bahçedeki kaldırımda oturmuş ellerimi çiçek tarhına sokmuşken böyle hissediyordum."
Yine sosyalleşme bahsi için Bromley-by-Bow Merkezi'ne gidiyor Hari. Burada bir doktor olarak 'bilgi sahibi kişi' gibi davranmanın eğitimini alan Sam'le buluşuyor. Ondan duydukları, bir rahatsızlığı fark etmenin, onu anlatmanın ve sahiden dinleniyor olmanın önemini ortaya koyuyor: "Doktora düşen en önemli görev hastayı dinlemek. Bilhassa depreyon ve kaygı söz konusu olduğunda insanlara "Neyiniz var?" yerine "Sizin için önemli olan ne?" diye sormayı öğrendiğini söylüyor Sam. Bir çözüm bulmak istiyorsanız, depresyon veya kaygı yaşayan insanın hayatında neyin eksik olduğunu dinlemeniz ve o eksik olan şeye ulaşmalarına yardımcı olmanız gerekiyor."
Yeniden bağ kurmak üzerine Hari tarafından sunulan yedi çözüm (yahut başka türlü antidepresanlar) diğer insanlarla bağ kurmak ve sosyalleşme reçetesiyle başlıyor. Devamında anlamlı bir işle uğraşmak, anlamlı değerlerle yaşamak, duygu paylaşımından doğan sevinç ve kendine bağımlılığı aşmak, çocukluk travmasını kabul etmek ve aşmak, geleceği geri kazanmak şeklinde devam ediyor. Bir boşluğu doldurmak üzere yaşayan insanların anlamdan kopuk olduğunu, onların sadece bir şeylere sahip olmak (iyi bir kartvizit, lüks bir araba, konforlu bir ev) peşinde koşuşturduklarını söylüyor. Bu koşuşturmanın, insanların gerçekten anlam bulabilecekleri ve bağ kurabilecekleri şeylerle olan mesafeyi gittikçe açtığını, özellikle de ara sıra tatmin olan ve bazı hazlar yaşayan insanların içlerinin boşaldığını anlatıyor. Çünkü bunların hiçbiri kalıcı değil, değerli değil. Hepsi geçici ve insanın içiyle hiçbir irtibatı yok. Bir boşluğu doldurmak için sürekli başka boşluklarda salınan insan bir zaman geldiğinde malum sonla ve şu acımasız ama haklı sorularla karşılaşıyor: Ben ne yapıyorum? Yaptığım işle bağlantım ne? İçinde bulunduğum çevreye nasıl bir katkım var? Kendimi değersiz hissetmemin sebebi ne? Netice: Benim hayatımın bir anlamı yok!
Depresyon, vücudun verdiği bir tepki. Şuraya dikkat: "Depresyonun yaygın belirtilerinden biri 'gerçeklik kaybı' denilen şeydir. Yaptığınız hiçbir şeyin sahici ya da gerçek olmadığını hissetmeye başlamak.".Tıpkı Hari'nin kitabı yazma hikâyesinin başında anlattığı gibi, "duy beni!" diyor vücut. Bu acının, bu kederin, huzursuzluğun, endişenin bir kaynağı var. Kaygılı olmanın bir sebebi var. Şu mesajı iyi dinle, bu mesaj senin hayatını değiştirecek ve yeniden bağ kurmanı, hatta eskisinden daha sağlıklı olmanı sağlayacak. Dinle, duy! Hopkins Psychedelic Research'te gerçekleştirilen deneylerin yürütücüsü William A. Richards (Bill) şöyle diyor: "Depresyon bir nevi sınırlanmış bilinçtir. İnsanların kim olduklarını, neler yapabileceklerini unuttuklarını, takılıp kaldıklarını görebiliyorsun. Depresyonda olan pek çok insanın gözü çektiği acıdan, aldığı darbelerden, hissettiği hınçtan, yaşadığı başarısızlıklardan başka bir şey görmüyor. Mavi göğü, sarı yaprakları görmüyorlar."
Hari'nin özellikle ev, aile ve mahalle üzerine düşüncelerini çok değerli buldum. Ona göre insanların günler ilerledikçe kendilerini daha fazla yalnız hissetmelerinin altında, onların daima birlikte olmalarını sağlayan aile, mahalle gibi yapıların darmadağın olması yatıyor. "Kabilelerimizi dağıttık" diyor ve hepimizin "Acaba kendi başımıza yaşayabilecek miyiz?" sorusunun peşine düşen bir deneye kalkıştığını, sonucun aslında en başından belli olduğunu söylüyor: "Bizden önce insanlar için ev topluluk demekti - etrafımızdaki insanların oluşturduğu sıkı ağ, bir kabile. Bu kaybolmuş durumda. Ev hissimiz öylesine zayıfladı ki artık aidiyet ihtiyacımızı karşılamıyor. O yüzden evimizdeyken bile ev özlemi çekiyoruz."
Kaybolan Bağlar, hayatında hep bir şeylerin yarım olduğunu hissedenlere, her olumsuzlukta kendisini ya da çevresini suçlamaya hazır olanlara, yapıp ettiklerinde anlam ve değer eksikliği yaşayanlara, geleceğe dair sürekli plan yapan ve dolayısıyla kaygıyla yaşayanlara çok önemli şeyler söylüyor. O bezginliklerin, sancıların, uykusuzlukların ya da uyuşuklukların altında yatanı bulup çıkarmayı, o çıkanlarla yeniden bağ kurmak gerektiğini hatırlatıyor: "Bulantınıza ihtiyacınız var. Çektiğiniz acıya ihtiyacınız var. Bir mesaj bu, bu mesajı dinlemeniz gerekiyor. Kaynağını görmemizin tek yolu o acıyı dinlemekten geçiyor - ancak o zaman, gerçek nedenlerini görebildiğimizde o acının üstesinden gelebileceğiz."
Not: Hari, kitabı yazmasına vesile olan sebeplerden bahsederken iki kitabın üzerinde özellikle duruyor. İlki Joanna Moncrieff'in İlaçla Tedavi Efsanesi. İkincisi Stephen Grosz'un İncelenen Hayatlar'ı. İlgilerinize...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Haziran 2019 Cuma
Bizim işimiz doğa yasasıyladır
Doğada gördüğü düzeni yasalaştırıp ona entegre olduğunda yaşamı kolaylaşmış insanın. Prof. Dr. Kadir Canatan’ın alanında ilk olduğu iddiası ile kaleme aldığı ve Ketebe Yayınları tarafından basılan Sosyolojide Yasa Fikri, bu fikrin çökmesinin insan/doğa ilişkisinin sürdüğü müddetçe imkansızlığını ele alıyor.
Muhtemel ki ilk defa, gece-gündüz takibi ile başlayan hal-i ruhiyemiz, sadece bu yasayı ihlal ettiğimizde dahi mutluluk hormanlarını terkedip depresyona giren insan çaresizliği ile doğaya itaati daha o gün öğrenmiş. Biz ki ne kadar inat etsek de bu “zorunlu bağ”ların yıkımına, o bağlar bizi sarplara sarmıştır. Kelebek etkisi gibidir insan-doğa-sosyoloji!
Kitabın derdi bu öğretinin takdimidir.
“Bu yüzden Tanrı’nın bile kanunları vardır” dedikten sonra “alem” kelimesini eline alıp, “işaret” anlamı üzerinden, kısa bir zaman önce üzerine düşündüğüm bir soruya devrimsel bir tik koyar yazarımız, var olsun. “Alem, kendini anlatma derdinde değildir; o başka bir şeye işaret eder!”. Bu yüzden Arapçada işaret anlamına gelen bir kelime ile ifade edilmiştir! Aman ya Rabbim! Göstergebilim ifadesi ile hem gösterge hem gösterendir alem! Nedensellik determinizm/indeterminizm üzerine taş gibi koyulmuş bir yasa ile kitap en vurucu sektesinden böylece geçmiştir.
Sosyoloji, doğduğu ilk andan bugüne kadar toplumsal ve tarihsel alanda tıpkı doğadaki gibi, yasaların olup olmadığı konusunu dert edinmiştir. Sosyolojide Yasa Fikri, bu tartışmalı konuya açıklık getirir. Toplumun yasalarını keşfetmek ve buna bağlı olarak toplumsal gelişmeler konusunda “öngörüler” de bulunmak olan sosyoloji bilimi, “yasa” ve “öngörü” demektir. Zamanla bu vaadin giderek önemini kaybettiğini ve sosyolojinin kendi vaatlerini ne kadar yerine getirdiğine dair çalışmalarda bu konunun hep geçiştirildiğini iddia eden yazar, bu açığı gidermek için, ilk derli toplu eseri yazma derdi ile yola çıktığını anlatır.
Sosyolojide Yasa Fikri isminden ilk anlaşılan, normatif içerikli yasalar ile sosyoloji arasında kurulması muhtemel bir bağa çekeceğinden okuyucuyu, kitap, en başından zihinleri hazırlar. O değil bu der! Yasa, literatürde iki anlamlıdır; birincisi, yasa hukuksal normlara karşılık gelir. İkinci anlamında günlük dilde yasadır. Doğa yasasıdır. Bizim işimiz doğa yasasıyladır der.
Yazarın büyüteci İslam üzerine düştüğünde ise dağarcığının ve hoşgörüsünün safları sıklaşır. Determinizm’in töze ve öze saygıyı hedefleyen maksadını aşıp, Tanrı’dan bağımsız eşyanın varlığına doğru giden filozoflarının, hem determinist bir özde hem Tanrı’nın dizinin dibinde terbiyeye çekildiği İslam yasası, yazarın ağrıyan karnı, anlaşılmasını en çok istediği satırları gibi yansır. Bir parça taraflı işlenmiş olsa da haklılığına imanımızdan mülhem pek de gözümüze batmamaktadır.
Böylece, toplana toplana, sosyolojinin sularında, felsefe, ilahiyat, psikoloji, ontoloji, fizik gibi sandallarda sıra ile ulaşıverirsiniz bir kıyıya. Yazar alt okumaları müsait olanlara derinlemesine soru işaretleri; olmayanlara keyifli cevaplar bırakacak renklilikte bir eser ortaya koymaktadır.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Muhtemel ki ilk defa, gece-gündüz takibi ile başlayan hal-i ruhiyemiz, sadece bu yasayı ihlal ettiğimizde dahi mutluluk hormanlarını terkedip depresyona giren insan çaresizliği ile doğaya itaati daha o gün öğrenmiş. Biz ki ne kadar inat etsek de bu “zorunlu bağ”ların yıkımına, o bağlar bizi sarplara sarmıştır. Kelebek etkisi gibidir insan-doğa-sosyoloji!
Kitabın derdi bu öğretinin takdimidir.
“Bu yüzden Tanrı’nın bile kanunları vardır” dedikten sonra “alem” kelimesini eline alıp, “işaret” anlamı üzerinden, kısa bir zaman önce üzerine düşündüğüm bir soruya devrimsel bir tik koyar yazarımız, var olsun. “Alem, kendini anlatma derdinde değildir; o başka bir şeye işaret eder!”. Bu yüzden Arapçada işaret anlamına gelen bir kelime ile ifade edilmiştir! Aman ya Rabbim! Göstergebilim ifadesi ile hem gösterge hem gösterendir alem! Nedensellik determinizm/indeterminizm üzerine taş gibi koyulmuş bir yasa ile kitap en vurucu sektesinden böylece geçmiştir.
Sosyoloji, doğduğu ilk andan bugüne kadar toplumsal ve tarihsel alanda tıpkı doğadaki gibi, yasaların olup olmadığı konusunu dert edinmiştir. Sosyolojide Yasa Fikri, bu tartışmalı konuya açıklık getirir. Toplumun yasalarını keşfetmek ve buna bağlı olarak toplumsal gelişmeler konusunda “öngörüler” de bulunmak olan sosyoloji bilimi, “yasa” ve “öngörü” demektir. Zamanla bu vaadin giderek önemini kaybettiğini ve sosyolojinin kendi vaatlerini ne kadar yerine getirdiğine dair çalışmalarda bu konunun hep geçiştirildiğini iddia eden yazar, bu açığı gidermek için, ilk derli toplu eseri yazma derdi ile yola çıktığını anlatır.
Sosyolojide Yasa Fikri isminden ilk anlaşılan, normatif içerikli yasalar ile sosyoloji arasında kurulması muhtemel bir bağa çekeceğinden okuyucuyu, kitap, en başından zihinleri hazırlar. O değil bu der! Yasa, literatürde iki anlamlıdır; birincisi, yasa hukuksal normlara karşılık gelir. İkinci anlamında günlük dilde yasadır. Doğa yasasıdır. Bizim işimiz doğa yasasıyladır der.
Yazarın büyüteci İslam üzerine düştüğünde ise dağarcığının ve hoşgörüsünün safları sıklaşır. Determinizm’in töze ve öze saygıyı hedefleyen maksadını aşıp, Tanrı’dan bağımsız eşyanın varlığına doğru giden filozoflarının, hem determinist bir özde hem Tanrı’nın dizinin dibinde terbiyeye çekildiği İslam yasası, yazarın ağrıyan karnı, anlaşılmasını en çok istediği satırları gibi yansır. Bir parça taraflı işlenmiş olsa da haklılığına imanımızdan mülhem pek de gözümüze batmamaktadır.
Böylece, toplana toplana, sosyolojinin sularında, felsefe, ilahiyat, psikoloji, ontoloji, fizik gibi sandallarda sıra ile ulaşıverirsiniz bir kıyıya. Yazar alt okumaları müsait olanlara derinlemesine soru işaretleri; olmayanlara keyifli cevaplar bırakacak renklilikte bir eser ortaya koymaktadır.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
20 Haziran 2019 Perşembe
İnsan her şeyden kaçabilir hatıralarından kaçamaz
Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
- Konstantinos Kavafis, Şehir
İnsan nelerden kaçmak ister? Mesela bazen sessizlikten kaçmak ister, yolun sonu yine sessizliğe çıkar. Aileden, arkadaştan kaçmak ister bazen, bu kez de yol başka bir kalabalığa çıkar. Öfkeden, nefretten kaçıp, çekip gitmek ister, yol bu kez de onu kibirle buluşturur. Çünkü insan her yerdedir. Kaçtığı da ta kendisidir. İnsanın bir şeyi, bir yeri aradığı muhakkak, bunda şüphe yok. Bir ev arıyor insan. Özgürlüğünü ya da güvenliğini, belki de hem özgürlüğünü hem de güvenliğini bulacağı o evi arıyor. Bu arayışında da sık sık kendinden geçiyor, kendine dönüyor, kendine geliyor. Güzergâhın başında da sonunda da kendi var.
Jung, Kırmızı Kitap'ta "yaşanmamış kalanı yaşamak zorunda olmamak" için insanın kendinden kaçtığını söylüyor. Halbuki kendinden kaçamazsın, sen hep kendinle berabersin ve tamamlanmak istiyorsun diyor. Bir yarımlıktan bahsediyor. Bu yarımlığa karşı kör ve sağır bir tutum olduğun müddetçe "yüreğin bilgisine hiçbir zaman ulaşamayacaksın" sözü ise meselenin özü. Yüreğin bilgisi burada çok ince bir yerde duruyor. Hakikat midir o bilgi? Meçhul. Belki de mutluluktur. Peki mutluluğa kaçarak da ulaşabilir mi insan? Mesela Tezer Özlü, Zaman Dışı Yaşam'da öyle söylüyor: "Benim en büyük mutluluğun her şeyden kaçmak. Her şeyden."
Salih, yaşamı tüm dalgınlığıyla yaşayanlardan. Kimdir dalanlar, dalıp gidenler? Elbette düşünenler. Sohbetsiz mutluluk olmayacağını, yeryüzündeki her şeyin ölmek istediğini, felaketin sürekliliğini, hayatın zavallılığını bilenler. Ve elbette böyle yaşamaktan yorulanlar. Bu yorgunlukla gidip gelenler, kalanlar, ulu toprağın artık zehirlendiğini kabul edenler. Tüm bunlarla birlikte yaşamda birçok tutkuya da sahip olanlar. Mesela sütlü nuriyeti çok sevenler. Güzel şarkıların peşine düşenler. Sıradanlığın bir bilgeliği sunduğunu düşünenler. Kendi kendine, ama kendi gibi olan herkesi de dertdaş edinerek şöyle söylenenler: "Dünyayı anlamaya ilk heves ettiğinde çok okuma, çok düşünme kafayı üşütürsün dediler. Direnip devam ettiyse ergenliğinde şuna bak, çıktığı kabuğu beğenmiyor dediler. Devam edip yetişkin olduğunda ne oldu hani o kadar kitap okudun bir baltaya sap olabildin mi, bak şimdi tutunamayanları oynuyorsun dediler. Kimse bütün değerlerin ucuzlaştığı bir ortamda tutunmanın en iyi ihtimalle onursuz bir beceri olduğundan bahsetmedi."
Hayır hayır, Salih öyle depresyonda falan değil. Ruhun dünyaya ve yaşama zaman zaman gösterdiği refleklesleri, tepkileri hastalık olarak tanımlamayacak kadar akıl sahibi. Öte yandan her an aklını kaçırmak istiyormuş gibi davranabilen ve esas duruşta, hizada duramayan bir ruhun sarmaladığı biri. Nefaset Lokantası'nın müdavimi. Arkadaşlarının en sevdiği. Masaların hem en derini hem en siliği. Hikayesi var onun. Şevket'le önce dost, sonra düşman olması var. Eski dosttan düşman olmaz sözünü yeryüzünden silecek öfkeleri biriktirmiş biri Salih: "Gibi olan hiçbir şeye tahammülüm yok benim, teslimiyet gibi görünen tanrı kompleksine, inanç gibi görünen histeriye, kentli gibi görünen kasabalılığa, yarım olan hiçbir şeye. Çünkü bir şeyin yarımı tamından ya da hiç olmamasından her zaman daha fena ve tehlikeli. Her şeyin yarımından korkacaksın. Yarım adalet, yarı cahil ve sair. Bunun gibilere tahammülüm yok, yarım olan hiçbir şeye; bir de inananların şu teslimiyet kisvesine bürünmüş kibrine. Her şeyin yarımından korkacaksın her şeyin. Hakikat, gerçek, akıllı, akılsız bunlarla ne yapacağını bilirsin ya da bir yol bulmayı deneyebilirsin. Ama yarım oldu mu fena."
Arkadaşlarıyla bir masa kurar, Edip Cansever' "masa da masaymış ha!" diye bir kez daha dize kurar. Hepsi de nevi şahsına münhasırdır. Afitap Hanım mesela, lokantanın sahibi, sık sık "Güzel Allahım, senin pek sevgili kulların beni gizli gizli neyle yargılıyorlarsa yalvarırım onlara da aynısını yaşat!" diye dua eden biri. Beddua mı demeli? Belki. İçli, duygulu, becerikli. Altan Bey, karısı Şükran'a "Hayamut" diye seslenen biri. Hayatım'ın ve mutluluğum'un kısaltmaları. Hâliyle eşyalarına da mutlaka isim veren cinslerden. Hayamut Şükran, tek kelimeyle memnun bir kadın. Ancak kıskanç insanların hakkıyla sevebileceğini düşünenlerden. Bahadır, yeryüzüne oyun oynamak için gelenlerden. Hayatına biri girecekse önce onun testlerinden geçmeli, notunu almalı ve onun yaşamındaki rolünü ona göre oynamalı. Leyla, "dünyaya bir daha gelirsem..." girişini çok sevip, cevabı daima dağ keçisi olanlardan. Hayatına depresyonlu kimseyi almayanlardan. Yanındaki biri depresyona mı girdi? Muhakkak onu da sokar düşüncesiyle derhâl uzaklaşanlardan. Metin, kafasının içinde hiç bitmeyen tartışma programları olanlardan. Kitabın ortasından konuşmayı seven, daima gerçekçi ve dolayısıyla acımasız, can sıkıntısı denen şeyden nefret eden insanlardan. İbrahim, Suriye'deki savaş neticesinde ailesi dağılmış, türlü eziyetler içinde önce Hatay'a sonra İstanbul'a göçmüş, isminin hakkını verircesine hayatındaki kıymetli her şeyden vazgeçmesi gerekmiş biri. Duygulardan öfkeyi, baharatlardan acıyı, insanlardan kadını beğenenlerden. Meral, küçükken kumruları paslanmış güvercin zannedenlerden. Yani saf ve işlenmemiş.
İşte Salih, böyle bir masada son konuşmasını yapacak. Son konuşmanın bahsi; terk-i diyar etmek. Memleketi terk edip, Rio de Janeiro'ya yerleşmek. Salih zehirlendiğini düşünüyor yaşadığı toprağın. Hâliyle o toprakta yaşayan insanın da. Bundan sonra çözüm yok, şikayet var ona göre. Mutluluk ve huzur zaten gelip geçiciydi, şimdi bulmak dahi mümkün değil. İnsan çok, eti ağır, dert ve keder yağıp dururken bir de insanın zalimliği perişan ediyor insanlığı. İnsanlığa en büyük zararı yine insan veriyor. Salih her ne kadar gerçek bir muhabbetin âşığı olsa da artık bundan da tatmin olmuyor. Her şeyin ardında bir maske, bir hesap olduğunu düşünüyor. Bunca kötü düşünceden kurtulmanın tek yolu ise kaçıp gitmek yahut kaçmadan gitmek. Her şeyi bırakarak, her şeyle hesaplaşarak ve yüzleşerek. Peki bu hesaplaşma ve yüzleşme, aynı zamanda belleğin hatıra defterini çıkartmayacak mı ortaya? Elbette çıkartacak. Bu defterle yeniden yüzleşmek, geçmiş sayfaları bir bir okumak, yeniden düşünmek insanın gidişini zorlaştıracak mı kolaylaştıracak mı? Hikâye de tam burada başlıyor. Neticede "herkes kendinin sıradan olmadığına inanmak ister. Ve herkes bu vehmini öyle ya da böyle haklılaştıran bir karşılaşma yaşar" çünkü. Bu karşılaşmalar belleğin yüzeylerinde kendine yer bulur. Kimi derin bir çukur, kimi yolda birikmiş su gibi: "Yaşamak, hafıza denen köstebeğin durmadan deştiği, kurak bir şimdiyi tüketme işidir. Velhasıl her şey geçmiş ve gelecektir, şimdiki zamanla sadece kötü filmler ilgilenir."
Salih'in düşüncelerinde tutarsızlık yakalamak güç olsa da zaman zaman hatırlamak denen o acımasız hastalığın etkisinde kalabiliyor. Hatırladıkça düşünceleri gelgit yaşıyor. Kimseden bir şey beklemiyor, istemiyor. İnsana dokunacak en büyük ve en hakiki yardım kendinden gelendir, buna inanıyor: "Ben istemekten hep imtina ettim. Hayatta en büyük korkum bir şeyi talep eden adam olmaktır. Bundan hep sakındım. İşte bakın bu da bizden bir istiyor, ne tanıdık, ne âciz hikâye diyecekler diye korkumdan bir şey talep edecek olduğum her yerden kaçtım. Bu konuda kendimi geliştiremedim."
Bu satırların altını çizdikten sonra hemen yanına "gerek de yok" yazmışım. Öyle. Sanırım romanın en sarsıcı yanı da buydu benim için. Salih'le konuştum sık sık. Kendime çok yakın buldum. İsmini, cismini, ruh dünyasını sevdim. Kızdım sonra, "kaçma ulan bu kadar!" dedim. Hayatında olup biten yahut olmamış ve bitmemiş şeylerin yek sorumlusu sen değilsin ki. Bu ömrüm umum müdürü zaten kendisi. Senin bir şeyi yönettiğin yok. Getiriyor, götürüyor hayat seni bir yerlere. İnsan bu yüzden dümdüz gidemiyor, gidemez, gitmemeli. Oradan oraya savrulacak ki ömrün tadı çıkacak, tecrübe denen şey o vakit anlamlı olacak. Nihan'la belleğinin girdaplarında konuşurken, o mektuplar ortaya çıkarken aslında sen bunları görmedin mi Salih efendi? Gördün. Bak ne güzel yazılmış işte: "Bir kurtarıcıyı bekleyebilmek için önce kendini inkâr etmelisin. Sonra ortadaki her şeyi süpürecek ikinci bir rüzgâr gelir, toparlayarak süpürüp götürür... Hatırlıyorum, kalp genişledikçe hayatın bahçesi de çiçekleniyordu. Aynı anda sayısız büyüme küçülme, azalma artma, çiçeklenme, çürüme."
Hayatın baş döndüren hızında "başım dönüyor" diye şikâyet etmek kocaman bir trajedidir. Elbet dönecek başın, sen o başı ne kadar koruyabiliyorsun ona bak. Hani, "insan illa bir şey diyecekse bismillah demeli, başlamalı ve yola çıkmalı"... Ve artık burada mekânın, olayların, sebeplerin ve sonuçların bir kuvveti yok. Esas kuvvet zamanın ta kendisinde: "Her yolculuk mekânda değil asıl olarak zamanda yapılır."
Tuğba Doğan, Nefaset Lokantası'nda samimiyetle güvensizliği, özgürlükle kaygıyı, arayışla vazgeçişi bir araya getiriyor. "Salih sakin ol, salihlerden ol, nevrotiklerden olma. Geç kalmadın. Hiçbir şeye geç kalınmaz, her şey kendi zamanında olur" diyor bilgece.
Yazarı bu kitabıyla tanıdım. Dolayısıyla önümde çok ciddi bir soru duruyor. İlk kitabı olan Musa'nın Uykusu'nu hemen alıp okumalı mıyım yoksa bu büyüyü bozmamalı mıyım? Hem evet hem hayır. Yani almalı, bir süre bekletmeli ve sonra da okumalıyım...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
- Konstantinos Kavafis, Şehir
İnsan nelerden kaçmak ister? Mesela bazen sessizlikten kaçmak ister, yolun sonu yine sessizliğe çıkar. Aileden, arkadaştan kaçmak ister bazen, bu kez de yol başka bir kalabalığa çıkar. Öfkeden, nefretten kaçıp, çekip gitmek ister, yol bu kez de onu kibirle buluşturur. Çünkü insan her yerdedir. Kaçtığı da ta kendisidir. İnsanın bir şeyi, bir yeri aradığı muhakkak, bunda şüphe yok. Bir ev arıyor insan. Özgürlüğünü ya da güvenliğini, belki de hem özgürlüğünü hem de güvenliğini bulacağı o evi arıyor. Bu arayışında da sık sık kendinden geçiyor, kendine dönüyor, kendine geliyor. Güzergâhın başında da sonunda da kendi var.
Jung, Kırmızı Kitap'ta "yaşanmamış kalanı yaşamak zorunda olmamak" için insanın kendinden kaçtığını söylüyor. Halbuki kendinden kaçamazsın, sen hep kendinle berabersin ve tamamlanmak istiyorsun diyor. Bir yarımlıktan bahsediyor. Bu yarımlığa karşı kör ve sağır bir tutum olduğun müddetçe "yüreğin bilgisine hiçbir zaman ulaşamayacaksın" sözü ise meselenin özü. Yüreğin bilgisi burada çok ince bir yerde duruyor. Hakikat midir o bilgi? Meçhul. Belki de mutluluktur. Peki mutluluğa kaçarak da ulaşabilir mi insan? Mesela Tezer Özlü, Zaman Dışı Yaşam'da öyle söylüyor: "Benim en büyük mutluluğun her şeyden kaçmak. Her şeyden."
Salih, yaşamı tüm dalgınlığıyla yaşayanlardan. Kimdir dalanlar, dalıp gidenler? Elbette düşünenler. Sohbetsiz mutluluk olmayacağını, yeryüzündeki her şeyin ölmek istediğini, felaketin sürekliliğini, hayatın zavallılığını bilenler. Ve elbette böyle yaşamaktan yorulanlar. Bu yorgunlukla gidip gelenler, kalanlar, ulu toprağın artık zehirlendiğini kabul edenler. Tüm bunlarla birlikte yaşamda birçok tutkuya da sahip olanlar. Mesela sütlü nuriyeti çok sevenler. Güzel şarkıların peşine düşenler. Sıradanlığın bir bilgeliği sunduğunu düşünenler. Kendi kendine, ama kendi gibi olan herkesi de dertdaş edinerek şöyle söylenenler: "Dünyayı anlamaya ilk heves ettiğinde çok okuma, çok düşünme kafayı üşütürsün dediler. Direnip devam ettiyse ergenliğinde şuna bak, çıktığı kabuğu beğenmiyor dediler. Devam edip yetişkin olduğunda ne oldu hani o kadar kitap okudun bir baltaya sap olabildin mi, bak şimdi tutunamayanları oynuyorsun dediler. Kimse bütün değerlerin ucuzlaştığı bir ortamda tutunmanın en iyi ihtimalle onursuz bir beceri olduğundan bahsetmedi."
Hayır hayır, Salih öyle depresyonda falan değil. Ruhun dünyaya ve yaşama zaman zaman gösterdiği refleklesleri, tepkileri hastalık olarak tanımlamayacak kadar akıl sahibi. Öte yandan her an aklını kaçırmak istiyormuş gibi davranabilen ve esas duruşta, hizada duramayan bir ruhun sarmaladığı biri. Nefaset Lokantası'nın müdavimi. Arkadaşlarının en sevdiği. Masaların hem en derini hem en siliği. Hikayesi var onun. Şevket'le önce dost, sonra düşman olması var. Eski dosttan düşman olmaz sözünü yeryüzünden silecek öfkeleri biriktirmiş biri Salih: "Gibi olan hiçbir şeye tahammülüm yok benim, teslimiyet gibi görünen tanrı kompleksine, inanç gibi görünen histeriye, kentli gibi görünen kasabalılığa, yarım olan hiçbir şeye. Çünkü bir şeyin yarımı tamından ya da hiç olmamasından her zaman daha fena ve tehlikeli. Her şeyin yarımından korkacaksın. Yarım adalet, yarı cahil ve sair. Bunun gibilere tahammülüm yok, yarım olan hiçbir şeye; bir de inananların şu teslimiyet kisvesine bürünmüş kibrine. Her şeyin yarımından korkacaksın her şeyin. Hakikat, gerçek, akıllı, akılsız bunlarla ne yapacağını bilirsin ya da bir yol bulmayı deneyebilirsin. Ama yarım oldu mu fena."
Arkadaşlarıyla bir masa kurar, Edip Cansever' "masa da masaymış ha!" diye bir kez daha dize kurar. Hepsi de nevi şahsına münhasırdır. Afitap Hanım mesela, lokantanın sahibi, sık sık "Güzel Allahım, senin pek sevgili kulların beni gizli gizli neyle yargılıyorlarsa yalvarırım onlara da aynısını yaşat!" diye dua eden biri. Beddua mı demeli? Belki. İçli, duygulu, becerikli. Altan Bey, karısı Şükran'a "Hayamut" diye seslenen biri. Hayatım'ın ve mutluluğum'un kısaltmaları. Hâliyle eşyalarına da mutlaka isim veren cinslerden. Hayamut Şükran, tek kelimeyle memnun bir kadın. Ancak kıskanç insanların hakkıyla sevebileceğini düşünenlerden. Bahadır, yeryüzüne oyun oynamak için gelenlerden. Hayatına biri girecekse önce onun testlerinden geçmeli, notunu almalı ve onun yaşamındaki rolünü ona göre oynamalı. Leyla, "dünyaya bir daha gelirsem..." girişini çok sevip, cevabı daima dağ keçisi olanlardan. Hayatına depresyonlu kimseyi almayanlardan. Yanındaki biri depresyona mı girdi? Muhakkak onu da sokar düşüncesiyle derhâl uzaklaşanlardan. Metin, kafasının içinde hiç bitmeyen tartışma programları olanlardan. Kitabın ortasından konuşmayı seven, daima gerçekçi ve dolayısıyla acımasız, can sıkıntısı denen şeyden nefret eden insanlardan. İbrahim, Suriye'deki savaş neticesinde ailesi dağılmış, türlü eziyetler içinde önce Hatay'a sonra İstanbul'a göçmüş, isminin hakkını verircesine hayatındaki kıymetli her şeyden vazgeçmesi gerekmiş biri. Duygulardan öfkeyi, baharatlardan acıyı, insanlardan kadını beğenenlerden. Meral, küçükken kumruları paslanmış güvercin zannedenlerden. Yani saf ve işlenmemiş.
İşte Salih, böyle bir masada son konuşmasını yapacak. Son konuşmanın bahsi; terk-i diyar etmek. Memleketi terk edip, Rio de Janeiro'ya yerleşmek. Salih zehirlendiğini düşünüyor yaşadığı toprağın. Hâliyle o toprakta yaşayan insanın da. Bundan sonra çözüm yok, şikayet var ona göre. Mutluluk ve huzur zaten gelip geçiciydi, şimdi bulmak dahi mümkün değil. İnsan çok, eti ağır, dert ve keder yağıp dururken bir de insanın zalimliği perişan ediyor insanlığı. İnsanlığa en büyük zararı yine insan veriyor. Salih her ne kadar gerçek bir muhabbetin âşığı olsa da artık bundan da tatmin olmuyor. Her şeyin ardında bir maske, bir hesap olduğunu düşünüyor. Bunca kötü düşünceden kurtulmanın tek yolu ise kaçıp gitmek yahut kaçmadan gitmek. Her şeyi bırakarak, her şeyle hesaplaşarak ve yüzleşerek. Peki bu hesaplaşma ve yüzleşme, aynı zamanda belleğin hatıra defterini çıkartmayacak mı ortaya? Elbette çıkartacak. Bu defterle yeniden yüzleşmek, geçmiş sayfaları bir bir okumak, yeniden düşünmek insanın gidişini zorlaştıracak mı kolaylaştıracak mı? Hikâye de tam burada başlıyor. Neticede "herkes kendinin sıradan olmadığına inanmak ister. Ve herkes bu vehmini öyle ya da böyle haklılaştıran bir karşılaşma yaşar" çünkü. Bu karşılaşmalar belleğin yüzeylerinde kendine yer bulur. Kimi derin bir çukur, kimi yolda birikmiş su gibi: "Yaşamak, hafıza denen köstebeğin durmadan deştiği, kurak bir şimdiyi tüketme işidir. Velhasıl her şey geçmiş ve gelecektir, şimdiki zamanla sadece kötü filmler ilgilenir."
Salih'in düşüncelerinde tutarsızlık yakalamak güç olsa da zaman zaman hatırlamak denen o acımasız hastalığın etkisinde kalabiliyor. Hatırladıkça düşünceleri gelgit yaşıyor. Kimseden bir şey beklemiyor, istemiyor. İnsana dokunacak en büyük ve en hakiki yardım kendinden gelendir, buna inanıyor: "Ben istemekten hep imtina ettim. Hayatta en büyük korkum bir şeyi talep eden adam olmaktır. Bundan hep sakındım. İşte bakın bu da bizden bir istiyor, ne tanıdık, ne âciz hikâye diyecekler diye korkumdan bir şey talep edecek olduğum her yerden kaçtım. Bu konuda kendimi geliştiremedim."
Bu satırların altını çizdikten sonra hemen yanına "gerek de yok" yazmışım. Öyle. Sanırım romanın en sarsıcı yanı da buydu benim için. Salih'le konuştum sık sık. Kendime çok yakın buldum. İsmini, cismini, ruh dünyasını sevdim. Kızdım sonra, "kaçma ulan bu kadar!" dedim. Hayatında olup biten yahut olmamış ve bitmemiş şeylerin yek sorumlusu sen değilsin ki. Bu ömrüm umum müdürü zaten kendisi. Senin bir şeyi yönettiğin yok. Getiriyor, götürüyor hayat seni bir yerlere. İnsan bu yüzden dümdüz gidemiyor, gidemez, gitmemeli. Oradan oraya savrulacak ki ömrün tadı çıkacak, tecrübe denen şey o vakit anlamlı olacak. Nihan'la belleğinin girdaplarında konuşurken, o mektuplar ortaya çıkarken aslında sen bunları görmedin mi Salih efendi? Gördün. Bak ne güzel yazılmış işte: "Bir kurtarıcıyı bekleyebilmek için önce kendini inkâr etmelisin. Sonra ortadaki her şeyi süpürecek ikinci bir rüzgâr gelir, toparlayarak süpürüp götürür... Hatırlıyorum, kalp genişledikçe hayatın bahçesi de çiçekleniyordu. Aynı anda sayısız büyüme küçülme, azalma artma, çiçeklenme, çürüme."
Hayatın baş döndüren hızında "başım dönüyor" diye şikâyet etmek kocaman bir trajedidir. Elbet dönecek başın, sen o başı ne kadar koruyabiliyorsun ona bak. Hani, "insan illa bir şey diyecekse bismillah demeli, başlamalı ve yola çıkmalı"... Ve artık burada mekânın, olayların, sebeplerin ve sonuçların bir kuvveti yok. Esas kuvvet zamanın ta kendisinde: "Her yolculuk mekânda değil asıl olarak zamanda yapılır."
Tuğba Doğan, Nefaset Lokantası'nda samimiyetle güvensizliği, özgürlükle kaygıyı, arayışla vazgeçişi bir araya getiriyor. "Salih sakin ol, salihlerden ol, nevrotiklerden olma. Geç kalmadın. Hiçbir şeye geç kalınmaz, her şey kendi zamanında olur" diyor bilgece.
Yazarı bu kitabıyla tanıdım. Dolayısıyla önümde çok ciddi bir soru duruyor. İlk kitabı olan Musa'nın Uykusu'nu hemen alıp okumalı mıyım yoksa bu büyüyü bozmamalı mıyım? Hem evet hem hayır. Yani almalı, bir süre bekletmeli ve sonra da okumalıyım...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
17 Haziran 2019 Pazartesi
Bir Alman seyyahın gözünden 16. yüzyılın İstanbul'u
Seyyahlar için Osmanlı İmparatorluğu hep bir cazibe merkezi olmuştur. Bu sefer elimizde bulunan kitabının tanıtımında Türklere karşı özel bir ilgisi olan seyyahtan kısaca bahsetmek gerek. 1572 yılında Tübingen Üniversitesi’nde teoloji ve klasik filoloji eğitimi alan Salomon Schweigger, hocası Martin Crusius'un etkisi altında kalır. Ünlü bir Yunan filoloji bilgini olan Crusius özellikle o çağda Türklerin egemenliği altındaki bölgelerde yaşayan Yunanlıların diline ve kültürüne ilgi duymaktadır. Schweigger ve Crusius arasındaki ilişkiler ilerideki yıllarda giderek derinleşmiş ve dostluk haline gelmiştir.
Elimizdeki eser, Salomon Schweigger'in 16. yüzyılın sonlarında Türkiye’de geçirdiği süre zarfındaki izlenimlerini içermektedir. Kitap Yayınevi'nden çıkan neşriyat Sultanlar Kentine Yolculuk adını taşımakta olup toplam 61 bölümden oluşmaktadır. Türkiye hakkında yayınlanan Almanca seyahatnamelerin en erken basılanlarından biri olan Schweigger’in yapıtının ilk iki kitabından ibarettir.
Salomon Schweigger 1577-1581 yıllarında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun başında bulunan Habsburglu II. Rudolf tarafından Osmanlı devletinin başkentine daimi temsilci olarak gönderilen Joachim Freiherr von Sintzendorff’un maiyetindeki protestan vaizdi.
Kitabın birinci kısmında 10 Kasım 1577’de Viyana’dan yola çıkarak Budapeşte, Belgrad, Sofya, Plovdiv, Edirne üzerinden İstanbul’a yaptıkları yolculuğu anlatmakta. İkinci kısmında ise kitabın Ocak 1578’den Mart 1581’e kadar yaşadığı ve Sultan III. Murad’ın padişah olduğu döneme denk gelmektedir.
Yazar belli bir sisteme tabi olmadan serbestçe düzenlediği bölümlerde, İstanbul kentinden:
"Kent içindeki binalar derme çatma ve bakımsızdır. Çoğunluğu kireç bile kullanılmadan, sadece çamur ve kille yapılmıştır. Evler alçaktır ve az ışık görür." (sf.131)
"İstanbul’da fil dışında başka değişik ve ilgi çekici hayvanlara rastlamadım. Yıllarca evvel burada bir gergedan varmış, Sultan Selim bunu İmparator II. Maximilian’a armağan etmek istemiş." (sf.157)
Kent halkının yaşamından:
"Bu ülkenin insanları çok sade ve basit evlerle yetiniyorlarsa da ibadet evi, okul gibi vakıf binalarının çok gösterişli olmasına önem veriyorlar ve bu uğurda hiçbir masraftan kaçınmıyorlar." (sf.133)
"Türkler saçlarının tümünü usturayla kazıtırlar, sadece kafalarının orta yerinde parmak kalınlığında bir tutam saç bıraktırırlar." (sf.143)
Padişahın sarayında yaşayanların özelliklerinden:
“O gün saraya gelen elçilerle maiyetlerindeki asilzadeler ve görevliler padişahın dairesinin padişahın dairesinin dışında, iç avludaki bir mekânda ağırladır. Sofrada beş kap pirinç yemeği, ayrıca koyun eti, kızarmış tavuk ve güvercin, içecek olarak da şerbet vardı. Masa yoktu, hepimiz yerde oturduk." (sf.75)
"Türklerin en önemli ziynet eşyaları güzel yüzüklerden ibarettir. Altın zincirler, kral tacı, kraliyet asası ve küresi, özel kraliyet giysisi bu ülkede bilinmiyor ve geleneklerine uymuyor." (sf.72)
ve o yıllarda gelişen olaylardan bahseder...
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
Elimizdeki eser, Salomon Schweigger'in 16. yüzyılın sonlarında Türkiye’de geçirdiği süre zarfındaki izlenimlerini içermektedir. Kitap Yayınevi'nden çıkan neşriyat Sultanlar Kentine Yolculuk adını taşımakta olup toplam 61 bölümden oluşmaktadır. Türkiye hakkında yayınlanan Almanca seyahatnamelerin en erken basılanlarından biri olan Schweigger’in yapıtının ilk iki kitabından ibarettir.
Salomon Schweigger 1577-1581 yıllarında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun başında bulunan Habsburglu II. Rudolf tarafından Osmanlı devletinin başkentine daimi temsilci olarak gönderilen Joachim Freiherr von Sintzendorff’un maiyetindeki protestan vaizdi.
Kitabın birinci kısmında 10 Kasım 1577’de Viyana’dan yola çıkarak Budapeşte, Belgrad, Sofya, Plovdiv, Edirne üzerinden İstanbul’a yaptıkları yolculuğu anlatmakta. İkinci kısmında ise kitabın Ocak 1578’den Mart 1581’e kadar yaşadığı ve Sultan III. Murad’ın padişah olduğu döneme denk gelmektedir.
Yazar belli bir sisteme tabi olmadan serbestçe düzenlediği bölümlerde, İstanbul kentinden:
"Kent içindeki binalar derme çatma ve bakımsızdır. Çoğunluğu kireç bile kullanılmadan, sadece çamur ve kille yapılmıştır. Evler alçaktır ve az ışık görür." (sf.131)
"İstanbul’da fil dışında başka değişik ve ilgi çekici hayvanlara rastlamadım. Yıllarca evvel burada bir gergedan varmış, Sultan Selim bunu İmparator II. Maximilian’a armağan etmek istemiş." (sf.157)
Kent halkının yaşamından:
"Bu ülkenin insanları çok sade ve basit evlerle yetiniyorlarsa da ibadet evi, okul gibi vakıf binalarının çok gösterişli olmasına önem veriyorlar ve bu uğurda hiçbir masraftan kaçınmıyorlar." (sf.133)
"Türkler saçlarının tümünü usturayla kazıtırlar, sadece kafalarının orta yerinde parmak kalınlığında bir tutam saç bıraktırırlar." (sf.143)
Padişahın sarayında yaşayanların özelliklerinden:
“O gün saraya gelen elçilerle maiyetlerindeki asilzadeler ve görevliler padişahın dairesinin padişahın dairesinin dışında, iç avludaki bir mekânda ağırladır. Sofrada beş kap pirinç yemeği, ayrıca koyun eti, kızarmış tavuk ve güvercin, içecek olarak da şerbet vardı. Masa yoktu, hepimiz yerde oturduk." (sf.75)
"Türklerin en önemli ziynet eşyaları güzel yüzüklerden ibarettir. Altın zincirler, kral tacı, kraliyet asası ve küresi, özel kraliyet giysisi bu ülkede bilinmiyor ve geleneklerine uymuyor." (sf.72)
ve o yıllarda gelişen olaylardan bahseder...
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
10 Haziran 2019 Pazartesi
Orhan Pamuk'un hayatı, sokağı ve edebiyatı
İyi bir okur olma çabası içindeyken, gerek sevdiğim kişilerin sözlerinden etkilendiğim, gerek hakkında yapılmış kötü yorumları fazla önemsediğim için olumsuz ön yargı geliştirerek uzun yıllar okumadığım yazarlar oldu. Bunların sayısı çok olmasa da beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi Orhan Pamuk’tur. Yazarın yaşam tarzından ziyade yaptığı politik yorumların, yazarı bir yerlere getirdiği inancıyla uzun yıllar geçirdim. O kadar kitap okurken bir kez bile şans vermemiştim yazarın kitaplarına. Tabii medyanın da etkisi vardı bu durumda. Bence sevenlerinin, yazarın edebî tarafını beğenenlerin pek savunmadığı ama olumsuz yorum yapanların bunu daha şiddetli gerçekleştirdiği bir yazardır Pamuk. Böyle olunca dış faktörler beni uzun süre etkiledi. Ancak sonunda, kimleri okumuyorum da Pamuk’u okumayacağım, dedim ve yazarın da ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları’nı kısa sürede bitirdim. Yazarın ilk kitabıydı bu ve henüz 22 yaşında yazmaya başlayıp 26 yaşında tamamlamıştı. Buna rağmen gayet iyi bir kitaptı. Hele ki, bir ailenin birkaç kuşak izinin sürüldüğü romanları çok seven beni oldukça etkilemişti. İkinci olarak yazarın post-modern roman denemesi olan Yeni Hayat’ı okudum ve ilk kitabı ne kadar sevdiysem bunu o kadar sevmedim. Ancak yazardan kopmamaya kararlıydım ve önce ilginç bir fikir içeren Masumiyet Müzesi’ni, sonra da yazarın tek siyasi romanım dediği Kar’ı okudum. Özellikle Kar oldukça iyiydi. Başkalarınca beğenilmese bile yazıldığı dönemdeki Kars’ı öyle iyi tasvir etmişti ki sanki hiç bilmeden Kars’a gitsem yolumu bulacakmışım gibi hissediyordum.
Şimdi masamda bekleyen Kara Kitap’tan önce, yazarın hayatını anlattığı Manzaradan Parçalar’ı okuyorum. Bu yazının konusu da aslında bu kitap. Çünkü bir yazarı tanımanın iyi yollarından birkaçının, yazarın hayat hakkında yazdığı bir kitap, yazdığı bir anı kitabı veya otobiyografisi olduğuna inanıyorum. Orhan Pamuk bunlardan ilkini tercih etmiş ve akla gelebilecek birçok konuyu içeren, oldukça hacimli bir kitap ortaya çıkarmış. Hayattan, sokaklardan, edebiyattan, Amerika günlerinden, annesinin yaptığı, sıcak bir yaz gününü anımsatan sigara böreğinden, kütüphanesinden, Fenerbahçe’den, gezilerinden, boğazı gören apartman dairesinden vb. birçok irili ufaklı ve birbiriyle bağlantısız konudan bahis açtığı bu kitap, bize Pamuk’un kurgu eserlerinde anlattığı ortamdan ziyade ‘insan’ Orhan Pamuk’u anlatıyor.
Yazarın üslûbu gayet açık ve samimi. Zaten böyle olmadığında bu tür kitaplar okunmuyor. Üstten bakmayan bir bakış açısı var ve her ne kadar kimi kesimlerce Nişantaşlı olduğu gerekçesiyle ‘beyaz’ olarak adlandırılsa da Türk topraklarının bir yazarı. İstediği kadar Nişantaşlı burjuva bir aileye mensup olsun, toplumdan çok uzak olmadığını birçok yerde görebilir okurlar. Elbette Anadolu’da doğmuş büyümüş okurlara ters gelecek, bakış açısı ve fikri var yazarın ama bu durumu sadece Orhan Pamuk’a da yormamak gerekir. Hangimiz herkesle çok iyi geçiniyoruz ve çok iyi anlaşıyoruz?
Kitap, yazarın birçok konuyla ve alakasız görünen şeylerle ilgili anılarını ve düşüncelerini içeriyor. Yazarla bazı konularda yapılmış söyleşiler de kitabın içinde mevcut. Murat Belge’yle yapılan Nişantaşı üzerine sohbet, futbol üzerine kısa bir söyleşi, kitapları üzerine yapılan röportajlar, Nobel’i aldıktan sonra verdiği röportaj bunlardan bazıları. Fakat konular birbiriyle alakasız olsa da üst başlık olarak birbiriyle alakalı bölümlere ayrılmış. Bunlar Hayat, İstanbul, Kitaplar ve Edebiyat, Benim Kitaplarım, Sanat, Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dersleri ve Roman Sanatı başlıklarıyla kategorileştirilmiş. Her bölümün altında, bulunduğu başlıkla ilgili, çoğunlukla kısa denebilecek metinler yer alıyor. Yer yer de fotoğraflar ve çok az da olsa çizimler destekliyor yazıları. Özellikle İstanbul bölümünde fotoğraf sayısını artırmış yazar, Ara Güler’in arşivini kullanarak. Zaten kitapta Ara Güler üzerinden İstanbul’un yorumlandığı bir bölüm de mevcut.
Yazar İstanbul’a âşık desek yanlış bir şey demiş olmayız. Zaten hayatı boyunca, 3 yıl yaşadığı New York’u saymazsak İstanbul dışına çıkmamış uzun süreli yaşamak için. Yazarın hayatı Nişantaşı, Cihangir civarında geçiyor ve pek tabii buradan hayata bakıyor. Ancak tekrar belirtmekte fayda var, öyle üstten bakan bir hâli yok Pamuk’un. Sadece yazdığı konuları yorumlaması kendi ‘mahalle’sinden, doğal olarak. Yazdığı romanlar için İstanbul’un ne kadar önemli olduğunu, o yaşadığı odanın dahi ne ifade ettiğini en iyi İstanbul bölümünde anlıyoruz. Tabii duyguları için de. Bir İstanbul güzellemesi, olumsuz görülebilecek bazı şeylerin bile olumlu bakış açısıyla bakılmasıyla sürdürülen bir bölüm. Tabii ki refah düzeyi yüksek, zengin bir muhitten, boğaz manzaralı bir evden bunları yazmak kolay diyenlere de karşı çıkmıyorum. Ancak bu durumun Orhan Pamuk’un yazarlık başarısıyla bir bağlantısı olduğuna inanmıyorum.
Orhan Pamuk kendini ve birçok konudaki düşüncelerini anlatmayı çok seven bir yazar. Bunu çekinmeden yapması yazılara içtenlik katmış. Hayatı hakkında herhangi bir sansür politikası uyguladığını sanmıyorum bu kitabı oluştururken. Zaten yazıların konuları çok geniş bir skalaya ayrılmış. Bu yüzden hiçbir şeyi atlamak istememiş yazar. Kitapta sadece hayat ve anılar yer almıyor. Kitabın en ilgi çekici bölümlerini bana soracak olsalar, kesinlikle Kitaplar ve Edebiyat ve Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri bölümleri derim. Çünkü birinde Orhan Pamuk’un büyük roman ve romancılar hakkında, yer yer kitap özelinde de değerlendirmelerinin bulunduğu edebî görüşleri, birinde de zamanında devletle başının belaya girmesine sebep olan şeyler hakkındaki görüşleri yer alıyor. Siyaset kısmı biraz daha kısa tutulmuş olsa da yazarın siyasi bir kimliği olduğunu inkâr etmenin bir anlamı yok. Zaten kendisi de bu durumu kabul ediyor birçok yerde.
Orhan Pamuk çok okuyan bir yazar. Daha 18 yaşlarında, babasının sayesinde birçok dünya klasiğini yiyip yutması, onun bu romanlar hakkında da görüşlerinin sonraki zamanlara göre nasıl değiştiğini göstermesi ve bu kitaplar hakkındaki yorumları açısından önemli. Örneğin Dostoyevski’nin birçok kült romanı hakkında bazen uzunca bazen kısa denemeler yazmış. Bunları yazarken sadece salt edebî literatürden yararlanmamış, duygu hep ön planda. Böyle bir anlatım tarzını benimsediği için de okunması güzel ve bilgi açısından da değerli metinler ortaya çıkmış. Yazarın diğer önem verdiği yazarlar ise Nabokov, Camus ve elbette ki Flaubert. Bizden ise Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında yazdığı, kitabın uzun yazılarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi hem bilgi açısından doyurucu hem de Tanpınar üzerinden modernizmi incelemesi açısından değerli:
“Edebiyattan modernizmden yalnızca gelenekse olana bir karşı çıkışı değil, genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anlıyorum. Modernist edebiyat, geleneksel edebiyatın en güçlü yanı olan ‘temsiliyet’ ilişkisini kopardı. Artık edebiyat gerçekliği temsil etmiyordu, yazı hayatın aynası değildi. Hayata karşı yapılmış bir faaliyet, kendi başına kendi örgüsüyle ayrı bir âlem, yeni bir dünya olmuştu yazı. Modernist yazarlarca üretilen metinler, mevcut dünyanın yansıdığı, kurallarının ve sırlarının açıklandığı yerler değildi. Modernist edebi faaliyet hayatı ve dünyayı temsil işi değil, yazarın bizzat kendi başına yaptığı ve anlamı kendi içe dönüklüğüyle ortaya çıkan bir iştir.”
“Hayat hakkındaki düşüncemi tek bir sesin müziğine ve de tek bir bakışın görüş açısına indirgeyemeyeceğimi biliyorum” diyen yazarı en iyi anlatan cümle sanırım budur. Çoğu metninde doğu ve batı kavramları hakkındaki görüşlerini anlatan yazar, ne kadar seküler bir hayat tarzına sahip olsa da, doğu ve batı arasında özellikle edebî anlamda bir bağ kurmaya çabalıyor. Bunun için Binbir Gece Masalları’na da gerektiği önemi veriyor, ‘Flaubertyen’ görüşlere de. Fakat bu durumun içinde din kavramı yok. Tamamen dünyevi ve edebî açıdan bir köprü görevi görmenin peşinde yazar. Bizim okurlarımızın tepki gösterme sebebi de bu sanırım. Hâlbuki Orhan Pamuk hiçbir zaman bu tür bir hayat görüşü içinde yer almadı zaten. Orhan Pamuk’u biraz da kendi görüşlerimize göre değil, onun yetiştiği, büyüdüğü, romanlarını yazdığı çevre açısından değerlendirmek gerekiyor:
“Otuz üç yaşında, eski tasavvuf alegorilerini, İslam mistisizminin tüm klasik metinlerini, ki çoğu klasik Farsça metinlerdir, okumaya başladım. Bana edebi metinlere metafizik nitelikler taşıyan kendilerine özgü yapılar olarak bakmayı, klasik İslami metinlerin ağır dinî yaklaşımını silmeyi ve onları bir tür geometrik biçim olarak görmeye çalışmayı öğreten Borges ve Calvino’yu da aklımın bir köşesinde tutuyordum. Edebi oyunlarla dolu metafizik yapılar, alegoriler, meseller…”
Her ne kadar bu bakış açısının ve görme biçiminin, sosyolojik ve dini açıdan çok sağlıklı olduğunu düşünmesem de (Borges ve Calvino etkisiyle İslami metinleri incelemek) edebi açıdan değer veriyorum Pamuk’un görüşlerine.
Kitapta o kadar çok konu var ki hangi biri hakkında bir şeyler yazsam diğeri eksik kalacak. Sadece keşke olsaydı dediğim bir şeye ve gereksiz gördüğüm bir kısma değineceğim. Öncelikle İstanbul bölümü çok iyi olmuş fakat bu bölümdeki Murat Belge ile yapılan röportajın içerik açısından gereksiz olduğunu düşünüyorum. Belli bir konu üzerinde gitmeden iki yazarın da sanki ‘İstanbul’u kim daha çok seviyor ve biliyor’ yarışına sahne olmuş gibi bir röportaj olmuş. Keşke olsaydı dediğim şey ise, kitaplarının yazılış süreçlerine daha detaylı girilmesi konusu. Evet, birçok iyi romanı hakkında özellikle röportajlar açısından oldukça fazla bilgi öğreniyoruz ama ben bunu röportajı yapanın sorularının bakış açısından değil yazarın kaleminden okumak isterdim. Ne şartlar altında yazıldı o romanlar, engelleyici faktörler nelerdi vs. Bilgi var ama yetersiz. Kendini anlatmayı bu kadar seven bir yazardan bunu da beklemek doğal sanırım.
Çok uzun oldu, bitireyim son olarak şunu diyerek: Fikrî olarak hiçbir zaman uyuşamayacağım bir insan olsa da, Orhan Pamuk’u Türk Edebiyatı için önemli bir değer olarak görüyorum. Kitaplarının birçok dile çevrilmesi, Nobel’i alması, dünyaca tanınması açısında değil, Türk Edebiyatı için bir değer olarak görüyorum. Biliyorum, yazara benim gibi mesafeli olan çok kişi var ama kitaplarının okunması gerektiğini düşünüyorum. Yazarın ilk kitabıyla başlayabilir hiç okumayanlar.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Şimdi masamda bekleyen Kara Kitap’tan önce, yazarın hayatını anlattığı Manzaradan Parçalar’ı okuyorum. Bu yazının konusu da aslında bu kitap. Çünkü bir yazarı tanımanın iyi yollarından birkaçının, yazarın hayat hakkında yazdığı bir kitap, yazdığı bir anı kitabı veya otobiyografisi olduğuna inanıyorum. Orhan Pamuk bunlardan ilkini tercih etmiş ve akla gelebilecek birçok konuyu içeren, oldukça hacimli bir kitap ortaya çıkarmış. Hayattan, sokaklardan, edebiyattan, Amerika günlerinden, annesinin yaptığı, sıcak bir yaz gününü anımsatan sigara böreğinden, kütüphanesinden, Fenerbahçe’den, gezilerinden, boğazı gören apartman dairesinden vb. birçok irili ufaklı ve birbiriyle bağlantısız konudan bahis açtığı bu kitap, bize Pamuk’un kurgu eserlerinde anlattığı ortamdan ziyade ‘insan’ Orhan Pamuk’u anlatıyor.
Yazarın üslûbu gayet açık ve samimi. Zaten böyle olmadığında bu tür kitaplar okunmuyor. Üstten bakmayan bir bakış açısı var ve her ne kadar kimi kesimlerce Nişantaşlı olduğu gerekçesiyle ‘beyaz’ olarak adlandırılsa da Türk topraklarının bir yazarı. İstediği kadar Nişantaşlı burjuva bir aileye mensup olsun, toplumdan çok uzak olmadığını birçok yerde görebilir okurlar. Elbette Anadolu’da doğmuş büyümüş okurlara ters gelecek, bakış açısı ve fikri var yazarın ama bu durumu sadece Orhan Pamuk’a da yormamak gerekir. Hangimiz herkesle çok iyi geçiniyoruz ve çok iyi anlaşıyoruz?
Kitap, yazarın birçok konuyla ve alakasız görünen şeylerle ilgili anılarını ve düşüncelerini içeriyor. Yazarla bazı konularda yapılmış söyleşiler de kitabın içinde mevcut. Murat Belge’yle yapılan Nişantaşı üzerine sohbet, futbol üzerine kısa bir söyleşi, kitapları üzerine yapılan röportajlar, Nobel’i aldıktan sonra verdiği röportaj bunlardan bazıları. Fakat konular birbiriyle alakasız olsa da üst başlık olarak birbiriyle alakalı bölümlere ayrılmış. Bunlar Hayat, İstanbul, Kitaplar ve Edebiyat, Benim Kitaplarım, Sanat, Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dersleri ve Roman Sanatı başlıklarıyla kategorileştirilmiş. Her bölümün altında, bulunduğu başlıkla ilgili, çoğunlukla kısa denebilecek metinler yer alıyor. Yer yer de fotoğraflar ve çok az da olsa çizimler destekliyor yazıları. Özellikle İstanbul bölümünde fotoğraf sayısını artırmış yazar, Ara Güler’in arşivini kullanarak. Zaten kitapta Ara Güler üzerinden İstanbul’un yorumlandığı bir bölüm de mevcut.
Yazar İstanbul’a âşık desek yanlış bir şey demiş olmayız. Zaten hayatı boyunca, 3 yıl yaşadığı New York’u saymazsak İstanbul dışına çıkmamış uzun süreli yaşamak için. Yazarın hayatı Nişantaşı, Cihangir civarında geçiyor ve pek tabii buradan hayata bakıyor. Ancak tekrar belirtmekte fayda var, öyle üstten bakan bir hâli yok Pamuk’un. Sadece yazdığı konuları yorumlaması kendi ‘mahalle’sinden, doğal olarak. Yazdığı romanlar için İstanbul’un ne kadar önemli olduğunu, o yaşadığı odanın dahi ne ifade ettiğini en iyi İstanbul bölümünde anlıyoruz. Tabii duyguları için de. Bir İstanbul güzellemesi, olumsuz görülebilecek bazı şeylerin bile olumlu bakış açısıyla bakılmasıyla sürdürülen bir bölüm. Tabii ki refah düzeyi yüksek, zengin bir muhitten, boğaz manzaralı bir evden bunları yazmak kolay diyenlere de karşı çıkmıyorum. Ancak bu durumun Orhan Pamuk’un yazarlık başarısıyla bir bağlantısı olduğuna inanmıyorum.
Orhan Pamuk kendini ve birçok konudaki düşüncelerini anlatmayı çok seven bir yazar. Bunu çekinmeden yapması yazılara içtenlik katmış. Hayatı hakkında herhangi bir sansür politikası uyguladığını sanmıyorum bu kitabı oluştururken. Zaten yazıların konuları çok geniş bir skalaya ayrılmış. Bu yüzden hiçbir şeyi atlamak istememiş yazar. Kitapta sadece hayat ve anılar yer almıyor. Kitabın en ilgi çekici bölümlerini bana soracak olsalar, kesinlikle Kitaplar ve Edebiyat ve Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri bölümleri derim. Çünkü birinde Orhan Pamuk’un büyük roman ve romancılar hakkında, yer yer kitap özelinde de değerlendirmelerinin bulunduğu edebî görüşleri, birinde de zamanında devletle başının belaya girmesine sebep olan şeyler hakkındaki görüşleri yer alıyor. Siyaset kısmı biraz daha kısa tutulmuş olsa da yazarın siyasi bir kimliği olduğunu inkâr etmenin bir anlamı yok. Zaten kendisi de bu durumu kabul ediyor birçok yerde.
Orhan Pamuk çok okuyan bir yazar. Daha 18 yaşlarında, babasının sayesinde birçok dünya klasiğini yiyip yutması, onun bu romanlar hakkında da görüşlerinin sonraki zamanlara göre nasıl değiştiğini göstermesi ve bu kitaplar hakkındaki yorumları açısından önemli. Örneğin Dostoyevski’nin birçok kült romanı hakkında bazen uzunca bazen kısa denemeler yazmış. Bunları yazarken sadece salt edebî literatürden yararlanmamış, duygu hep ön planda. Böyle bir anlatım tarzını benimsediği için de okunması güzel ve bilgi açısından da değerli metinler ortaya çıkmış. Yazarın diğer önem verdiği yazarlar ise Nabokov, Camus ve elbette ki Flaubert. Bizden ise Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında yazdığı, kitabın uzun yazılarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi hem bilgi açısından doyurucu hem de Tanpınar üzerinden modernizmi incelemesi açısından değerli:
“Edebiyattan modernizmden yalnızca gelenekse olana bir karşı çıkışı değil, genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anlıyorum. Modernist edebiyat, geleneksel edebiyatın en güçlü yanı olan ‘temsiliyet’ ilişkisini kopardı. Artık edebiyat gerçekliği temsil etmiyordu, yazı hayatın aynası değildi. Hayata karşı yapılmış bir faaliyet, kendi başına kendi örgüsüyle ayrı bir âlem, yeni bir dünya olmuştu yazı. Modernist yazarlarca üretilen metinler, mevcut dünyanın yansıdığı, kurallarının ve sırlarının açıklandığı yerler değildi. Modernist edebi faaliyet hayatı ve dünyayı temsil işi değil, yazarın bizzat kendi başına yaptığı ve anlamı kendi içe dönüklüğüyle ortaya çıkan bir iştir.”
“Hayat hakkındaki düşüncemi tek bir sesin müziğine ve de tek bir bakışın görüş açısına indirgeyemeyeceğimi biliyorum” diyen yazarı en iyi anlatan cümle sanırım budur. Çoğu metninde doğu ve batı kavramları hakkındaki görüşlerini anlatan yazar, ne kadar seküler bir hayat tarzına sahip olsa da, doğu ve batı arasında özellikle edebî anlamda bir bağ kurmaya çabalıyor. Bunun için Binbir Gece Masalları’na da gerektiği önemi veriyor, ‘Flaubertyen’ görüşlere de. Fakat bu durumun içinde din kavramı yok. Tamamen dünyevi ve edebî açıdan bir köprü görevi görmenin peşinde yazar. Bizim okurlarımızın tepki gösterme sebebi de bu sanırım. Hâlbuki Orhan Pamuk hiçbir zaman bu tür bir hayat görüşü içinde yer almadı zaten. Orhan Pamuk’u biraz da kendi görüşlerimize göre değil, onun yetiştiği, büyüdüğü, romanlarını yazdığı çevre açısından değerlendirmek gerekiyor:
“Otuz üç yaşında, eski tasavvuf alegorilerini, İslam mistisizminin tüm klasik metinlerini, ki çoğu klasik Farsça metinlerdir, okumaya başladım. Bana edebi metinlere metafizik nitelikler taşıyan kendilerine özgü yapılar olarak bakmayı, klasik İslami metinlerin ağır dinî yaklaşımını silmeyi ve onları bir tür geometrik biçim olarak görmeye çalışmayı öğreten Borges ve Calvino’yu da aklımın bir köşesinde tutuyordum. Edebi oyunlarla dolu metafizik yapılar, alegoriler, meseller…”
Her ne kadar bu bakış açısının ve görme biçiminin, sosyolojik ve dini açıdan çok sağlıklı olduğunu düşünmesem de (Borges ve Calvino etkisiyle İslami metinleri incelemek) edebi açıdan değer veriyorum Pamuk’un görüşlerine.
Kitapta o kadar çok konu var ki hangi biri hakkında bir şeyler yazsam diğeri eksik kalacak. Sadece keşke olsaydı dediğim bir şeye ve gereksiz gördüğüm bir kısma değineceğim. Öncelikle İstanbul bölümü çok iyi olmuş fakat bu bölümdeki Murat Belge ile yapılan röportajın içerik açısından gereksiz olduğunu düşünüyorum. Belli bir konu üzerinde gitmeden iki yazarın da sanki ‘İstanbul’u kim daha çok seviyor ve biliyor’ yarışına sahne olmuş gibi bir röportaj olmuş. Keşke olsaydı dediğim şey ise, kitaplarının yazılış süreçlerine daha detaylı girilmesi konusu. Evet, birçok iyi romanı hakkında özellikle röportajlar açısından oldukça fazla bilgi öğreniyoruz ama ben bunu röportajı yapanın sorularının bakış açısından değil yazarın kaleminden okumak isterdim. Ne şartlar altında yazıldı o romanlar, engelleyici faktörler nelerdi vs. Bilgi var ama yetersiz. Kendini anlatmayı bu kadar seven bir yazardan bunu da beklemek doğal sanırım.
Çok uzun oldu, bitireyim son olarak şunu diyerek: Fikrî olarak hiçbir zaman uyuşamayacağım bir insan olsa da, Orhan Pamuk’u Türk Edebiyatı için önemli bir değer olarak görüyorum. Kitaplarının birçok dile çevrilmesi, Nobel’i alması, dünyaca tanınması açısında değil, Türk Edebiyatı için bir değer olarak görüyorum. Biliyorum, yazara benim gibi mesafeli olan çok kişi var ama kitaplarının okunması gerektiğini düşünüyorum. Yazarın ilk kitabıyla başlayabilir hiç okumayanlar.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Gündelik hayatın edebiyatı
Şiir kitaplarıyla bildiğimiz Furkan Çalışkan son kitabında denemeye meyletmiş. Deneyerek iyi de etmiş. Profil Kitap tarafından yayınlanan Uzakların Saldırı’sı doksan altı sayfadan oluşuyor. Genel olarak Furkan Çalışkan’ın şiirsel dilini denemelerine de yansıttığı görülüyor. İmgeler, kelime oyunları, sembolizm, atıflar ve alıntılarla zenginleştirilmiş yazılar yer yer ezoterizme kayıyor. Satır aralarında hafifçe esen tasavvufi bir rüzgâr var. Yazar bir bölgeyle ya da bir toplumla kendini kısıtlamayıp dünyanın tamamını insanın mekânı belleyerek irfan ve hikmetin izini sürmeyi deniyor. Elbette bunu belirli bir inanç ekseninde; ilkeleri olan bir inanç ekseninde yapmaya gayret ediyor.
Furkan Çalışkan’ın üslubunun estetik kaygılı sanatsal bir romantizm barındırdığı kanaatindeyim. Bazı yazarlarda/şairlerde kendini ispatlamak, bir yerlere yaranmak ya da birilerine mesaj göndermek şeklinde tezahür eden bu eğilim Çalışkan’da inancın kuşatan yorumu şeklinde ortaya çıkıyor. Açıkçası çok gerçekçi bulmadığım herkesi kucaklayan ya da her şeyde illa bir hikmet arayan bu romantik dil bana amorf geliyor. Hayatın çok daha başka bir surette aktığını düşünüyorum. Uzakların Saldırısı’nın tümünde olmasa bile bazı sayfalarında bu amorfluğu fazlasıyla hissettim. Ayrıca bazı denemelerde enigmatik biçem aşırıya kaçmış diye düşünüyorum. Aşırı demişken; aşırı romantizm, aşırı sembolizm, aşırı melankoli, aşırı maneviyat… Yazıdaki aşırılıkların anlamı zorlayarak ortaya çıkarttığı muğlaklık söylemi boğuyor. Buradaki aşırı anlam arayışının sonucu olan sürrealizm yapmacık duyguları harekete geçiriyor. Anlam oluşturmada anlamsızlığa dönüşen bir aşırılık var ve elimizde bir kod açar yok. Hasılı, şiirin uçsuz soyutlama tekniği yazıda aynı incelikte durmuyor.
Kitapta dini hassasiyetleri olan kesimin olmazsa olmazı iki güzelleme yer alıyor. Bunlardan biri Kudüs diğeri Doğu güzellemesi. Kudüs zaten bildiğimiz Kudüs. Hamaset acıyı örtmüyor. Ama bu Doğu güzellemesine bir yerden başlamak gerekiyor. Batı’yı silkeleyip Doğu’nun tozunu üflemenin bir faydasının dokunmadığı çok açık. Batı’ya yöneltilen eleştiri oklarının daha serti özeleştiri olarak Doğu’ya da yönlendirilmeli ki, belki o zaman Kudüs yarasına bir parça merhem sürülür.
Sakin olduğu kadar sakinleştirici bir kitap olan Uzakların Saldırısı’ın en önemli özelliğinin gündelik hayatın detaylarının edebi bir formda sunulması diyebilirim. Bu, çok şahit olduğumuz bir şey değil. Meraklısı da çok yok zaten. Eser bu yönüyle gişe filmlerinden ziyade festival filmlerini andırıyor.
Genel olarak edebiyat sadece üslup olarak değil içerik olarak da elitist biçimde sunulur. Bu yöntemin uygulandığı metin gerçekliğin dışında kalarak kurgusal bir yapıya bürünür. Furkan Çalışkan üslubu üst seviyede tutup içeriği gündelik hayattan yontuyor. Sıradan bir olayı veya durumu incelikle ele alarak edebi bir güzelliğe dönüştürüyor.. Örneğin bir çırağın boyundan büyük aşkına gülümsüyor ya da bir çocuğun masum düşlerine karışıyorsunuz. Tarihi bir olayın orta yerine yürüyor veya bir göçmen hayatının keşmekeşliğine ortak oluyorsunuz. Oturduğunuz koltuk evin koltuğu olduğu kadar bir berber koltuğu, uçak koltuğu ya da otobüs koltuğu olabiliyor. Kısacası, okuyucuyu farklı hayatlardan farklı enstantanelerle karşılaştırıyor Furkan Çalışkan. Bunu yaparken de zamanı durdurup fotoğrafını çekiyor adeta. Hatta daha da ileri giderek zamanın dışına çıkmaya çalışıyor duygusu uyandırdı bende. Ötelerden ya da ötelere haber veriyor gibi…
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Furkan Çalışkan’ın üslubunun estetik kaygılı sanatsal bir romantizm barındırdığı kanaatindeyim. Bazı yazarlarda/şairlerde kendini ispatlamak, bir yerlere yaranmak ya da birilerine mesaj göndermek şeklinde tezahür eden bu eğilim Çalışkan’da inancın kuşatan yorumu şeklinde ortaya çıkıyor. Açıkçası çok gerçekçi bulmadığım herkesi kucaklayan ya da her şeyde illa bir hikmet arayan bu romantik dil bana amorf geliyor. Hayatın çok daha başka bir surette aktığını düşünüyorum. Uzakların Saldırısı’nın tümünde olmasa bile bazı sayfalarında bu amorfluğu fazlasıyla hissettim. Ayrıca bazı denemelerde enigmatik biçem aşırıya kaçmış diye düşünüyorum. Aşırı demişken; aşırı romantizm, aşırı sembolizm, aşırı melankoli, aşırı maneviyat… Yazıdaki aşırılıkların anlamı zorlayarak ortaya çıkarttığı muğlaklık söylemi boğuyor. Buradaki aşırı anlam arayışının sonucu olan sürrealizm yapmacık duyguları harekete geçiriyor. Anlam oluşturmada anlamsızlığa dönüşen bir aşırılık var ve elimizde bir kod açar yok. Hasılı, şiirin uçsuz soyutlama tekniği yazıda aynı incelikte durmuyor.
Kitapta dini hassasiyetleri olan kesimin olmazsa olmazı iki güzelleme yer alıyor. Bunlardan biri Kudüs diğeri Doğu güzellemesi. Kudüs zaten bildiğimiz Kudüs. Hamaset acıyı örtmüyor. Ama bu Doğu güzellemesine bir yerden başlamak gerekiyor. Batı’yı silkeleyip Doğu’nun tozunu üflemenin bir faydasının dokunmadığı çok açık. Batı’ya yöneltilen eleştiri oklarının daha serti özeleştiri olarak Doğu’ya da yönlendirilmeli ki, belki o zaman Kudüs yarasına bir parça merhem sürülür.
Sakin olduğu kadar sakinleştirici bir kitap olan Uzakların Saldırısı’ın en önemli özelliğinin gündelik hayatın detaylarının edebi bir formda sunulması diyebilirim. Bu, çok şahit olduğumuz bir şey değil. Meraklısı da çok yok zaten. Eser bu yönüyle gişe filmlerinden ziyade festival filmlerini andırıyor.
Genel olarak edebiyat sadece üslup olarak değil içerik olarak da elitist biçimde sunulur. Bu yöntemin uygulandığı metin gerçekliğin dışında kalarak kurgusal bir yapıya bürünür. Furkan Çalışkan üslubu üst seviyede tutup içeriği gündelik hayattan yontuyor. Sıradan bir olayı veya durumu incelikle ele alarak edebi bir güzelliğe dönüştürüyor.. Örneğin bir çırağın boyundan büyük aşkına gülümsüyor ya da bir çocuğun masum düşlerine karışıyorsunuz. Tarihi bir olayın orta yerine yürüyor veya bir göçmen hayatının keşmekeşliğine ortak oluyorsunuz. Oturduğunuz koltuk evin koltuğu olduğu kadar bir berber koltuğu, uçak koltuğu ya da otobüs koltuğu olabiliyor. Kısacası, okuyucuyu farklı hayatlardan farklı enstantanelerle karşılaştırıyor Furkan Çalışkan. Bunu yaparken de zamanı durdurup fotoğrafını çekiyor adeta. Hatta daha da ileri giderek zamanın dışına çıkmaya çalışıyor duygusu uyandırdı bende. Ötelerden ya da ötelere haber veriyor gibi…
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp