SAYFALAR

18 Haziran 2018 Pazartesi

Zamanın içinde olmak ne kadar mümkün?

Sapanca'da, ciğerlerimin oksijenden gözlerimin yeşilden bayram ettiği güzel bir yerdeyim. Çekirdek ailemle ilk tatilim. Anne, baba ve çocuk. Annenin varlığı etrafa güven tohumları ekerken, çocuk bir çiçek gibi her şeye hayretle eğiliyor. Baba olarak ben, varlığımın şükrünü yaşıyorum. Zamanın içindeyim, kent hayatının ve bilhassa iş günlerinin tüm o biteviye hâlini üzerimden attığımın farkında bile değilim. Sadece zamanın farkındayım. Saniyeler geçerken aldığım nefesi hissediyorum. Saniye, nefes. Kalp, ruh. Kimi meditasyon der, kimi inziva, kimi de tefekkür. Bense teşekkür ediyorum yaratıldığım için: çok şükür.

Zamanı nasıl hissederiz? Zamanı hangi organ(lar)ımızla ve ne biçimde hissederiz? Fribourg, İsviçre ve Münih üniversitelerinde psikoloji ile felsefe eğitimi görmüş, doktorasını dünyaca ünlü Alman psikolog ve nörolog Ernst Pöppel'in danışmanlığında almış olan Marc Wittmann, eğitim geçmişine yakışır bir çalışma ile bu soruların peşine düşmüş. Hissedilen Zaman ilk kitabı. Metis Yayınları, bilim kitapları içine bu özel eseri dâhil etmekle aslında bize bir şey hatırlatıyor: çağımızın en büyük sorunlarından biri zamanın çok hızlı geçmesinden yakınmamız. Ancak biz de fazlasıyla hızlı yaşamıyor muyuz? Dolayısıyla bu "duble" hız içinde yaşarken, zamanı nasıl deneyimle(yebili)riz? İşte bu 160 sayfalık kitap, içeriğinden notlarına dek geniş bir düşünme eylemine ve yeni okumalar yapmaya kapı açıyor. Wittmann yol boyunca çeşitli pratikler önermekten kaçınmıyor, okuyucuyu böylece kavramlar ve fikirler içinde boğulmuyor. Üslup oldukça zengin.

Wittmann, "biz zamanız" diyerek başlıyor kitabına ve zaman miyobu kavramını ortaya atarak bekleyebilmek üzerine düşüncelerini paylaşıyor evvela. Çocuklara yapılan şekerleme testi neticesinde ulaşıyor bu kavrama. İleride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa hemen sunulan küçük ödülü almayı tercih eden insanlara zaman miyobu diyor: "Zaman miyobu olan kişinin hareketlerini sadece mevcut ânın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zaman ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz."

İkinci bölüm, beynin ritminin peşine düşüyor. Sten Nadolny'nin Yavaşlığın Keşfi romanını hatırlatıyor evvela Wittmann. Sonrasında saniyelerin ve duyguların birlikteliğinde, beynin gösterdiği tepkilere örnekler veriyor. Bu bölümü, üçüncü bölümle taçlandırıyor ve detaylandırıyor. Ânı yaşarken, üç saniyelik şimdiki zamanın nasıl bir öneme sahip olduğunu okuyucunca şaşırıyor insan. Üç saniyenin şiirden müziğe dek beyinle nasıl bir ilişki kurduğuna, nasıl faydalı ya da zararlı olabileceğine değiniyor. Şiir ve müzik deyince elbette duygu da başrol oyuncusu oluyor. Beethoven'ın Beşinci Senfoni'sinin mesela, mevcut ânı hissetmek yani her an kendinin farkında olabilmek için özel bir deneyim olacağını söylüyor Wittmann. Zamanı yaşarken o zamanın içindeki duyguyu da tam olarak yaşamak bize neler kazandırır sorusunun cevabı ise şöyle: "İnsanın kendi duygularını kabul etmeye daha açık olması kaygıyı ve stresi azaltıp daha güçlü bir içsel huzur hissi yaratır. Kişinin odağında, olan biteni tam bir farkındalıkla algılamak vardır. Tam şu anda önemli olan tek şey şimdi olmakta olandır: bilinçli deneyim."

İçsel saatler, dördüncü bölüm. Zamana neden ihtiyaç duyduğumuzu sorguluyor. Burada Robert Levine imzalı Zamanın Coğrafyası adlı kitabı not etmeliyiz. Çünkü bu kitapta çok net biçimde anlatılıyor ki sanayileşmiş toplumlar az gelişmiş toplumlara kıyasla zamanı hem farklı görüyorlar hem de farklı yönetiyorlar. Büyük şehirlerde zamana, dakikliğe, hıza daha çok önem verilirken kırsal kesimlerde hız oldukça itici görülüyor. Dolayısıyla bir tarafın aceleciliği karşısında diğer tarafında yavaşlığı doğal bir 'kültür farkı' oluşturur. İtalya'da ve Avustralya'da kuzey ve güney şehirleri arasındaki bu 'kriz', Amerika'da doğu ve batı arasında görülebiliyor. Daha büyük bir pencereden bakarsak, Hollywood filmlerinde hep ayakta ve hızlı hızlı çimleri kesen insanlar görürüz. Bir oraya, bir buraya, hiç durmadan. Üstelik bu işi yaparken araya kimsenin de girmesi istenmez; buna komşu ve çocuklar da dâhil. Wittmann burada bir fotoğrafı devreye sokuyor. Hindistan'ın Tamil Nadu eyaletindeki Brihadeeswarar Tapınağı'nda bir bahçıvan. Çimleri yerde oturarak kesiyor. Hemen peşinden Alman şair Christian Morgenstern'in bir şiiri geliyor. Zamanın 'amma da uzun sürdü' veya 'tüh, bitti bile' dedirten iki yönü de var bu şiirde: "Ama dalıp giderseniz düşüncelere / o da koşmaya başlar son süratle / hızlı devekuşunun sırtına binmiş adeta / hiç tereddüt etmeyen sinsi bir puma."

Beşinci bölüm nihai zaman sınırında hayat ve mutluluğu ele alıyor. Genç ve yaşlı insanlarda zaman algısının nasıl oluştuğu, zamanın nasıl yorumlandığı değerlendiriliyor Wittmann tarafından. Duyguların, hatırlamanın ve tecrübelerin ön planda olduğu bir zaman algısıyla karşılaşıyoruz bu bölümde. Kuru kuru geçen zamanın insana tecrübe adına sadece yaşanmışlık katabileceğini, bunun yerine acı ve neşe anlarının zenginliğinin insana gerçek bir tecrübe -geçen zamanı hissetme- yaşatabileceğini öğreniyoruz: "Hayatımızda hatırladığımız olaylar onlarla bağlantılandırdığımız duygusalara bağlıdır. Yaşanan deneyim miktarı -yani hayatımızdaki duygusal renklilik ve çeşitlilik- ne kadar çok olursa hayat öznel olarak o kadar uzun görünür."

Zihinle beden arasındaki irtibatın zamanı algılama ve yaşama anlamında nasıl bir öneme sahip olduğunu altıncı bölümde görüyoruz. Kitabın belki de en çok konsantrasyon gerektiren sayfaları bu bölümde yer alıyor. Gün geçtikçe bilinç konusunun daha fazla konuşuluyor olması hem bilincin ne olduğuna hem de zamanı yaşama konusunda nasıl bir görev üstlendiğine dair önemli bilgiler ediniyoruz bu sayfalarda. Alışkanlıkların ve tekdüze yaşam şekilllerinin insanın zamanı doğru ve gerçekçi bir biçimde yaşamasına nasıl engel olduğunu şöyle bir örnekle anlatıyor yazar: "Sert bir sabah kahvesine alışmış olan kişiler her gün aldıkları dozda kafein almadıklarında sıkıntı çekerler. Hatta bazıları kahve olmadan çalışamayacaklarını söyler. Arzu edilen durumu mevcut durumdan ayıran bir uçurum vardır."

Wittmann, bir kişinin zamanı yoksa, bilhassa kendine ait ayırdığı zaman(lar) yoksa, kendisini de kaybettiğini söylüyor. Zaten gündelik zorunlulukların kapımıza sürekli dayanmış vaziyette olması ve dikkatimizin gün boyunca süren dağınıklığı, kendimizin farkında bir türlü varamamamıza sebeptir. Çılgın bir koşuşturmaca ve panik içinde oradan oraya sürüklenen, devamlı planlar yapan biz büyük kent insanları için tefekkür, düşünce ve inziva oldukça uzak kavramlar olmuştur artık. Burada çok açık ve net biçimde "zaman yoksa benlik de yoktur" diyor Wittmann. Aynı zamanda ikaz olan bu cümlesinin devamında şu basit öneride bulunuyor: "Her gün bir saatliğine tüm dikkatinizi vererek bir şey yapın. Ya da on beş dakika boyunca koltukta oturup hiçbir şey yapmayın: Duruşum nasıl? Herhangi bir yerim ağrıyor mu? Nasıl hissediyorum? Fantazilere dalabilir ve dünyanın tecrübe ettiğimiz hızlanışıyla nasıl uzlaşabileceğimizi gözlemleyebiliriz."

Kitabın son bölümünde zaman duygusunun nasıl ortaya çıktığından bahsediyor yazar. Eğer işleri akışına bırakmaktansa onların kontrolünü üzerimize alabiliyorsak, yani zamanı israf yerine tasarruf söz konusuysa, duygular zamana odaklanıyor ve benlik kendi farkındalığında nefes alıp vermeye başlıyor. Burada Wittmann bazı testlerden de bahsediyor. Bir testte, kendi kalp atışlarını daha isabetli bir şekilde sayan, sayabilen katılımcıların geçen zamana dair süre tahminlerinin daha doğru olduğu görülüyor. Bu testin ve sonuçlarının akabinde nefes, meditasyon, yalnız kalabilme, anı yaşama (popüler anlamında değil, gerçekten anın içinde olma: şimdi ve burada anlamında) gibi konular hakkında da yorumlarda bulunuyor: "Birçok meditasyon türü açıkça bedensel benliğe göndermede bulunur ("Kolunuzun yerde nasıl durduğunu hissedin"). Bu tür talimatlar kişiyi bedeninin münferit kısımlarına odaklanmaya, sıcaklıklarını ve ağırlıklarını hissetmeye sevk eder. Ya da nefesinize odaklanır ve kalp atışlarınızın farkına varırsınız. Bedeni ve süreçlerini bu şekilde algıladığımızda zaman çok yavaş geçer. Bedensel mevcudiyet böylece zaman farkındalığını yaratır."

Tanpınar, "ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" derken bize ne söylüyordu? Belki de o bize 'şimdi ve burada' olmayı işaret ediyordu, kim bilir? Furuğ ise "eğer aşk varsa zaman ahmakça bir sözdür" demiş, acaba aşkla yaşandığında, aşkla hissedildiğinde mi zamanın zaman olduğuna işaret ediyordu o da? Bilemeyiz ancak şunu görüyoruz ki 'zamanın farkında olanlar' aslında sadece ve sadece ondan bahsediyor: kalpten.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder