SAYFALAR

20 Mayıs 2019 Pazartesi

Aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuru

"Yahuda’nın aklı başına geldi. Mabede koştu. Aldığı parayı hahamların yüzüne attı ve İsa’nın serbest bırakılmasını istedi. Fakat iş işten geçmişti. Yahuda ancak o zaman faciayı anladı ve kendini astı. Çünkü o İsa’yı bir insanın kaldıramayacağı kadar şiddetli bir aşkla sevmişti."

Yahudaları anlatır Ülker Fırtınası ve bir Yahuda ile karşı karşıya getirdiği anın kederini, ferahlamış bir kadere nasıl çevirirsin, öğretir. Kendi elleriyle oya oya işlediği toprağı tarumar edip, sanat eseri gibi aşkları yıkıp, yıktıkları aşkın hasretinden ölenlerin hikayesidir.

1938’de Vakit gazetesinde tefrika edilip, 1944’te kitaplaşan Ülker Fırtınası yine Kubbealtı’ndan. Diğer üç romanından daha özel kılan detay; hiçbirini okumayıp sadece bu kitabı okuyan, Safiye Erol’ün, derdi ve uslubunun ortak alanlarını çizmiş olur denilebilir. Bu ancak diğer üç kitabına hakimiyetle anlaşılsa da ipucu olarak bir kenarda dursun diyelim.

İlk ortak yan; modern, batılı mekanlarda, eğlence dünyasında başlayan aşklardır. Romanlarında doğu-batı karşılaştırmalarını, ziyadesi ile değerli bir görecede okuyan Erol, mekanlarda da bu sentezle doğru orantı çizmiştir. Batıdan gelen, batılı, modern, idealist, batı müziğinde uzman, batılı okumalara hakim, batı ve yunan felsefesinde gelişmiş ama özü doğu kadın; doğuyu buram buram içinde taşıyan, doğu müziğinde üstad, udi bir adama, bir bakıma kendi özüne aşık olur. Bu aşkın sonunda ise doğu- batı sentezinden dökülen en somut, en bedenli, en cisim sahibi eseri, Yahuda Senfonisi’ni verir bize Erol. Tüm romanlarının sonucu gibidir Yahuda Senfonisi. Ve tıpkı yazının başında, Yahuda-İsa ilişkisinde anlattığımız gibi, adam, kadının kendi özü ile olan bu aşkını tarumar ettiğinde; kadın, tarumar olanın sadece ilişki olduğunu ve aşkın kendisinin baki olduğunu anlayıp yoluna devam etmiştir. Erol ile ilk tanıştığınızda sevmeyeceğiniz bu adamlar zamanla anlaşılmaktadır ki sadece görevlerini yapmaktan sorumlu varlıklardır. Tıpkı su gibi, rüzgar gibi… Çünkü “aşkın saltanatı ebedidir”.

İkinci bir ortak nokta; yedi yıl metaforudur. Başkahramanımız Nuran yedi yıl eğitimin ardından, Türk musikisinin statik yapısını, kalıplarını kırmak, Türk müziğinin kimliğine yeni ufuklar açmak ideali ile topraklarına düşmüştür. Bu yedi; Ciğerdelen romanında “7 Peçeli” menkıbesi, Dineyri Papazı’nda 7 yıl aşk acısı, Kadıköyü’nün Romanı’nda 7 arkadaş arasında başlayan ilişkiler vb. birçok konuda karşımıza çıkar. 7 izleği, Erol’ün, nefsin 7 mertebesini refere eden izleğidir ki tek başına üzerine kitap yazılabilecek onlarca detaydan biridir.

Üçüncü olarak; evli bir taraf ve ahlaki altyapı ile imkansızlıktan, acının dozunun arttığı ilişkiler vardır. Bir fasıl akşamı, batı müziği dinamiklerini üstün tutan anlayış cebinde iken tanıştığı udi ustanın büyüsü ile Türk müziği hakkında düşünmeye başlayan kadının aşkı da böyledir. Kültürel altyapısını tamamlamış kadın, ihtiraslarının peşinde sürüklenen, kötülüğünü bile tanıyacak kadar yüzüne ayna tutulmamış, doğulu ve evli bir erkeğe aşık olmuştur. Pırıl pırıl bir kalp ile düştüğü kiri göremeyen bir adam… Bu hem, yine, doğu batı karşılaşmasıdır hem erkeğin doğu ile batı arasında kalmasından kaynaklı acılarının kaynağı olacaktır.

Karısı doğuyu temsil eder Sermet’in coğrafyasında; Türk Müziğidir. Basittir, bu basitlik konforludur, dışarıdan bir gibi görünse de, dünyaları başkadır, bu başkalık rahattır. Nuran batı yakasıdır yakışıklı udinin; tutku vardır, daha kendinden bulur tüm farklılığına rağmen, anlayamaz bu benzerliğin kaynağını, korkar… Aşk, bilgi, estetik, korku hemhal olmuştur… Çoktur, tanıdıkça artıyordur, derinleşiyordur… Çekici ama ürkütücüdür de. Gidebilir ve Sermet yalnız kalabilir bilmediği bir batılı coğrafyanın orta yerinde, bilmediği bir müzikle. Ama onun yanında hissettiği bu ateş de neyin nesidir.

Dördüncü ortak nokta; batılı bilgelikle donanmış kadının, doğulu baba da dinlendiği rutinidir. Baba olur, mürşit olur ama doğulu olması değişmez. Bu romanda, Maltepe’de Bektaşi dervişi Ali Fethi Bey’in, babanın, münzevi hayatına sığınılır. Bu merhale yazarın annesinin Keşanlı bir Bektaşi dervişi olmasından esinlidir.

Babasının yanında, acısında, yalnızlığında, dinginliğinde, güveninde bir süre konaklayan Nuran, üzerine sürünen ferahlıktan cesaretle yavaş yavaş kendini toplamaya başlar. Yarım kalmıştır bir şeyler. Sermet çağırıyordur, geri döner. Aynı kadın değildir. Sermet aynı kadın ile vazgeçemediği tutkusu, bilgeliği ve batısı ile barıştığını zannetmektedir. Belki de en derin öfke kaynağı da budur. Öfkelenmiyordur artık. Babasının yanından gelirken yanında getirdiği aşkın Sermet’e ait olmadığını okur aynaya baktıkça kendi gözlerinden!

Sermet, Müzeyyen’den boşanmaz. Alaturka musikiyi de bırakmaz. Aslında ikisi de aynı şeydir. Nurhan bunu görüyordur artık. Merhamet dolu bir sevgiye geçmiştir Sermet’e. Köşke ek bir pavyon yaptırıp orada misafir etmeye başlar hatta. Bu pavyon, Sermet’i, sadece evinin bahçesine değil kendisinin de bahçesine taşıdığının metaforik karşılığı gibidir. İdealarını yeniden eline almıştır. “Transformatör” devreye girer. Transformatör uzun hikaye; başka yazıya…

Türk musikisinin kalıplarını kırmak için gelen o genç kadının hikayesi, aşık olduğu adam ve babasından kalan doğulu koku ile Türk müziğini iyileştirmek için neler yapabileceğinin derdine bürünmüştür. Bir meramı vardır. Yaşamaya dair, kendine dair bir meramı.

Türk operası için görevli olarak yurtdışına gidecekler arasına girecek kadar çalışmalarını duyurur. Sermet doğusunun içinde harmanlanıp kalmıştır. Nurhan ise Sermet’ten yüklendiği doğuyu, batı ile harmanlayıp yürümektedir.

Nuran’da 1933’te başlayıp 1936’da biten bu hikayenin üç yılından geriye sadece güzel anılar kalmıştır; birde “Yahuda” adını verdiği, biraz babasından, biraz Udî Sermet’ten, biraz memleketinden, biraz Viyana’dan getirdiği, yedi yıldan dökülen notaların birleştiği senfoni. Nuran’ın hayali, yazarın ise varmak istediği medeniyet tasavvurunun prototipi gibidir.

Batıda terbiye olup doğulu bir bedende harmanlanan aşk da müzik de, yazarın, her romanında içinize işleyen, yeni Türkiyedir. Cumhuriyet’in Safiye Erol’ü, bu ülkenin, hala daha ideolojilerin yangınında debelenen ve külden önünü göremeyen okurları için çok ileridedir. Öyle ki en çok benimseyenlerce dahi sadece kendilerine benzeyen yanları takdir edilerek onanabilmektedir. Kıyafeti İslam’a, inancı “Cumhuriyet”e sığmamış, ortada kalmıştır Erol. Sakız bahsini aşamamış oruçlar düşünülünce, uzunca bir zaman daha ortada kalacak gibidir! Beni 100 yıl sonra anlayacaklar diyen Nietzsche’lerden bir eksiği de yoktur keza.

Yine de bir yerden başlayalım derseniz, Ülker Fırtınası, sizi, aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuruna taşımaya taliptir.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder