SAYFALAR

28 Kasım 2018 Çarşamba

Ürkmeye ve kendinden uzaklaşmaya davet

"Ah, umut olmasa 
insan en küçük şeylere dahi cesaret edebilir mi? 
Şu açık çayı içebilir mi mesela?"

Düş Düşe Uğultular, geçtiğimiz günlerde İz Yayıncılık'tan çıkan bir ilk kitap. Eserin yazarı İbrahim Aslaner'i Dergah, Aşkar, Tahrir başta olmak üzere çeşitli dergilerde yayımladığı öykülerden tanıyoruz.

Eser, 'Düş Düşe' ve 'Uğultular' olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Reis lakabıyla anılan Fikret Temizsöz kurgunun merkezinde yer alırken 'Uğultular' bölümünde Fikret Temizsöz'ün oğlu üzerinden kurgu devam ettirilip eser sona erdiriliyor.

Fikret, üçüncü romanını yazmaktadır, şehirde arkadaşlarıyla bir edebiyat dergisi çıkarır. Ve aynı zamanda bu derginin öykü editörlüğünü de üstlenir. Bir gün Fikret'in mail kutusuna bir öykünün düşmesiyle birlikte, okurun ilgisi kurguda yoğunlaşmaya başlar. Fikret öykü üzerinde değişiklik tavsiye ederek öykünün yazarı Şeyda'ya dönüş yapar.

Yer yer felsefi-düşünsel sorgulamalarla karşılaşıyoruz. Mesela Fikret'e "Duygular yalnızca şiirle anlatılmaz, hem anlatılan her şey basitlik kuyusuna düşmüştür artık." dedirten yazar, salt estetik kaygılarla bu eseri ortaya koymadığını göstermiş oluyor aslında.

İyi bir roman okuru, roman kişisinin melankolik-karamsar tavrı ve bu tavrın post-modern roman anlayışı içindeki yerini kolaylıkla fark edecektir. Fikret, Şeyda'ya olan saplantılı aşkı nedeniyle bohem bir hayata sürüklenir. Bu açıdan bakıldığında, Fikret'in, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay gibi yazarların karakterleriyle bir ruh kardeşliği içinde olduğunu söyleyebiliriz.

"Kimseler görmüyordu. Görmesin. Kimseler duymuyordu bu kıpırtıyı. Duymasın. Kimseler üzülmüyordu bu kimsesiz adama. Üzülmesin. Tek gerçek vardı. Gün akşama devriliyor, yağmur devam ediyor ve ben doya doya ıslanıyordum." (sf. 47)

Yalnızca kurguda değil dilin kullanımında da Oğuz Atay romanlarını anıştıran kadim tamlama ve kavramlara eser içinde yer veriliyor.

"Uzun etme İÇ SES dediğin az konuşur. Seni tenzil-i rütbe eyledim." (sf. 53)

Aslaner mizah unsurunu fırsat buldukça kullanarak bir bakıma okurun diri kalmasını sağlamış. İç sesin Fikret'le olan diyalogları üzerinden okuru tebessüm ettirmiştir.

Kurgunun merkezinde bir editörün, roman yazarının olması ve onun üzerinden yazma eylemini sorgulaması oldukça dikkat çekici ve çarpıcıdır.

"Biz yazarların elinden en fazla bu geliyor belki de. Bir çiçek ve yazmak. Yazmak, aklına ne gelirse yazmak ve karşıdakinin inanmasını beklemek. Dünyanın en omurgasız, cesaretsiz eylemi belki de budur. Yazmak ve medet ummak şu kahrolası harflerden." (sf. 93)

Eserin ikinci bölümü olan Uğultular'da ise olayların seyri bir başka karakterin penceresinden devam ediyor. Bu bölümde kendisinden uzun zamandır haber alınamayan baba Fikret'in, oğul Tolgay tarafından izinin sürülmesi anlatılıyor. Tolgay, Fikret ve Şeyda'nın mail aracılığıyla kurduğu ve kitaplar üzerinden sürdürdüğü ilişkiyi bilgisayardaki Word dosyası sayesinde öğrenir ve yıllardır görmediği babasını bulmak için doğduğu şehir olan Amasya'ya doğru yola koyulur. Kayıp baba Fikret, adeta gizemli bir süje haline geliyor eserin bu bölümünde.

141. sayfaya kadar bazı okurlar kuru bireyciliğin eseri esir aldığı yanılgısına düşebilir. Fakat yanıldığını bu sayfadan sonra fark edecektir.

Eser kişisi olan Fikret'ten, onun siyasi tavrına ilişkin kısa bir tarife de yer verilerek bahsedilir çünkü.

"Babama reis, diyor; teşkilattan arkadaşı büyük ihtimalle. Annemin hiç de hayırla yad etmediği şu milliyetçilerin teşkilatı işte." (sf. 141)

"Film konuşur, kitap, dergi ve gazete konuşur, bazı oyunlara gidip oyunlar anlatırdı bana ve masadaki birkaç yakın ahbabına. Şehir ona küsmüştü bir bakıma, reis davaya ihanet etmişti. Ona sorduğumuzda ortada bir davanın olmadığını söyleyip gülümserdi." (sf. 146)

Tolgay'ın, babasının izine ulaşmaya başlamasıyla aslında eser yepyeni bir çehre kazanıyor. Okurun zihnindeki soru işaretleri teker teker gideriliyor, kurgunun gizemini yazar bile isteye çözmeye başlıyor.

"... bir insanın, bir geçmişin bütün çıplaklığıyla bir diğer insana sunulması ürkütücüydü, ürkütücü ve bir o kadar da kendinden uzaklaştıran bir şeydi bu." diyor yazar ve hiç beklemediğimiz bir sonla eseri sonlandırıyor.

Nasıl bir sonla mı? Bilmem.

'Ürkmeye ve bir o kadar da kendinden uzaklaşmaya' davet ediyor yazar bizi. Kendinden uzaklaşmaya ve dolayısıyla kendine gelmeye var mısın?

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder