SAYFALAR

31 Mayıs 2019 Cuma

İnsanın sanatla irtibatı nerede başlar, nasıl şekillenir?

"Çoğu zaman yoksulluk içindeysem de, içimde yine de bir uyum, rahat ve duru bir müzik vardır."
- Vincent Van Gogh, Theo'ya Mektuplar

İnsanın sanatla ilk teması, farkında olsun ya da olmasın çocukluk döneminde başlar. İdrak yeteneğinin, yani anlayışının, akıl erdirme denen faaliyetinin gelişmesiyle ruhuna iyi gelen şeylerin farkına varmaya başlar. Zamanı tam olarak belirlenemeyen bu evre, mekan olarak ailenin yaşadığı çevreyi kapsar. Evin içi, sokak, mahalle ve civar çevre çocuğun hem kendi idrakini keşfetmesi hem de sanatla olan teması için önemlidir. Bir çocuk sekiz yaşındayken hissettiklerini, birkaç sene sonra farklı biçimde hissedip, yine farklı yerlerde yaşadıkları hislerle karşılaştırmaya başlayabilir. Sanatın düşünce ve yaşayış dünyasına doğrudan teması işte bu karşılaştırmalarla iyice filizlenir. Artık çocuk, dünyaya nasıl bir yerden ve ne doğrultuda bakacağını ufak fakat heyecanlı adımlarla kurmaya başlar.

Bendeniz, ilkokul ve ortaokul çağlarımda bayram namazlarını sıklıkla Silivrikapı'daki Sitti Hatun Camii'nde rahmetli dedemle yan yana kılardım. Bu camii, uzun bir zaman mescit olarak bilinirdi. Zira Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin kızı Sitti Hatun tarafından 16. yüzyılda yaptırılmıştı. Hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıydı. Dışarıdan bakıldığında tek katlı, sanki imece usulü kurulmuş ve o şekilde yaşayan, kendine mahsus bir cemaati olan, oldukça sakin bir atmosfere sahipti. Bulunduğu cadde çok işlek olsa da mescidin avlusuna girer girmez farklı bir iklim hissedilirdi. Oldukça sönük olan şadırvan sade biçimde selamlardı ziyaretçisini. Bodur minare, o zamanlar İstanbul'da nadir bulunan gökdelenlerin çoğalacağını haber eder gibi dururdu. Dar ve kısa bir yoldan gidilerek mescidin ahşap kapısından içeri girilirdi. Diktörtgen formundaki bir alanda enine uzun saflar tutulurdu. Birçok yönüyle yapay (ve yeni), bazı yönleriyle de doğal (ve eski) ifadeleri vardı mescidin.

Zaman geçti, aile efradı ihtiyarladı, emr-i Hakk vaki oldu ve dede, anneanne ve diğer akraba fertleri teker teker dâr-ı bekaya göç etti. İşte bu göç edişlerde cenazelerin taşındığı ve namazlarının kılındığı camii farklıydı. Silivrikapı'dan yukarı çıkılırdı, Kocamustafapaşa Caddesi'nden geçilir ve Cerrahpaşa istikametine geçilirdi. Caddenin sağ yanında bütün haşmetiyle ve büyüleyici tavrıyla cemaatini, sakinlerini, misafirlerini beklerdi Hekimoğlu Ali Paşa Camii. I. Mahmud’un sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa tarafından 1147 (1734-35) yılında Çuhadar Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa adında iki mimara yaptırılan bu camii, daha içine girmeden, kapısından çevresindeki duvarlara dek her yaştan insana farklı duygular hissettirirdi. İşte bendeniz, bilhassa lise çağlarımda buradan çok yakınımı uğurladım Silivrikapı Mezarlığı'na. Bu uğurlayışlarda, dini vazifelerin yanı sıra caminin formuyla daha çok ilgilendiğimi fark ettim. İnsana bütünüyle geçiciliğini hissettiren ve dolayısıyla her tarafıyla El-Bâki olanı hatırlatan bir camiiydi burası. Yalnızca camii de değildi aslında; tekkesiyle, kütüphanesiyle, türbesiyle, haziresiyle, sebiliyle ve çeşmeleriyle 'nur yüzlü' bir yerdi. İşte bu mimarî etkinin yanına bir de sanatın en güzide kollarından şiir de eklenince 'nûrun alâ nûr' olurdu. Hani, Yahya Kemal o harikulade şiiri Koca Mustâpaşa'da "Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada /  kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda" diyor ya, fakir de ömrü boyunca orada kaldı. Sükuneti ta ezelden ruhuna nakşedenlerle, sâdeliği zarafet kabul edenlerle, geceleri Allâh'a yakın dünyâyı seyredenlerle... Zaten Yahya Kemal de Koca Mustâpaşa'dan yaşadığı semte geri dönerken, içindeki o bitmeyen manevi arayışına dair nasıl bir yer bulduğunu itiraf eder: "Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa'dan / kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü'yâdan."

Kabul ediyorum ki bir kitabı takdim etmek için uzun bir başlangıçtı. Elbette bunun bir sebebi var. Uzun yıllardır fikirlerinden, düşünce dünyasından beslendiğim (Şarkısı Biten Şehir kitabımı ithaf ederek hürmetimi ifade etmeye çalıştığım) Sadettin Ökten hoca da aynı serüveni yaşayıp sanatla buluşmuş. Mahalle mescidinde yaşadığı iklimle Bayezid Camii'nde yaşadığı iklim arasındaki fark onu sanatla buluşturmuş. Bu farkın neticesi işte şu cümlelerde mevcut: "Bir insan sıradan bir işi yaptığında yahut olağan bir mekânda bulunduğunda iç âleminde uyanan etkilere dikkat etsin, sonra da heyecan verici bir mekânda duyguları galeyana getirici bir başka deneyim yaşasın, iç âlemindeki olumlu değişimi hemen görecektir. Bu farklılık iç âlemimizden dış dünyamıza da yansır. Bakışlar yumuşar, simada asil bir tebessüm belirir, hareketler vakur ve güzel bir soyluluğa bürünür. Çünkü ruhumuz, yepyeni bir deneyim yaşamış ve bu deneyimin hazzını bedenimize aksettirmiştir."

Devamına çok daha dikkat buyurun lütfen: "Bayezid Camii'nin cemaatindeki bu derûnî ve duygusal farklılığı algılayan çocuk da pek tabii olarak bunu kendi mânevî dünyasında bir yerde muhafaza altına alır. Sonraki yıllarda ruhen bunaldığı, kalben sıkıştığı zamanlarda bu muhafaza ettiği hatıra ona bir ferahlık ve huzur kapısı açar."

Ocak 2019'da tıpkı hocanın daimi halet-i ruhiyesi gibi sessiz-sakin zuhur eden Aslında Bir Sanat Var; Ökten hocanın sanat, birey ve toplum üzerine yazılarından oluşuyor. Evvela bireyin sanatla tanışmasına değiniyor hoca. Burada gözlem, idrak ve eylem oldukça önemli başlangıç noktaları. Akabinde eğitim, eğitimin aktörleri ve içeriği, hatıralar, başka bir 'dünya'nın gözünden (Wilhelm) sanatsal serüven, insanın değerler sistemi, Batı sanatıyla tanışmanın zarureti ve kendi sanatını tanı(ya)mamak (yahut hocanın tabiriyle örselenmek) gibi her yaştan insanı ilgilendiren meselelere dair yorumlar serdediyor. İkinci bölümde bireyi estetik özne olarak tanımlıyor ve değerleriyle arasındaki irtibatı yorumluyor hoca. İnsanın iç dünyasında bilgiyle duygu alanlarının birbirinden ayrılamayacağını, bunların her an iç içe ve birbirinizi izleyen girift bir yapıda olduğunu söyleyerek, hayatiyetini daima sürdüreceğini belirtiyor. Bir eserle temas ettiğimizde; misalen bir şarkıyı dinlerken, bir resmi seyrederken, hazzın yanına başka şeyler de gelir: hatıralar, çağrışımlar, hayaller, arzular. Modernite, bireyin yalnızca hazzı yaşamasını salık verirken, insanı yalnızlaştırır aslında. İç dünyamız yalıtılmış bir yalnızlığa bulanır. Oysa bir duygusal alan vardır ki muhabbetten aşka uzanır. Modernite aşkı tanımlarken sürekli yer değiştirdiği gibi, muhabbet konusunda da tabiri caizse yorumsuzdur. Muhabbet ve aşk, bizim medeniyet tasavvurumuzda çağlar boyunca belirgin bir yere sahiptir. Ökten hoca "Muhabbet, aşkın kaynaktan gelen feyzin göstergesidir" der ve şöyle devam eder: "Hayat gailesi, birey tarafından çekilemeyecek kadar ağır bir yüktür. Varlığı ve gönlü muhabbeti tatmış olan bireyler müstesna."

Üçüncü bölümde sanatkârın kim olduğunu öğreniyoruz. Sanat eserini ortaya koyan insan kimdir? Sanatkâr değerler sisteminden bağımsız mıdır? Diğer insanlardan neden farklıdır? Yeteneğin rolü nedir? Hayat tarzı ve imkânlar sanatçının kaderinde nerede durur? Sanatkârın çevresi nasıl oluşur ve şekillenir? Birey sanatkârla nasıl tanışır? Sanatkâr hangi medeniyet tasavvurunun gölgesindedir? Modernist sanatkârın macerası nasıl sürmüştür? Bu gibi sorular, sanatla ilk buluşmasından itibaren bu buluşma üzerine düşünmüş ve her çevreden sanat ürününü görmüş, yorumlamış bir bilgenin dilinden zengin cevaplar bulabilir. Sadettin Ökten de işte böyle bilgece cevap arıyor sorulara. Sanatkârı tanıdıktan sonra okuyucuya dördüncü bölümde sanat eserinin ne olduğunu anlatıyor. Sanatın konusunu doğa, doğa üstü âlem, insan ve toplum gibi dört çevrenin oluşturduğunu söylüyor. Bu bölümde İslâm medeniyet tasavvurunda sanat, sanat eserinin mahiyeti ve türleri, soyutun tasviri ve muhatabın somuttan soyuta geçişi, eserin hayatın ne kadar içinde olduğu, kimlik inşasında sanat eserinin gücü ve sanat eseri ile özgürlük arasındaki ilişki kendine yer buluyor. Bendeniz döndüm dolaştım, bu bölümü şu paragrafla zihnime nakşetmeye çabaladım: "İslâm medeniyet tasavvuruna göre en güzel yaratılmış olan varlık insandır. Doğa, insanın hem yaşayıp yararlanması hem de tefekkür etmesi, içsel zenginliğini oluşturup artırması için ona lutfedilmiş bir çevredir. Sâni-i Mutlak'ın el-Bedî (benzeri olmayan) ismi tecelli edince bütün yaratılanların tek, yegâne ve en güzel olduğu da kabul edilmiş olur. Bu açıdan baktığımızda bizâtihi insanın kendisi ve ona lutfedilen doğa, duygu alanında zevk uyandırdığı için bir estetik haz kaynağıdır ve bu sebeple sanat eseridir."

Kitabın beşinci bölümü toplum ve sanata, altıncı bölümü sanat ve batı estetik'ine, yedinci bölümü ise sanat faaliyetine ayrılmış. Bu bölümler, hocanın ömrünü verdiği yapı mühendisliği alanındaki eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetlerinin yanına bilim tarihi, bilim felsefesi, kültür, medeniyet ve sanat ilgisini nasıl yerleştirdiğini kademe kademe gösteriyor aslında. Bir şehirde nasıl yaşanır, bir yapıya nasıl bakılır, bir sanat eseri üzerine nasıl düşünülür ve yorum yapılır, teoriden ve felsefeden nasıl yararlanılır, güzel nedir ve nasıl oluşur, estetik olgunun dört ögesi (süje, obje, değer, yargı) nedir... Okunurken alınan lezzetin yanına şüphesiz farklı bilimlerden yararlanma ihtiyacı da ekleniyor ki makbul olan da budur. Hocanın o güzel üslubu, teknik meselelere dair konuşurken dahi 'bir ulu rüyayı görenler'le bir ömür geçirdiğini hatırlatıyor. Şehrin silueti bize neler söyler, eski İstanbul'un sokakları, şehirli muâşereti, şehirlinin şehirdeki sanat birikimiyle teması gibi bölümlerde bu hatırlatmalardan istifade etmek mümkün. İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayından bahsederken, belki biraz uzun bir alıntı olacak ama bakın hoca ne güzel yerlere götürüyor insanı:

"Güzeli hissetmek için belli bir eğitimden, daha doğru tabiriyle belli bir seyir sürecinden geçmek lazım. Bu seyir sürecinde güzeli temaşa eden ehil kimselerle birlikte olunur, onlara iştirak edilir, zihin ve kalp her an uyanık olarak onların halini kabule müştak bir durumda olmak icap eder. Malumdur ki "Hal sâridir." derdi Fethi Gemuhluoğlu Bey. Bu seyirde temaşa ehli, güzele müştak olan ruha sevmeyi öğretir. Güzel, seversen zuhur eder. Seven her şeyi güzel görür. Değil olağanüstüyü, olağanı bile... Allah dostları "Sevginin cünun hali aşktır." buyurmuşlardır. Aşk coşkundur. Aşk gelince akıl zâyi olur. Yûnus Emre diyor ki:

Bu denize düşen ölür dediler
Ölür ise ko ki ölsün n'olısar
Aşk gelicek cümle eksikler biter
Bitmez ise ko ki kalsın n'olısar

Bu aynı zamanda  "Aşk gelicek güzel zuhur eder." demektir. Çünkü güzelde hiçbir eksik ve noksan yoktur. Coşkulu ve aklı zâil olmuş (yok olmuş) aşk hali bir süre sonra durulup damıtılınca muhabbet hâsıl olur. Muhabbet, aşkın özü ve esasıdır. Muhabbet ehli vakurdur, içe dönüktür. Aşk nüvesini kalbinin en muhterem ve mahfuz köşesinde saklar. Muhabbet ehlini ancak o hale vâkıf olan erbabı anlayabilir. Muhabbet öyle bir hazinedir ki asla israf edilemez. Fânîler için kullanılmaz, sadece ezelî ve ebedî olan güzele ithaf edilerek bezledilir (sarfedilir).
"

Ökten hoca kitabını modernitenin toplumsal sanat uzayı ve bunun içeriği ile İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayı ve onun muhtevasını kısaca karşılaştırarak hatm-i kelâm eyliyor. Diyor ki modernist sanat eseri kendi başına bir varoluşu iddia ediyor. İslâm dünyasının sanat eseri ise yalnızca Allah tarafından lutfedilen cemalin, tecellisinin bir yansıması olduğunu biliyor. Bu durumda kendi  başına varoluş hilkatle çatışmaya doğru yol alırken, İslâm medeniyetinin sanat eseri ilâhî güzelin azameti karşısında bir tevazu ve acizlik ifadesi olarak mümtaz bir yer tutuyor.

Aslında Bir Sanat Var; yaşamın ve aklın insanı bu en çok sıkıştıran çağında, Süleymaniye'nin bahçesinde uzun uzun düşünmeye, sakin-sessiz bir parkta Itrî nağmeleri dinlemeye, güneş guruba ererken birkaç Van Gogh resmi yorumlamaya, Üsküdar sahilinde çay içerken Beşiktaş'a doğru bakıp bir türkü tutturmaya sürükleyen bir kitap... Sanatın her an hayatımızın içinde olduğunu, esas mevzunun onunla temas ederken bu temastan çıkan duyguların hâlimize neler katacağını önemseyen bir kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder