SAYFALAR

3 Temmuz 2018 Salı

Kâfur kokan ölülerin ortasında bir heykeltıraş: Cevat

"Ölüler beni ölüme yakıştıramaz
Gibi hâlâ saçlarımda tozlu bir akşam."
- İsmet Özel, Yorgun (1962)

Ölüm ve hayat. Birbirinin zıttı iki kavram. Batılıların “Ortadoğu” diye adlandırdıkları coğrafyada, yakıp yıktıkları ülkelerde maalesef ki ikisinin de bir değeri kalmadı. Buna en yakın zamanlarda adına “Arap Baharı” denilen olaylarla tanıklık ettik. Onun öncesinde ise komşumuz Irak, ölüm ve hayatın değersizleştirildiği bir konumda buldu kendini. 1967 doğumlu Sinan Antûn, Irak’ın son 35-40 yıldır yaşadığı savaşlara tanıklık ederek, ön plana kendini, arka plana ise savaşın sosyal ve psikolojik götürülerini dikkate alarak oluşturduğu, otobiyografik diyebileceğimiz romanıyla bize bu yıkımlardan, değersizleştirilen kavramlardan bir harita çiziyor. Yalnız Nar, Aylak Adam Yayınları etiketiyle yeni yılın ilk ayında yayımlandı. 192 sayfadan oluşan kitap, kısa kısa elli dört bölüm içeriyor ve bir hayatın uzunca bir sürecinin röntgenini çekiyor. Daha önce ödüller de alan kitap bize yakın dönem Irak Edebiyatı hakkında da ipuçları veriyor.

Roman, gasilhane sahibi, Şii bir aileden gelen Cevat’ın, atalarının mesleğini bırakıp heykeltıraş olmaya karar vermesi; fakat daha sonra tıpkı bir dairenin döngüsü gibi, kendini gasilhanede çalışırken bulması arasında geçiyor. Fakat babasına karşı gelerek gasilhaneden kaçan Cevat’la tekrar aynı noktaya dönen Cevat arasında psikolojik ve zihinsel birçok farklılık olduğunu da görüyoruz. Tabiî ki bu farklılığı oluşturan şeylerin başında Irak’ın geçirdiği savaşlar ve son 2003 işgali önemli yer tutuyor. Ölüm yerine hayatı yüceltmeye karar veren, dindar olmayan hatta inanmayan Cevat’ın niçin gasilhaneye döndüğünün izini Irak’ın siyasi geçmişiyle birlikte sürüyoruz. Üstelik bu süreçte, daha önce Irak-İran savaşında ağabeyi Amuri’yi kaybeden Cevat için iç sorgulamalar daha da önem kazanıyor. Bu anlarda sadece Irak’ın içinde bulunduğu siyasi veya sosyal durumlarla ilgili değil, genel anlamda halkın böyle durumlarda neler düşündüğünü de görmek mümkün. Sadece Iraklı Şii bir aileyle sınırlandırılamayacak sorgulamalar, hisler, düşünceler genel olarak Cevat’ın babası Ebu Amuri’nin sözlerinde veya davranışlarında, daha sonra da Cevat’ta kendine yer buluyor: “1990 yılının Ağustos ayında, Amuri’nin ölümünden yaklaşık iki buçuk yıl sonra Saddam Kuveyt’i işgal etti. İran’la olan doğu sınırını güvenceye almak, oradaki birlikleri Kuveyt’e sevk edebilmek için İran’ın bütün koşullarını kabul etti ve uğruna savaş başlattığı bütün taleplerini geri çekti. Babam masaya yumruğunu vurup bağırdı: ‘Ne demeye sekiz sene savaştık o zaman, ne için öldü Amuri?’

Hayatı, içinde bulunulan koşulları ve baba-oğul ilişkisini Cevat üzerinden başarılı bir şekilde yansıtan yazar, karakter tahlillerinde ve çevre tasvirlerinde de aynı başarıyı gösteriyor. Cümleleri fazla uzatmadan, duru bir şekilde konuşur gibi aktarması yazarın en büyük başarısı. Bize nasıl’dan ziyade ne’yi anlatan Antûn, gereksiz söz oyunlarına girmeden akıcı bir şekilde Cevat’ın hikâyesini oluşturmuş. Fakat olaylar kronolojik olarak değil karışık bir şekilde kitaba yansımış. Bir bölümde çocukluğundan bahsederken diğer bölümde akademi günlerini, başka bölümde içinde bulunulan zamanı görebiliyor okur. Ancak böyle olması kitabın aksamasına sebep olmamış. Açık bir anlatım ve akıcı bir dilin olması bu olumsuzluğun yaşanmasına engel olmuş diyebilirim. Cevat’ın kendi içiyle yaşadığı veya kendi dahli olmadan gerçekleşen olaylardan etkilenmesi sonucu gördüğü rüyaların da kitap için artı bir değer olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir kitap zaten rüyalar olmadan olmazdı.

Başlarda siyasi eleştiriler ve politik dokundurmaları daha az görsek de özellikle yetmişinci sayfalardan sonra bunun dozu artıyor. Rejime, savaşlara, hayata, ölüme, gasilhaneye karşı her an bir sorgulama ve çoğunlukla reddetme davranışına giren Cevat, hayata ancak yaşadığı aşklarla katlanabiliyor. Fakat en sonunda gasilhanede buluyor katlanma gücünü. Ölümün olduğu yerde. Önceleri kaçmaya çalıştığı yerde.

Kitapta, sadece Cevat’ın değil, bazı karakterler aracılığıyla halkın neler hissettiğini de görebiliyoruz. Vatansızlık kavramını başarılı bir şekilde yansıtıyor yazar. 2003 işgalini temel alarak oluşturduğu ve kitabın arasına serpiştirdiği cümlelerde, başlarda Saddam rejiminin olumsuzluklarından ve Amerika’nın bir kurtarıcı olarak görüldüğünden, Amerika’dan bir umut beklendiğinden bahsederken, sonraları bu durumun yerini hayal kırıklığının aldığını anlatıyor. ‘Kendi ülkesinde yabancı olmak’ durumuna gelindiğini ve bu durumun yaşattığı olumsuzlukları kitapta görmek mümkün: “’Irak’a girdik, manzara çok üzücüydü. Bunca yıllık göçebelikten, sürgün hayatından sonra beni ülkemde karşılayan kişi bir Amerikan askeriydi, ‘Irak’a hoş geldiniz!’ dedi. Düşünebiliyor musun?’ söylediğine göre asker kendi adı olan William’ı kaskına Arap harfleriyle yazmıştı. ‘Askere dedim ki: Burası benim ülkem.’ Sabri Amca başını iki yana sallayıp savaşa karşı olduğunu ve Almanya’daki, dünyanın her yanındaki milyonlarca kişiyle savaş karşıtı gösteriler yaptıklarını, ama Amerikalıların bu kadar sorumsuz, bu kadar aptal olacaklarını tahmin edemediğini anlattı.” “…Sanki Irak haritadan silinip gitmişti.

Doğu ülkelerinden olup da Batı’da yaşayan yazarlarda dikkat çeken bir şey vardır: Romanlarında oryantalist bakış açısından kolay kolay kurtulamazlar. Bunu en net Lübnanlı Amin Maalouf’ta görürken aynı duruma Afganistanlı Khaled Hosseini’de de -Maalouf kadar olmasa da- rastlamak mümkündür. Bu açıdan kitaba başlamadan Antûn’da da aynı şeyin olup olmadığı merakıyla okudum biraz; fakat oryantalist bir bakışın olmadığını söyleyebilirim. Bu kitabın edebî değerini değiştirmese de güvenirlik açısından bir katkı sağlıyor kitaba. Ayrıca Şii bir aileden gelen Cevat üzerinden anlattığı olaylarda hiçbir zaman Şiiliği öne çıkarmıyor yazar. Hatta zaman zaman Şiilerin Sünnilerin hakkını yediğini ve onlara haksız yere düşmanlık beslediklerini savunuyor. Bu açıdan baktığımızda objektif bir yaklaşım görebiliyoruz.

Kendini “ben de haritanın gösterdiği yere akmamak için, belki de nafile çabalayan bir nehirdim” şeklinde tanımlayan Cevat üzerinden bir devrin özetini çıkaran Sinan Antûn’un Türkçeye çevrilen ilk kitabı olan Yalnız Nar, bize hemen yanı başımızda neler olduğunun/olabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Dilimize Süreyya Çalıkoğlu tarafından kazandırılan kitap, Antûn’un şairliğinin de verdiği yetiyle okura rahat bir okuma imkânı sunuyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder