SAYFALAR

16 Kasım 2018 Cuma

İki farklı mezara konuk olmak

İnsanoğlunun kadim meselelerinden biridir ölüm. Varılmak istenmeyen korkutucu bir ‘sondur’. İnsan akılcı ve realist de olsa hayalperest ve romantik de olsa aynıdır; yaşamak ister, hayatı ‘ölesiye’ severken ölümden irkilir, korkar, kaçar.

Arkaik dönemlerden beri ölüme çare aramıştır insan. Pagan ve mitolojik dönemlerde sihir ve efsanelere yüklenen görev modern dönemde bilime irca edilmiştir. Asırlar boyu iksir hazırlayan, büyü yapan, ab-ı hayat arayan, ölümsüzlük otu peşinden koşan insan hastalıkları ortadan kaldırmaya, insan ömrünü uzatmaya ve nihayet ölümsüzlüğü ‘icat’ etmeye bel bağlamıştır. Bu macerada ölümden korkan ve kaçan insanın bulduğu en özgün ve başarılı çözümün sanat olduğu aşikâr. Sanat, insandaki ölümsüzlük duygusunun/arzusunun yansıması/dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu ‘masum’ dürtü, ölümü gerçek olarak kanıksayan ‘kısıtlı’ insanın bir iz bırakarak yaşamaya devam etme çabasını doğurmuştur. Realiteye baktığımızda insanın bu açıdan oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Sanatın diğer dalları gibi edebiyat da o iz bırakma yöntemlerinden biridir. Edebi sahada ölüm üzerine çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır şüphesiz. Fakat Alighieri Dante’nin (1265-1321) İlahi Komedya’sı gibi bazı eserler vardır ki, alışılmışın dışında bir bakış sergiler. İnsanlık için ölümün kendisi kadar sonrası da büyük bir merak konusu olmuştur ve fakat asıl risk mevzuya yaşayanlar açısından değil de ölen tarafından bakmaktır. Dante’nin yaptığı da budur. Ahirete yolculuğun anlatıldığı Cehennem, Araf ve Cennet isimli bölümlerden oluşan İlahi Komedya’da ‘öteki dünya’dan sahneler vardır. İlahi Komedya aykırı, fantastik, ezoterik bir eserdir. Fakat bu sıradışılığa rağmen anlatılanlar ‘gerçeklik’ içeren inanç(lar) üzerine inşa edilmiştir. Kanonik metinlerden yapılan alıntılar apokrif metinlerle desteklenmiş ve geriye kalan boşluklar hayal gücüyle tamamlanmıştır. Öteki dünya hakkında yazdıklarını sadece Hıristiyanlık ile sınırlamayan Dante, Yahudilik ve İslam’a da göndermelerde bulunur. Diğer yandan İlahi Komedya salt edebi bir metin değildir. Kutsalın ve lanetin, ödül ve cezanın harmanlandığı eleştirel bir eserdir.

Ölünce her şey biter mi veya sonrasında ölen açısından neler olabilir? Eldeki veriler bu soruları yeterince aydınlatmıyor fakat insan yine bilmediğinin peşine düşmekten geri durmuyor. Ölüm gizemli bir konu ve insan yaşamı sevdiği kadar gizeme de meyilli. İçerik olarak İlahi Komedya gibi fantastik ve ezoterik olmasa da hayata ölen kişinin gözüyle bakan Mezarımdan Yazıyorum ve Ölü Bir Yazarın Anlattıkları adlı iki eser ilk bakışta benzerlik gösteriyor. Açıkçası her iki kitabı eşzamanlı okuma sebebim buradaki benzerlikti. Birçok açıdan farklılık taşıyan iki yazarın konuya nasıl baktığını görmek iyi bir okuma deneyimi olacaktır diye düşünmüştüm. Fakat sonunda birbiriyle hiç benzemeyen iki metinle karşılaştım.

Jaguar Kitap tarafından neşredilen Mezarımdan Yazıyorum’u Brezilyalı yazar Machado de Assis (1839-1908) kaleme almış. İki yüz yetmiş sayfalık eserin çevirisi Ertuğ Altınay’a ait. Eserde ölen kişinin ağzından otobiyografik bir kurgu oluşturulmuş diyebiliriz. Bir anlamla kendisiyle yüzleşen ve geçmiş muhasebesi yapan başkarakterin ölmeden önce yaşadıkları çocukluğundan başlayarak anlatılıyor. Roman mutlu sonlanmamış bir aşk hikâyesi etrafında şekilleniyor. Brezilya’da geçen hikâye zaman olarak on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına tekabül ediyor. Bu açıdan metin klasisizm ve romantizm özelliklerini taşıyor. Olay hikâyeciliği yöntemiyle ele alınan eserde dönemin toplumsal anlayışlarını görmek mümkün. Varlıklı, üst sınıftan, eğitimli biri olan başkarakter ve çevresindeki insanlar üzerinden sosyolojik tahlil yapılabilir. Özellikle faal olarak devam köle ticareti, burjuvanın sınıfsal üstünlüğü, çıkar odaklı politik ilişkiler ve toplumsal cinsiyetçi yaklaşıma dair çok fazla detay bulunuyor. Her ne kadar ölmüş biri anlatsa da dünyaya dönük bir metin olduğundan kurgusu göze batmıyor.

İz Yayınları etiketi taşıyan yüz altmış sayfalık Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nın yazarı Ömer Faruk Dönmez. Eserde ölen bir yazarın hayata dair değerlendirmeleri bulunuyor. İslam dini özelinde yapılan bu değerlendirmelerde (anlatıcıya göre) Müslümanların hataları dillendiriliyor. Ölen kişinin üst perdeden sert ikazlarıyla karşı karşıya kalıyor okuyucu. Baştan sona didaktik bir üslupla yazılan eserde İslam’ın geleneksel anlayışının tasavvufi yorumundan yararlanılmış. Tasavvuf hoşgörü, anlayış ve uyumun yansıması olarak kabul edilir fakat literal yorumlar kadar baskın bir yapıya sahiptir. Esasında son derece katıdır ve çizgileri serttir. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda da bunu açıkça görebiliyoruz. Romanda işlenen konulara baktığımızda yirminci yüzyılın son çeyreğiyle yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de yaşanan olaylardan esinlenildiği görülüyor. Çok tanınmayan bir yazar olan başkarakter farklı siyasi ve etnik gruplar arasındaki arbedenin olduğu bir yerde tesadüfen bulunmaktadır. Hiç bir dahli olmayan bir olayda öldürülen ‘yazar’ öteki dünyada kayıtların tutulduğu bölümde görevlendiriyor. Eserde olaydan ziyade durum hikâyeciliği söz konusu. Zira belli belirsiz aktarılan olaylar durumu betimlemeye çalışırken yararlanılan atıflardan ibaret. Kurgu olarak çok başarılı bulmadığımı söyleyebilirim. Özellikle ölen kişiye ahirette ofis işinde görevlendirilmiş hissi veren kısımlar ‘komik’ duruyor. Gülünç anlamında değil, basit anlamında komik. Farklı bir boyut olduğundan şüphe bulunmayan ahireti, dünyadaki hayatı algılama ve yaşama seviyesine indirgeyerek aktarmak basit kalmış. Başkarakterin okuyucuya yaptığı sığ espriler de cabası. Açıkça söylemek gerekirse, bir kurgu metni olmaktan çok deneme-roman arası bir yazın diyebiliriz.

‘Ben’ anlatım tekniği kullanılan her iki metinde de yazarlar ölmüş kişileri yaşıyormuşçasına konuşturuyor. Dolayısıyla hikâyeler monolog şeklinde ilerliyor. İkisinde de evvela anlatıcı kişi (başkarakter) hakkında bilgi veriliyor ve nasıl öldüğü anlatılıyor. Hemen arkasından okuyucunun aklına takıldığı düşünülen ‘ölen birinin nasıl olup da yaşayanların dünyasında kitap yazacağı ve yayınlatacağı’ meselesi açıklanmaya çalışılıyor. İki eser arasında zaten az olan benzerliğe ek olarak okurla konuşmayı da ekleyebiliriz.

Konu ölüm olunca ister istemez dini bir boyut oluşuyor. Yalnız, Mezarımdan Yazıyorum bu konuda oldukça soyutlanmış diyebiliriz. Ölmüş birinin yazmış olması dışında tamamen yaşanılan dünyaya odaklanılmış. Nadiren dinsel motif bulunuyor. Onlar da çok etkili değil. Roman aile ilişkileri, aşk, politika, ekonomik durum gibi konular etrafında oluşturulmuş. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda ise konu ölüm sonrasıyla bağdaştırılmaya çalışılmış. Bilinmeyenle arasındaki perde kalkan başkarakter ‘hakikati’ bilen bir üslupla yaşayanlara (okura) üstü örtülü ‘ayar çekiyor’. Buradaki bilinmeyen kelimenin tam anlamıyla ‘gayb’dır. Ölüm ve sonrası konusundaki İslami literatürün genel çerçevesini vahiy çizmiştir diyebiliriz belki ama ne yazık ki içeriği ve Müslüman zihnindeki anlamsal karşılığı açısından aynı rahatlıkta konuşamayız. Dini literatürün vahiy dışındaki bilgi kaynaklarının konuyu mecrasından çıkardığını söylemek mümkün. Özellikle ölüm sonrasıyla ilgili malumatın büyük oranda İsrailiyyat’ın tesiri altında geliştiği su götürmez bir gerçek. Ölüm sonrası gayb ile ilgili meselelerden biridir ve İslam’ın gayb hakkındaki tutumu son derece nettir. Buna rağmen süreç içerisinde muazzam bir literatür oluşmuştur. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları bu açıdan oldukça zengin bir metin. Rivayetlerin yanında bol bol kaynak verilmeyen ‘hadis’ kullanılmış. Bununla yetinmeyen yazar, rivayet ve hadisleri destekleyecek şekilde tevil edilen ayetlere yer vermiş. Başkarakter üzerinden İslami hassasiyet kasan yazarın gaybi bir konuda bu denli ‘pervasız’ hareket etmesi oldukça şaşırtıcı. Ara ara dinin gereklerini yerine getirmeyerek ölen kişilere ahirette nasıl davranıldığını ima ederek adeta aba altından sopa gösteriyor yazar. Başkarakterin paradoksal tutumu eser boyunca devam ediyor.

Mezarımdan Yazıyorum edebi açıdan oldukça doyurucu bir metin. Yazarın nitelikli dilinin yanında alıntı ve atıflarla zenginleştirilmiş bir romanla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda sanatsal bir kaygı taşıdığı görülüyor. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda başkarakter mevcut sanat anlayışının Batı tarafından oluşturulduğunu ve İslami olmadığını belirtiyor. Bu ön kabulü reddettiğini ve dolayısıyla yazdığı metinde ‘sanatsal’ bir kaygı taşımadığını söylüyor. Eğer yapılacaksa sanatın sadece didaktik olabileceğini iddia ederek dini deliller getirmeye çalışıyor. Edebiyata özel bir alan açarak dil, yöntem ve üslubun Kur’an temelli oluşturulabileceğini peygamber kıssalarından ve ayetlerden örneklerle açıklamaya çalışıyor. Yazarın çabasının önemli olduğunu ve fakat metnin aşırı reaksiyoner özelliğinin amacı gölgelediğini düşünüyorum. Toptancı yaklaşımlar her ne kadar kısmi rahatlamalar oluştursa da gerçekçi ve esaslı çözümler sunmaktan beridir. Başkaraktere göre Batı’nın her şeyi kötüdür ve atılması gerekir. Çözüm, klasik İslami anlayışın dokunulmamış hâliyle koşulsuz kabulüdür. Bunun için de reformistlere azami dikkat edilmeli ve her şeyin ölçütü olan ‘büyüklerin sözünden’ çıkılmamalıdır. Tarikat ve tasavvuf metinlerinde yer alan ve gizli bir konsey gibi çalışan ‘büyükler’ tabirinin belirsizliği bir yana bu kişilerin kimler tarafından seçildiği, belirlendiği ya da atandığı ayrı bir muamma. Hakikat tekelindeymiş gibi hareket eden bu tavır lokal bir düşünceyi genele dayattığından kapsayıcılık açısından yetersiz kalıyor ve ideal çözümü sunamıyor.

Her iki eseri farklı kılan sadece yazılış amaçları değil şüphesiz. Coğrafya, zaman, din ve kültür farklılığı yaşamı da ölümü de farklı okumaya imkân tanıyor. Kurgusal olarak ‘ölen birinin yazdığı kitap’ olmak dışında ortak noktaları yok. Eşzamanlı okunduğunda aradaki fark çok daha net anlaşılıyor. Ayrıca eserlerdeki sanatsal kaygı ya da ikaz düşüncesi kendini açıkça belli ediyor. Mezarımdan Yazıyorum Batı edebiyatı içinde bir yere otururken, Batı’nın edebiyat anlayışını yeren Ölü Bir Yazarın Anlattıkları için alternatif bir sanat anlayışı öneriyor diyemeyiz. Zaten alt metin ‘ben roman değilim, kutsal bir görevi yerine getiriyorum’ diye bağırıyor. Sonuç olarak iki farklı mezara konuk olan okuyucu, eseri farklı kılan fikirdeki özgünlüğü bulamıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder