SAYFALAR

16 Ocak 2019 Çarşamba

İttihadçılığa ideolojik önyargılardan ve hissi yaklaşımlardan uzak, titiz bir bakış

Bir konu hakkında bilgiye vakıf olmadan fikir sahibi olmak neye sebebiyet verir? Bu soruya cevabı bu satılarda vermek yerine toplumun kendisine bakmak yeterli olur kanaatindeyim. Fikir sahibi olanın gırla gittiği fakat buna mukabil bilgiye vakıf olanların mumla araya araya bulunduğu toplumumuzda ne yazık ki kafa karışıklıklarımız giderilememekte çığ gibi sorunlar her gün ve her vakit büyüyerek ve birikerek üstümüze gelmektedir. Bu nedenle şimdilerde fark edilemeyen sorunlar ileride birden karşımıza çıktığında ilk tepkimiz şaşırma ikincisi ise inkara sebebiyet vermektedir. Onun içindir ki bu topraklarda yeniden düşünce yurtlandırılmalı insanımız bilgiyi hak ettiği değere kavuşturulmalıdır. Bunun içinde okumayı artırmaya meyl etmenin yanında, sahip olduğumuzdan şüphe etmenin geçer akçe olduğunu fark etmeliyiz.

Bu girizgah, İttihat ve Terakki ve İttihatçılık mevzûna ilişkin bir kitap değerlendirmesine dairdir. Hakkında gayret göstereceğimiz eser Avukat İsmail Küçükkılınç’ın Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık kitabıdır. Okuma ve değerlendirme için, Historia Yayınları'ndan çıkan ikinci baskı kullanılmıştır. Kitap girişle birlikte on sekiz bölümü muhtevidir ve kimi kısımlar kendi içinde tekrar bir konu dağılımı gözetilerek ayrıma tabi tutulmuştur. Kitabın derdi olarak da tanımlayabileceğimiz ana teması İttihat ve Terakki’nin ve İttihatçılık mevzunun tam olarak neye tekabül ettiğinin, içinde neleri dahil ettiğini ve âri olduğu şeylerin neleri olduğunu kaynaklara dayanarak anlatmaktır. Tanımın tanımı olarak da tanımlanabilecek olan efradını cami ağyarını mani bir şekilde İttihatçılık ele alınmış, gerek ideolojik olarak arka bahçesi, düşünsel planı, gerek sahada ortaya çıkışı ve şekillenişi gayet vazıh bir şekilde yazar tarafından anlatılmıştır.

İttihat ve Terakki’ye yaklaşılırken, hatta yaklaşmaktan öte ismi duyulsa tüyler diken diken olmakta ve insanların yüzünde bir değişme hoş olmayan bir tavır takınılmaktadır. Bununla birlikte İttihat ve Terakki’ye ilişkin bilinenlerin kaynağını sorduğunuzda ise tabir-i caizse masallardan ve mitolojilerden esinlenilmiş olarak size bir takım hayaller, hikâyeler anlatılır. Fakat bilgiye, kitaba ilişkin en ufak bir kırıntıya dahi rastlamak mümkün gözükmemektedir. Hatta ve hatta sözünün geçtiğine katlanamayan insanlar bile varittir. Onun içindir ki yersek ve sevsek her nerede durursak duralım, bunu temellendirerek ve kaynağına dayandırarak yapalım, yapalım ki gerek tarihsel şahsiyetlere ve gerekse tarihsel vakalara haksız yere ithamda bulunmayalım, bulunmaktan kaçınalım. Bunun için saygıdeğer okur; oku içindeki gölgeler aydınlansın, oku çünkü sen okudukça insansın vecizesini hiç hatırdan çıkarmayalım.

Kitaba dönecek olursak, giriş kısmından okumaya başlayınca insan karşı karşıya olduğu meselenin ağırlığına vakıf oluyor. Giriş kısmında İttihat ve Terakki’ye dair bakışlar ortaya konulmakta ve 'ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranılamayan' bir durumun varlığı ifade edilmektedir. Yazar bu durumu  "İttihatçılık her üç bakış açısına göre de objektif kıstaslarla değil, önyargılarla ele alınmakta ve sağlıklı bir tarif ve tahlil mümkün olamamaktadır. Sol ve liberal çevrelerde ideolojik önyargı, muhafazakar-İslami çevrelerde de bilgi eksikliği, yanlış bilgilenme ve hissi yaklaşım baskın ve ön plandadır." diyerek açıklamaktadır. Varolan durumun tespiti ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

İlk bölümümüz, aslında İttihatçılığa ilişkin de en netameli konulardan birisini teşkil eden Jön Türklük ve İttihatçılığın ele alınması üzerine bina edilmiştir ve yazar ittihatçılıkla Jön Türklüğü mutlak olarak birbirinden ayırmaktadır. Jön Türklük daha çok, bir pasif muhalefet olarak Sultan Abdülhamid’e dergilerle ve gazetelerle muhalefet temelinde ele alınmakta, temelinde Batı eğiliminin ağırlık bulunduğu bir hareket olarak tavsif edilmekte iken; İttihatçılık ise, Balkanlar’dan ayrı ele alınamayacak olan, çıkış amacı olarak Balkanlar’ın elden çıkmasını engellemeye matuf olarak meşrutiyet yönetimini önceleyen, daha çok yerel unsurların ağır bastığı bir hareket olarak tavsif edilmektedir. İlk baştan bu sınıflandırmanın yapılması çok mühimdir, çünkü genel olarak ilkel düzeyde bir İTC tartışması baş gösterse Abdülhamid’e karşı, Batı eğilimli ve dinsiz bir güruh anlaşılmaktadır. Hâlbuki meselenin iç yüzüne girildiğinde daha ilk bölümde bu tez çürütülmekte ve bilinenin yanlışlığı ortaya konulmaktadır. Bu noktada bir diğer itiraz, bu ayrımın çok keskin olarak yapılıp yapılmayacağına ilişkindir. Buna ilişkin ise elbette etkilenilen noktalar olmuş olması elzem olmakla birlikte, hatta üyeler bazında geçişler olsa dahi her iki vakıanın ortaya çıkışında temel farklılıklar göze çarpmaktadır ve yazar bu noktaları pür dikkat ele almış ve açıklamıştır. Bu ayrımın geçişliliği yahut kopukluğu düzeyi tartışılabilir olmakla birlikte kanaatimce farklılıkların daha ağır bastığı ve bir devam unsurundan ziyade yeni bir oluşumun varlığından söz edilmesi daha muteber ve mümkün görünmektedir.

İkinci kısımda İttihatçılığın dayandığı cemiyet 1906’da Selanik ve Manastır merkezli bir cemiyet olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti olduğu ve İttihatçılığın temel dayanağının Makedonya eksenli olduğu vurgulanmaktadır. İttihatçılığa ilişkin bir sınıflandırmaya gidilmekte ve Jön Türklükten sonra ikinci bir alt konumlandırma yapılmaktadır. İttihatçılık yer yönünden Makedonya ile ilişkilendirilmekte ve hareketin temelinde Makedonya ve diğer Balkan topraklarının elden çıkma korkusu olduğu vurgulanmaktadır. İttihatçılık düşünce temelinden ziyade hareket temelinde bina edilmiştir. Bu düşüncelere ilişkin daha geniş bilgi edinmek isteyenlere yazarın diğer kitabı, 2. Meşrutiyetin İlanında Halk Unsuru kitabına bakabilirler. Bu subayların bu toprakları kaybetme korkusu çok geçmeden gerçeğe dönüşecek ve ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu Balkanlardan koparılacak, kayıplar sadece bir toprak ile kalmayacak, toplumsal hafızada onulmaz yaralar açan günler başlayacaktır. İşte İttihatçıların bu korkusunun nedeni de böylece ortaya çıkacaktır.

Üçüncü kısımda ise komitacılığın İttihatçı kadrolar ile ilişkisi irdelenmeye alınmıştır. Aslında İTC demek bir bakıma komitacılık demek desek yanlış bir düşünce serd etmiş olmayız. Komitacılığın çıkış sebebi de yine üst paragrafta ifade edildiği şekliyle Balkanlar’a ve bu topraklara merbuttur. Mektepten mezun olan ve daha gencecik yaşlarında rahat etmek yerine vatan toprağında komitacı avlamaya çıkan insanlar oluşturmuştur İttihatçılığı. Bulgar, Sırp ve diğer milletlerden müteşekkil oluşturulan komitacılar Balkanlarda yer alan Müslüman ahaliyi kesmekte ve doğramakta ve bu da yetmezmiş gibi hala elleri ceplerinde dışarıda gezmektedir. Bunun üzerine artık daha fazla dayanamayan subaylar da kendilerini ve Müslüman halkın canını savunmak adına çareyi kendisine uygulanan muameleye bizzat karşılık vermek yolunda bulmuşlardır. Şayan-ı dikkat bir meseledir ki, bu insanlar günlük normal mesailerine devam etmekte, vazifelerini ifa etmekte, daha sonrasında ise çeteleri takipler ve can ve malların emniyete alınması ile uğraşmaktadır. Gerekirse geceler gündüzlere karışmakta fakat pes etmek asla söz konusu olmamaktadır. İttihatçılığın temelinde aslında biraz da fedakarlık vardır. Bu komitacılığın en önemli noktalarından birisi ise daha sonrasında vatanın çeşitli yerlerinin tehlikeye girmesi neticesinde devletin elinin uzanamadığı noktalarda ortaya çıkacaktır ve vatan toprağının savunulması komitacılıktan elde edilen tecrübelerle mümkün olacaktır. Yazar da bunu: "Komitacılık bilahare Trablusgarb’da işgalcilere karşı mukavemet ve Edirne ve Batı Trakya’da da görüldüğü üzere kaybedilen toprakların geri alınması şeklini almıştır’’ diye ifade edecektir.

Dördüncü bölüm Meşrutiyet ve İttihatçılığın merbutiyetine dairdir. Yazar burada Kanun-ı Esasi'nin İlanı ve Meşrutiyetin İttihatçıların için önemini yine Balkanlara dayandırarak temellendirmektedir. Meşrutiyeti ilan ettiren İttihatçıların gayesi anayasal özgürlüklerden ziyade Balkan topraklarını elinde tutmanın derdidir. Onlara göre Kanun-i Esasi ilan edilince düvel-i muazzama bu topraklardan elini eteğini çekecek ve Osmanlı idaresi hilafına gerçekleşen vakalar son bulacaktır. Fakat ne yazık ki gelişen olaylar durumun böyle olmadığını ve aslında tam tersine bir etkinin varlığından söz edilmesinin mümkün olduğu görülmektedir. Ne yazık ki Kanun-i Esasi ilanı ile bir rahatlama değil daha derin açmazlar getirecek ve bu açmazlar bu toprakların kaybı ile neticelenecektir.

İTC dendiğinde hemen akla gelen bir diğer mesele ise 31 Mart Vak’ası’dır. Kitabın beşinci bölümü de bu başlığa ayrılmıştır. Öncelikle 31 Mart Vak’ası’nda Abdülhamid’in parmağı iddiası yazar tarafından yalanlanmıştır. Abdülhamid’in vak’a ile ilgisinin bulunmadığına ilişkin Talat Paşa’nın da tanıklığına başvurulmuştur. Daha sonrasında İTC ile 31 Mart Vak’ası arasında bağın olup olmadığına dair incelemeye yer verilmiştir. İTC’ye ilişkin de bu vakanın ilişkisinin olmadığı kanaati ifade edildikten sonra, bu vakayı tahlil eden isimlerden Sina Akşin’in kitabına işaret edilmiş ve bu kitabın yorumlarının "en iyi tahlil ve izah eden eser" olarak tavsif edilmiştir. Buna göre 31 Mart Vak’ası’nın temelinde ne İTC ne de Abdülhamid bulunmaktadır. Temelde İngiltere yanlısı Prens Sabahaddin ve Ahrar Fırkası'na mensub olanlarla İTC’den umduğunu bulamayanların vardır ve bunların tezgahladığı bir isyandır denilmiştir. Ordu ile İTC’nin ilişkisi her daim eleştirilir olmuştur ve buna ilişkin 31 Mart Vak’ası sonrası İTC bir kendini gözden geçirme ve yeniden konumlandırmaya başvurmuştur. Fakat burada gerek İTC’nin gerek devletin diğer memurlarının uyuması da gözardı edilmemesi gereken bir nokta olarak hatırlatılmıştır.

Altıncı bölümde İttihatçılığın bir koalisyon oluşu ve görüşler kapsamında bir envai çeşitliliğin varlığından bahsedilmiştir. Ana merkez olarak "önceleri devleti, Balkan Harbi’nden sonra da Anadolu’yu ve milleti kurtarmak düşüncesi" öne çıkmıştır. Yazar burada İttihatçılığa bir tanım getirmiştir: "İttihatçılık bir anlamda 'önceleri devleti, Balkan Harbi’nden sonra da Anadolu’yu ve milleti kurtarmak' düşüncesi etrafında kümelenen dertli insanlar yığınının eylemliliği ya da çaresizliği şeklinde de tarif edilebilir." İTC’yi nev-i şahsına münhasır yapan meselelerden birisi de aslında tam bu noktadır. Cemiyete katılımın ortak noktası vatan bellenilen yerlerin kurtarılmasıdır ve işin teferruat kısmında bu kurtulmanın nasıl olacağına ilişkin olarak mutfak da diyebileceğimiz düşünce kısmı çeşitli yollardan müteşekkildir. Buna ilişkin Muhittin Birgen’in hatıratından yapılan alıntının son kısmı nazar-ı dikkattir: "Tanzimat devrinden beri vatanperverliğin yalnız edebiyatını biliyorduk. İttihat ve Terakki devrinde bu edebiyatın tatbikatını, mücadelesini gördük.". Bu çeşitliliğin olması aslında güzel bir oluşuma işarettir ki insanlar birbirine tahammül edebilmekte ve kırıp dökmeden bir cemiyet içinde dahi görüş serd edebilmekte hatta uygulamalarını buna göre şekillendirebilmektedir. Buna ilişkin olarak yazar çeşitli örnekleri bu bölümde ilgililerin istifadesine sunmuştur.

Sonraki bölümde İTC’nin devlet içinde devlet olmaklığına dair iddialar değerlendirilmektedir. Burada İTC’nin meşrutiyet sonrasında rastlanan kimi hadiselerin muahezeden uzak olmamaklığı vurgulanmıştır. İttihatçıların davranışında aşırıya kaçtığı iddiası bütün kaynakların da müşterek görüşü olduğu ifade olunmuştur. Bunda komitacılık, İTC’nin çıkışı gibi etkilerin gözardı edilemeyeceği bir gerçek olarak vurgulanmıştır.

Sekizinci kısım İTC’ye ilişkin konuşulan her ortamda, muhalif olanların sarıldığı bir can simidi olan masonluğa ilişkindir. Masonluk denilince tüyler diken diken olmakta yanına birde İTC gelince aleyhe konuşanın konuştukça konuşası gelmektedir. Fakat bu bölümde yazar bu masonluk meselesini öyle güzel ele almıştır ki aslında var olan ile bir takım hayalleri süsleyen varlığına inanılan arasında yer alan uçurum açığa çıkmaktadır. İttihatçıların mason olması, localara kayıtlı bulunması, bu fikirlere iştirak ettiklerinden ileri gelmekten ziyade mason localarını gizliliğe ve hafiyelere karşı daha rahat hareket etmeye matuf bulunmasındandır. Kitapta yer alan şu paragraf meseleyi daha iyi açıklamaktadır: "Milli menfaatler mevzubahis olduğunda büyük devlet masonları hiçbir savaşı engelleyememişlerdir. Talat Paşa ve yakın arkadaşları için Masonluk 'araçsallaştırılan', 'araçsallığı' sebebiyle dikkate alınan, ihtiyaç hissedildiğinde kendisinden istifade edilecek, tehlikeli olduğunda ya da faydadan ziyade zarar verdiğinde de terk edilecek, hatta yasaklanacak bir telakki-müessese idi."

Dokuzuncu kısım da can alıcı bir soru başlık olarak seçilmiştir: "İttihatçılar Alman ve İngiliz Yanlısı Mıydı?". Almanlar ve İTC mevzu bir çok kere ele alınmış bir Alman hayranlığı safsatası başını almış gitmiş ve buradan da İTC’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıma götüren ekip olduğu çıkarımı yapılmıştır. Halbuki işler gerçekte hiç böyle cereyan etmemiş bir mecburiyete binaen ve diğer devletlerin redd-i cevabları neticesi ittifak anlaşması imzalanmıştır. Burada tutup bir hayranlık çıkarmak ve sırf bu hayranlığa müteakip bir savaşa girmek akla hayale gelmeyecek tasavvurlar inşa etmek abesle iştigaldir. İTC İmparatorluk için ortalama her devlet yöneticisi gibi diğer devletlerle görüşme yapmış ve netice almaya çalışmıştır. Fakat değişen ve yeniden bir dizayna doğru yönelen düvel-i muazzama ve diğer devletler artık Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünden vazgeçmiş ve paylaşmaya ilişkin görüşmelere başlamıştır. Yaşanan olaylar neticesinde yöneticiler de devletlerle görüşmeler gerçekleştirmiş ve bu görüşmelere binaen tarafgirliğini açıklamıştır, bir tercihten ziyade varoluş için bir kaygının şekillendirmesinden söz etmek daha doğru olur kanaatindeyim.

Diğer bölümde ise İttihatçılığın coğrafyasına dikkat çekiliyor ve Balkan hezimetine değinilerek alınan derslerin Anadolu’da yeniden varolmanın başat unsur olduğu ifade ediliyor. Bölümün hemen başında güzel bir cümle yer almaktadır: "İttihatçılar niyetleri temiz, sarıldıkları çözüm yolları yanlış insanlardı.". Yazının başlarında ifade ettiğimiz üzere İTC’nin en önemli özelliği, hatta ona rengini veren kavram Balkanlar’dır. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardan çekilmesi, hem de bu çekilmenin çok acı bir şekilde vuku bulması İTC üzerinde de inanılmaz etkiler gösterdi. Balkan toprakları İstanbul’dan önce vatan bellenmiş, verimli (hem insan hem toprak yönüyle), ticaret kapasitesine sahip yerlerdi. Bu toprakların kaybı ile gerek İTC gerekse toplumsal hafızalarda onulmaz yaralar oluştu ve İTC Balkan hezimetinden alınan dersler neticesinde Anadolu’nun son istinadgah olduğu gerçeğini acı da olsa öğrenmiş oldu. Balkanların elden çıkış mevzu sayfalar dolusu anlatılsa yeridir fakat bizim yerimiz buna müsait değildir, lakin ilgililerin bu konuya ilişkin ufak bir araştırma yapması ricamız olunur. Şu kadarını söyleyeyim ki biz o topraklardan hoş bir tabir olmasa dahi spatula ile kazınır gibi kazındık böyle çıkartıldık ve bu çıkartılmaya eşlik edilen konuşmadığımız konuşamadığımız nice müteessir edici hadisi meydana geldi. İşte bu vahşeti gören İTC mensupları artık gözlerini dört açmanın gerekliliğini bir kere daha can-ı gönülden kavradılar ve bu noktadan itibaren artık Anadolu’yu dört elle sarılarak yurt bellemişlerdir. Acı hataların ve hatıraların bedeli Türkiye Cumhuriyetinin temelini oluşturmuştur.

Yine İTC denilince akla gelen meselelerden birisi de darbedir ve İTC ile başlatılır darbe geleneği. Buna da ilk örnek olarak 31 Mart Vak’ası verilir ve fakat bu ne yazık ki yanlış bir örneklendirme teşkil eder. Eğer illa bir rabıta kurulmak icab ederse bu rabıtanın 31 Mart’tan ziyade 23 Ocak 1913 Babıali Baskınıdır, ki bu bile bir darbe geleneğinin ne başlatıcısı ne de darbe olarak nitelenebilir şahsımca. Öncelikle bir Halaskar Zabitan grubunun varlığı bilinmelidir ve bu grubun İTC’yi iktidardan alaşağı etmesi söz konusudur. İTC mecliste çoğunluğu teşkil etmekte ve fakat iktidar olarak bulunamamaktadır. Çelişik bir durum gibi gözükse de vaka tam olarak böyledir. Daha sonrasında Halaskar Zabitan grubu meclisi fesh etmiş ve aleni İTC düşmanlığıyla, tehdit mektuplarıyla kendi idaresinin tesisine uğraşmıştır. Bu yaşananlardan sonra Balkan Harbi’nin patlak vermesi ve daha sonrasında Edirne’nin düşman eline geçeceğine ilişkin alınan duyum neticesinde İTC Babıâli’yi basmış ve yönetimi tekrar geri almıştır. Bu noktada tekrar kitabın içinden bir pasaj aktarması yapmak istiyorum: "Meşrutiyet dönemi darbe ve müdahaleleri esasen dış güçlerin değil, dışsal faktörlerin belirleyici olduğu hareketlerdir. Babıâli Baskını, adı üstünde bir baskındır, hükümet darbesidir; ancak zannedildiği gibi bir askeri darbe değildir. Ülkemizde yaygın ve yanlış kanaate göre İttihat ve Terakki’nin karıştığı her darbe ya da darbe benzeri hareket ‘’askeri darbe’’dir; oysa bu görüş ve kanaat doğru değildir. Askeri darbe yerine onun mefhum-ı muhalifi sivil darbe tabirinin kullanılması da anlamlı değildir. İTC darbeleri sui generis (nev’i şahsına münhasır) bir niteliği haizdir ve ‘’Cemiyet darbesi’’ tabiri daha açıklayıcıdır.". Bu bölüm içinde İTC ve Teşkilatı Mahsusa da ele alınmıştır ve Balkan Savaşlarından getirilen komitacılık etkilerini burada da göstermiştir.

Kitabın on ikinci bölümünde Birinci Dünya Savaşı ve İttihatçılık ele alınmıştır. Malumdur ki bu iki kavram yan yana gelince hemen başlar yaygaralar savaşa ilişkin. Misal kabilinden sayarsak eğer, girmeseydik ne olurdu, nasıl olurdu, neden Almanlar gibi sorular ampül gibi yanar. Burada bu sorular duradursun gerçekte olanlar ise iç acıtıcıdır. Devletin ekonomik anlamda maliyesi çökmüş, askeri anlamda dünkü çocuk denilebilecek olan Balkan Devletlerine nice kayıplar verilmiş, toplumsal anlamda yıllardır savaşılmakta ve daha nice gerçek bir bir yüze çarpmaktadır. Bunların yanına tuz biber kapsamında bir de devlet-i muazzama denilen çetelerin İmparatorluğu paylaşma planları eklenince aslında bu soruların ne kadar basit, saf ve gereksiz olduğu ortaya ayan beyan çıkıyor. İşte savaşa böyle bir ortamda ve bu şartlar dahlinde girildi. Bu gerçekleri görmeksizin yapılan ithamlar, asılsız iddialar problem çözmek yerine ne yazık ki daha çok probleme gebeliği işaret etmektedir. İşte kitabın ilgili bölümü de tam olarak bu varolan gerçekleri göz önüne sererek, bir tercih de bulunmanın gerekliliğini hatta kaçınılmaz olduğunu yoksa paylaşılmaya kadar gidecek ve kaderin kendi ellerinde çizilmesinden ziyade ellerin çizdiği kadere mahkum olmaya kadar varan bir duruma ulaşılacaktır.

İTC denildiğinde akla gelen en önemli vakalardan birisi de tehcir meselesidir. Birileri tehciri bahane suretiyle Cemiyetin sırtına habire abalıya vurur gibi vurmakta, kinini kusmakta yetmemekte elinden gelse bir kaşık suda boğmaya kadar gitmeye azmetmektedir. Oysa Ermeni Tehciri meselesi yazarın da vurguladığı üzere bir varoluş kavgasıdır. Yazar ayrıca çok önemli bir noktaya daha işaret etmektedir, o da Ermeni tehcirinden önce Ege’de yaşanmış olan tehcir hadisesidir. Bunu görmeden Ermeni meselesini ön plana çıkarmak ilmi ahlaka sığmayacak bir noktadır. Ermeni tehciri aslında Balkanlardan yaşanan elim hadiselerden alınan dersler neticesinde ve bununla birlikte yaşanan savaş ortamında harb edilenlere verilen destek sonucunda ortaya çıkmıştır. Keyfi olarak, yahut durup dururken zuhur etmemiş, bir zorunluluğa mebni olarak uygulanmıştır. Eğer bu uygulama yapılmasaydı ordular arkadan vurulmaya devam edilecek sadece bununla kalınmayacak ve aynı Balkan topraklarında vuku bulan elim hadiseler sivil katliamlar, tecavüzler coğrafya farkıyla bir kere daha tarih sahnesine çıkacaktı. İşte bir tehcir bütün bu meseleleri engelledi. Yazar bütün bu hadiseleri kaynaklarıyla ve Balkanlar ile bağlantılarını kurarak açıklıyor. Beka meselesi artık her şeyden öncedir ve bu topraklar tekrar aynı anılar ile yaşayamaz. Ondördüncü bölümde İTC’nin ekonomik faaliyetleri ele alınıyor ve İTC’nin o zamanlardan itibaren yerli ve milli olandan tarafa olduğu ve bunun için çaba gösterdiği aktarılıyor. Osmanlı İmparatorluğu’na bakıldığında ticaretin Ermeni, Rum ellerinde olduğu malumdur. Buna ilişkin Fatih Kerimi’nin İstanbul Mektupları eserinde bu durum duygu yüklü bir şekilde anlatılmaktadır. İşte böyle bir ortamda sadece askeri gelişmeler ile değil, aynı zamanda kurtarılacak İmparatorluk yahut kurulacak olan devlette yönetimin Müslüman ahali elinde olması istenmiştir. Bunun için kitap içinden bir kısım aktarmak istiyorum: "Kara Kemal sayesinde Konya ve İç Anadolu üzerinden aslında Anadolu insanının ülke iktisadiyatında geçmiş asırların aksine müessir bir vaziyete geldiğini, bunun zaman içinde muhafazakar-dindar kimliğiyle siyasi-içtimai bir takım tezahürleri olduğunu pek kimse ifade etmemiştir.". Ne yazık ki durum bundan ibarettir. Yapılan çalışmalar ve verilen emekler insafsızca eleştirilere hatta haksız ithamlara yerini bırakmıştır.

On beşinci bölümde Mustafa Kemal, İttihatçılık ve Kemalizm ilişkisi ele alınmıştır. Mustafa Kemal’İn ittihatçılığına ilişkin olarak yazar: "...müsellemse de mahiyeti ve derecesi meşkûktür" demektedir. Fakat bunun yanında bir takım yazarların da ifade ettiği İTC’nin Mustafa Kemal tarafından kurulması iddiasının gerçeği yansıtmadığı yazar tarafından ifade edilmiştir. Bu kısmın ikinci başlığında ise Mustafa Kemal ve Komitacılık faaliyetlerinin irdelenmesi söz konusudur. Burada çeşitli isimlere düzenlenen suikast girişimlerinin açıklanması yapılmıştır. Bu isimler arasında Talat Paşa, Kazım Karabekir gibi dönemin ünlü İttihatçıları ve komitacıları bulunmaktadır.

Diğer bölümde ise Mustafa Kemal, İttihatçılık ve Milli Mücadele konusu ele alınmaktadır. Yazar burada bir iddia ortaya atmaktadır ve bu iddia genelin aksinedir, aktarmak gerekirse; "Birinci Dünya Harbi’nin neticeleri aradan tam bir asır geçmesine rağmen henüz yeteri kadar incelenememiştir. Zannedildiğinin aksine bu savaşla birlikte Osmanlı İmparatorluğu dağılmamış, uçsuz-bucaksız topraklar kaybedilmemiştir. Bilakis bu savaşla, savaşa girilmediği takdirde kaybı mukadder ve muhakkak mühim toprak parçaları kurtarılmıştır.". Bu ortaya atılan sav, daha sonraki sayfalarda yazar tarafından izah edilmiş ve temellendirilmiştir. Devletin elinde var olan toprakların fiili hâkimiyeti ile hükmen idare etme arasındaki farkın ayırdında olmak gerekir denilerek yazar önemli bir noktaya parmak basmıştır. Bunun yanında Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin temelleri de İTC tarafından atılmıştır. Yazar bu bölüme damga vuran ve kitabın da hatırı sayılır olan cümlelerinden birisini şöyle ifade etmiştir: "Bugün artık kabul edilen gerçek şudur ki, Milli Mücadele, İttihatçı kadroların eseri ve başarısıdır."

Kitabın son iki kısmı da Mustafa Kemal İttihatçılar üzerine şekillenmiştir. Burada Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlayacak ve İttihatçılar tarafından temellendirilmiş olan mücadeleye liderliği söz konusu edilmiştir. Bu liderlikle beraber daha sonrasında İttihatçıların tasfiyesine ilişkin olarak izlenen yollar ve anılardan aktarımlar yapılmıştır. Bunun yanında son kısımda Kemalizm’in İttihatçılığın devamı olup olmadığına dair soruya cevap aranmıştır. İttihatçılığın kadro ve anlayış yönünden değil lider açısından da çoğulcu yapısına karşılık, Cumhuriyetin tepe kadrosunda bir tek İsmet İnönü’nün bağımsızlığını koruduğu ifade edilmiştir. İTC’de CHP’nin selefi değildir. Her iki partinin kendi nev’i şahsına münhasırlıkları bulunmaktadır ve temel ideolojileri de farklılık arz etmektedir. Yazar bu ayrımı da çeşitli hatıratlar temelinde temellendirmiştir.

Bu kısımların nihayetinde kitapta bir sonuç kısmı yer almakta ve genel bir özet mahiyetinde derleme yapılmaktadır.

Kitabın sonunda yer alan kaynakça ise aslında ortaya çıkan emek mahsulünün işaretidir zannımca. Çetrefilli ve bir o kadar da emek isteyen bir konuda yazılan bu eser, kafa karışıklıklarını gidermede ve kafaya takılan soru işaretlerine cevap vermektedir. Bunun yanında en önemlisi kitap bir tarafgirlik gözetmeden, yeri geldiğinde eleştirilerle ve yeri geldiğinde tarihi gerçekleri kaynaklarıyla gözünü kırpmadan ifade etmektedir. Bu noktada ilgililerin ve dahi ilgisizlerin bilgisine sunulur, okuyalım efendim. Emeğe sahip çıkalım ve yeni çıkacak emekler için de bir gayret ışığı olalım!

Son sözü Muhittin Birgen’in şahitliğinde Ziya Gökalp’e bırakalım: "İttihat ve Terakki Türk Milleti'nin ruhundan doğmuş bir mefkure hamlesidir!"

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder