"Dünyaları; akıllı, erdemli ve mutlu olmalarına izin vermiyordu..."
- Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya
2 Ocak 2010’da tarihli Washington Post gazetesinde, 21. yüzyılın ilk on yılında ortaya çıkan yeni iş sayısının sıfır olduğu yazıyordu. Endişe ve kaygı sadece sosyal medyada kendine yer bulabildi, o da üniversite öğrencileri ve yeni mezunlar arasında. Çünkü çalışan gençler, özellikle de 35 yaş ve altı her şeyin farkında. Onlar sadece kaçıyorlar, görmek istemiyorlar ve bu günü, bu ânı yaşamaktan vazgeçmiyorlar. Vazgeçerlerse gerçekle yüzleşecekler ve keyifleri kaçacak. Oysa gelişmeler ciddi biçimde keyif kaçıracak cinsten.
Makine bir araçtan çok üretici hâline geçmek üzere, birçok meslekte geçti bile. Birçok bilgisayar programı birçok işi aynı anda ve çok kısa bir zamanda yapabiliyor. İlk örnek her zaman tarım sektöründen veriliyor; makineler arttı çiftçilik bitti şeklinde. Bu, dijital dünyada da hız kazanan bir gelişme. En küçük örnek: eskiden tasarımcılar yeni bir internet sitesi yapabilmek için günlerce sabahlardı ve elbette ciddi bir manevi tatmin yaşarlardı. Uzun yıllardır hazır tasarımlar kullanılıyor ve böylece öğrenim kolaylaşırken tasarımcıya olan ihtiyaç da azalıyor. İş sahipleri birer tasarımcı oluverdi, kendi sosyal medya hesaplarını yöneten şirket sahiplerinin sayısı gittikçe artarken çığ gibi büyüyen 'sosyal medyacı'lar bir köşede sinmiş ve SEO, content marketing gibi alanlara kaymış durumda. Dünyanın en büyük şirketleri; Google ve Facebook devasa pazar değerlerine sahipken, bu değerin tam aksine az sayıda insan çalıştırarak evlerimize, ceplerimize girdi. Bu tip birçok şirketin boyutlarının ve etkilerinin yanında insan odaklı tarafları gittikçe küçülüyor. Yeni iş dünyasında insan nerede olacak? İşte bir büyük soru(n).
Martin Ford, Kronik Kitap tarafından dilimize kazandırılan Robotların Yükselişi kitabında şöyle diyor: "Ekonomiyi ve toplumu muazzam zorlayacak bir dönüşüme doğru ilerliyoruz. Çalışanlara ve işgücüne katılmaya hazırlanan öğrencilere verilen geleneksel tavsiyelerin büyük kısmı bu yeni koşullarda havada 17 kalıyor. Acı gerçek şu ki pek çok insan her şeyi doğru yapsa bile -en azından eğitim ve beceri edinme anlamında- yine de bu yeni ekonomide kendilerine yer bulamayacaklar.".
"Yapay zeka ve işsiz bir gelecek tehlikesi" alt başlığını taşıyan bir kitap elbette bize güzel bir dünya resmi çizmeyecektir, çizmemesi de gerekir. İş dünyası alanında yılın kitabı seçilen Robotların Yükselişi bu anlamda bölümleri arasında birçok konunun altını çiziyor: Otomasyon, bilgi teknolojisi, beyaz yakalı işler, yüksek öğrenim, sağlık sistemi, geleceğin teknolojileri ve endüstrileri, büyümenin sınırları ve kriz ihtimalleri, süper zeka, tekillik ve yeni ekonomik paradigma...
Bilgi teknolojisindeki amansız gelişmeyi inceleyen Ford, gelişme gibi görünen şeyin ardında çok ciddi bir tekelleşme olduğunun altını çiziyor. Bir kitap satış sitesinin zamanla, gerek reklam gerekse pazarlama stratejileri yoluyla tüm sektöre hakim olabileceğini, böylece diğer sitelerin çok cüzi gelirlerle idare etmek durumunda kalabileceğini belirtiyor. Öyle ki günümüzde bunun örnekleri bir hayli fazla. Kalemden tesbihe, protein tozundan araba tamponuna varıncaya dek her sektörün bir tekeli oluşmuş durumda. Üretici-kargo-tüketici üçgeni düşünüldüğünde birçok insanın çalışması gereken sektörlerde dijitalleşmeyle birlikte insana olan gereksinim bir hayli düşüyor: "Dijitalleşmeye müsait olan mal ve hizmetlerin pazarları kaçınılmaz olarak kazanan-hepsini-alır yapısına evrilir. Örneğin kitap ve müzik satışı, seri ilanlar ve film kiralama gibi işler, gittikçe daha az sayıda internet devi tarafından domine ediliyor. Bunun sonucunda gazeteciler ve perakende dükkan çalışanları gibi insanların işleri de yok oluyor."
Ülkelerin mali istikrarsızlığı ve olası tehditler sebebiyle birçok iş yeri yatırımlarını yurt dışına kaydırıyor. Öyle ki zamanla hizmetlerini de yurt dışına kaydırıp topyekûn ülkeyi terk eden şirketlerin sayısı artıyor. Ajanslar bunu çoktan devreye sokmuş durumdalar. Bu durum ciddi bir çalışma alanı eksikliği doğuruyor. Nüfusun fazla olduğu ülkelerde bu durum geri dönüşü olmayan bir krizi gündeme taşıyor: "2013’ün ortasında Çinli yetkililerin yaptığı bir açıklamaya göre, ülkenin o yıl yetiştirdiği üniversite mezunlarının anca yarısı iş bulabildi. Bir önceki yılın mezunlarınınsa %20’sinden fazlası hâlâ işsiz. Geçici ve serbest çalışanları, yüksek lisansa kaydolanları ve mecburi hizmettekileri de dahil edersek bu sayılar daha da artar."
Ekonomistler özellikle yeni mezunların durumuna odaklanıyor. Bir ülke için umut verici ya da kaygı verici rakamlar en çok bu yeni mezunlar üzerinden sunumlara dökülüyor. Özellikle 2000'lerden sonra yeni mezunların işsizlik oranı her geçen yıl artıyor. Türkiye gibi ülkelerde üniversiteden mezun olup, hem de ciddi bir alanda eğitim almış olup kahveci, kırtasiye dükkanı, spor salonu çalışanı olan birçok genç bulunuyor. Hatta kahveci açmak bir kariyer hedefine dönüşmüş durumda. Ürettikleri videolarla birçok ülke gerçeğine değinen 140journos "yeni salgın: kafe açmak" başlığıyla hayaller, gerçekler ve nasihatler üçgeni çizmişti. 140journos ayrıca 'seküler göç'ün nedenler'ini ve 'gittikten sonra'sını da tüm sarsıcılığıyla ortaya sermişti. Ford'un bu konudaki yorumları ise şöyle: "2013 tarihli Yeni Cennet filminde zenginler, Dünya’nın yörüngesindeki cennete benzer bir yapay dünyaya göç ediyorlardı. Film geleceğe dair bu distopik vizyonu güzel betimliyor. Hatta artık bu senaryodan endişe etmeye başlayan ekonomistler de var. Popüler ekonomi yazarı Noah Smith 2014’te yazdığı bir yazıda elitleri koruyan kapıların dışındaki “açlıktan ölmenin sınırına dayanmış, perişan, hınca hınç bir lümpen insan kitlesi” hayal ederken şu eklemeyi yapıyor: Stalin ve Mao’nun tiranlıklarından farklı olarak, robotların koruduğu yeni tiranlık, kamuoyunun fikirlerini önemsemeyecek. Ayak takımı istediğini düşünsün; silahlar Robot Efendilerde olacak. Hem de sonsuza dek... İç karartıcı öngörülerine alıştığımız ekonomi biliminin standartları için bile son derece kasvetli bir gelecek hayali."
Teknolojinin sürekli ilerlemesiyle birlikte ortaya çıkan işsizlik (teknolojik işsizlik) ve artık geri dönüşü olmayan bir yola giren çevre sorunları (kentleşme, iklim değişikliği, hava kirliliği vb.) birbirini besleyecek noktaya ulaştı Martin Ford'a göre. Her şeye rağmen teknolojinin sunduğu avantajlar unutulmadan ve insan hayatına katkı sağlayacak biçimde kullanılması sağlanırsa, istihdam ve gelir dağılımı hususunda ciddi düzenlemeler yapılırsa, bir nebze gelecek endişesi azaltılabilir. Ford, sanıldığının aksine çağımızdaki en zorlu mücadelenin iş-işsizlik arasında olacağını söylüyor. "Geniş çaplı güven ve refah sağlayacak bir gelecek inşa etmek" için teknolojinin tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Aksi takdirde kitabın sonuç bölümünde yazdığı şeylerle burun buruna gelebilirz ki çoğuyla geldik bile: "Gelişmiş ülkelerin dışında durum çok daha tehlikeli olabilir. Fabrika işleri bütün dünyada hızla tükeniyor. Emeğe dayalı imalat işlerinin kaybolması yetmezmiş gibi, gittikçe daha verimli hale gelen tarım teknikleri ırgatlık işlerini de insanların elinden alabilir. Bu ülkelerin bazılarında iklim değişikliğinin etkileri çok daha sert olacak ki zaten şimdiden çevresel bozulmayla karşı karşıyalar. En kötü senaryoda, ekonomik belirsizliğin, kıtlığın ve artan gıda fiyatlarının etkileri birleşerek sosyal ve siyasi istikrarsızlığa yol açabilir."
Robotların yükselişi sürerken insanın aklına dağbaşı, deniz kenarı, köy evi gibi şeyler geliyor. Kahveci mi açsak? Sahi onu da robotlar yapıyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
31 Mayıs 2018 Perşembe
30 Mayıs 2018 Çarşamba
İnsanın ruh ve anlam dünyasında ramazan ve oruç
Ramazan ayı ve oruç hakkında edebiyatımızın verimleri genellikle bu aya ait hatıralar etrafında toplanır. Ayrı bir bahis olarak, Osmanlı şiirinde Ramazan ayının gerek dini yönü gerekse kültürel ve folklorik tarafıyla ele alındığı Ramazaniyye'lerin yazılmış olduğunu görürüz. Modern zamanların kronik bir huyu olarak, sürüp gelmekte olan ''yeni''nin hep eskiyi aratması durumu, en çok Ramazan'a isabet eder. Bu sebeple modern zamanlarda Ramazan çevresinde yazılan yazılar çoğunlukla çocukluk çağına, eski Ramazan'lara dair özlemleri dile getirir.
Ramazan'a ait bambaşka bir hüzne ise Yahya Kemal'de rastlarız. Yahya Kemal, Atik Valde'den İnen Sokak'ta şiirinde bir Ramazan günü iftara yakın dakikalarda insanların iftara hazırlıklarını ve Ramazan maneviyatının tatlı bir bekleyişe çevirdiği sokakların sükunetini resmettikten sonra o dakikalarda bu manzaranın içinde yer alamayışını, ayrı düşüşünü ve böylelikle yaşadığı hüznü dile getirir:
"Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
''Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı çok şükür.''
Şiirden hareketle söylemek gerekirse Yahya Kemal'in orucu idraki, fert olarak içinde bulunduğu oruçsuzluk haliyle yaşadığı yalnızlık ve hüznün yanı sıra millet, cemiyet, kültür ve aidiyet dikkati çevresinde geliştirdiği genel görüşüyle bağlı ve sınırlıdır.
Bana kalırsa Ramazan ayı, oruç ve bayramın anlamı, içeriği ve hikmeti üzerine edebiyatımızda en görkemli metinleri Sezai Karakoç yazmıştır. Samanyolunda Ziyafet adlı kitapta toplanan, yıllara sari olarak genellikle Ramazan aylarında kaleme alınmış bu yazılar, oruç ve Ramazan'ın insanın ruh ve anlam dünyasında nasıl bir farklılaşmaya, olgunlaşmaya kaynaklık edeceğini çok çarpıcı tespitlerle ortaya koyar. Orucun ne gibi hikmetleri sakladığını ve içerdiğini kollayan bu tefekkür toplamı, adeta Ramazan'a ve oruca ait ufuk çizgimizi daha ilerilere taşır. Onu özellikle bir kültür düzeyinden öteye idrak edemeyişten özgürleştirir.
İnsan hangi fiili işlerse işlesin, yaptığı o fiili hep daha iyi meydana getirme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyelin önündeki en büyük engel alışkanlıkların yatağında büyüyen bir durağanlık ve gaflettir. İşte Ramazan ayının gelmesiyle en basit alışkanlıklarımızda birdenbire bir değişmeyle başlayan daha karmaşık yanımız, ruhumuza doğru genişleyen bir başkalaşım belirir. Oruçla insan alışılmışın dışına çıkar. İlk olarak sürekli tükettiği gıdalar birden daha canlı ve koyu renkleriyle kendini belli eder. Ekmek, daha da ekmek, su daha da sudur artık.
''Oruç önce eşyayı diriltir. Elbet, eşyanın bu dirilişi, insan açısından bakılıncadır. (...) Sıcak bir yaz gününden sonra iftarda içtiğimiz bir bardak suyu, hiçbir gün farkına bile varmadan içtiğimiz bir bardak suyla değiştirir misiniz? İftar yemeği, dış ölçülerle, her günkü akşam yemeğimizden farklı olmadığı halde, neden o hiç unutulmaz, öbürleriyse hiç hatırlanmaz? Sabah kahvaltılarında her gün yediğimiz zeytinle, oruç açan zeytin taneleri arasındaki diriliş ve dirilik farkını açıklamak bile fazla.'' (sf. 72)
İhtiyacın şiddeti ihtiyaç duyulan şeyin özelliğini ve kıymetini daha bir olgunlukla düşünme fırsatını beraberinde taşır. Her gün tükettiğimiz gıdaların tek tek nasıl meydana geldiği, bunun yanında topyekun yeryüzünü, doğayı insan için adeta kurulmuş bir sofra oluşunu düşünebilmeye, böylelikle nimetin ve nimeti verenin kadrini bilebilmeye yepyeni bir imkan olarak gelir Ramazan.
İdrakin gelip çattığı, gafletin dağıldığı bir dimağın ve kalbin meyvesi yaratıcıyı bir misli daha bilmek ve şükretmek olur. Şükür ibadette tezahür eder. Oruç ayında ibadetlerin çoğalması buna bağlı olarak meydana geldiğinde apayrı bir anlam kazanır. Sezai Karakoç ''Betonları Kıran Oruç'' yazısında Ramazan ayının ibadetleri kendinde toplayıcı özelliğine şu satırlarla dikkat çeker:
''Oruç tek başına belli başlı ibadetlerden olduğu gibi bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur'an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran toplayan ve sunan bir yanı var. Şuuraltımızdaki bütün dindarlığı, ramazan, yaşama alanımıza, şuuraltında yatan ve hep yarınlara bırakılan niyetleri, ramazan şuuraltını dinamitleyerek gün ışığına çıkarıyor.'' (sf.7)
Şair oruç da acıkır, der. İnsanın acıkması tamam, peki ya orucun acıkması? Onun acıkmasını bir hayal etmeyi deneyin. Hemen oruca ışığını verecek olanın salih ameller olduğunu hatıra getirebilirsiniz.
''Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar, oruç da acıkır. (...) Orucun susadığı ve âb-ı hayat gibi kanamadığı su, Kur'an sesi, acıktığı namaz, örtündüğü merhamet, kuşandığı giyindiği Allah adının yükseltilmesi, yani cihadtır.'' (sf. 50)
Oruç insanı her şeyi faydacı bir gözle görmekten alıkoyar. Anlayış ve algılarda bir açılma ve arınma meydan getirir. İhtiyacın şiddeti, Allah karşısında insanın kendi mutlak aczinin bilincine varması varoluşa, varlığa dair düşüncenin üzerindeki ölü toprağını atan, onu hareketlendiren bir şey olur.
''Şuur elastikliğini yeniden kazanır. Kalbi kiralayan geçici duygular koğulur. Ruh, çevresinde melek dünyasının halesini görür. Yeni doğmuş bir ay gibi övünçle yükselir ve eşyaya güler. Çevreyle barışıktır artık. (...) Oruç konuştuğumuz dili bile arıtır. Kelimelerden, hakkı olmadan koşup ileri geçen geriye çekilir. Dili boşu boşuna dolduran kelimeler daha çok göze batar ve kullanışları azaltılır. Dil muhteva kazanmakta orucu yardımcı bulur.'' (sf. 33)
Sezai Karakoç, oruç çevresinde çocuğun oruçla ilişkisi ve orucun çocuğun üzerindeki olumlu tarafları üzerinde son derece orijinal çıkarımlar yapar. Orucun olgunlaştırıcı yanının çocuğun özellikle çocukluktan çıkış ve gençliğe geçiş evresinde meydana gelebilecek muhtemel sarsıntıları nasıl önlediğini ''çocuk ve baba'' ilişkisi izdüşümünde şerh eder.
''Oruç ve namaz, buluğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde ''metafizik'' bir planda tutarak çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nevi küçük tanrıdır; zaten Hıristiyanlıkta tanrının baba oluşu ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihni bir vasat hazırlayacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir. Sonra buluğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu, tanrı 'baba'dan alelade babaya geçiş birdenbire olur. Bu sebepledir ki çocuk babasına adeta taparken genç inkar eder, reddeder. Batıda gençlik babadan aileden tam bir kopuştur. İslam toplumunda ise namaz ve oruçla çocuk, kendisinden de babasından da ölçülemeyecek kadar yüksekte her şeyin üstünde sonsuz bir gücün bulunduğunu babanın da kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar.'' der. Böylelikle gençliğe geçerken çocuğun bakış açısında meydana gelecek ''kritiğin zulmü yumuşar ve bütün insanlar kutsal bir kış dönemine böylece mutlakın aracılığıyla girer, dostça girer.'' (sf. 20-21)
Ramazan ayını önemli kılan en büyük özelliği Kur'an-ı Kerim'in bu ayda nazil olmaya başlamasıdır. Kur'an'ın nazil olmaya başladığı Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olduğu nakledilmekle beraber bu kesin değildir. Kadir gecesi Ramazan ayının içerisinde -özellikle son on gününde- saklı olduğu rivayet edilir. Kadir gecesini idrak etmek müminler için son derece önemlidir zira Allah katında bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilmiştir. İşte, Kur'an-ı Kerim'in nazil olmaya başladığı Kadir gecesinin kesin ve belirli bir gün olmaktan öte saklı oluşunun hikmeti üzerinde ayrıca duran Sezai Karakoç harikulade çizdiği imajla, bir nimet olarak vaktin kıymetini de üst düzeyde bilebilme hünerinin anahtarını sunar:
''Bütün geceleri önüne dökmüş onların içinde Kadir gecesi arayan bir mümini düşününüz. Daha doğrusu Kadir gecesi olma imkanını taşıyan her geceyi bir Kadir gecesiymişcesine ağırlayan bir mümini düşününüz. Geceleri hiçliğe batıran bir dintanımazla bu inanan adam arasındaki zamanı değerlendirme, yemişlendirme farkını bir bakışta yakalayabilirsiniz.'' (sf. 25)
Ramazan sona erer ve nihayet yerini bayrama bırakır. ''Giydiğimiz bayramlık elbiseler gibi içimiz de yepyeni ve taptaze hale gelir.''. Sabah ilk iş olarak eda edilen bayram namazını bir nevi yaratıcıyla bayramlaşma imajıyla düşünen şair sonra aileyle akabinde şehirle bayramlaşmanın yanında mezarlıkları ziyaret ederek atalarla ve ölülerle bayramlaşmanın merceğinde, sevincin en şiddet kazandığı anda dahi ölümü ihmal etmeyişi vurgular.
Ve bayramlar içinde yaşadığımız zulmet çağında adeta bir teselli edici bir tarafı vardır.
''Hepimiz geceleri uykumuzu kaçıran ve rüyalarımız tekeli altına alna ''altın ülke'' idealinden uzakta, çok uzakta adeta bir yer altından notlar hayatı yaşarken, yine de bayramdan başka tesellimiz ne olabilir?'' (sf. 30)
Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc
Ramazan'a ait bambaşka bir hüzne ise Yahya Kemal'de rastlarız. Yahya Kemal, Atik Valde'den İnen Sokak'ta şiirinde bir Ramazan günü iftara yakın dakikalarda insanların iftara hazırlıklarını ve Ramazan maneviyatının tatlı bir bekleyişe çevirdiği sokakların sükunetini resmettikten sonra o dakikalarda bu manzaranın içinde yer alamayışını, ayrı düşüşünü ve böylelikle yaşadığı hüznü dile getirir:
"Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
''Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı çok şükür.''
Şiirden hareketle söylemek gerekirse Yahya Kemal'in orucu idraki, fert olarak içinde bulunduğu oruçsuzluk haliyle yaşadığı yalnızlık ve hüznün yanı sıra millet, cemiyet, kültür ve aidiyet dikkati çevresinde geliştirdiği genel görüşüyle bağlı ve sınırlıdır.
Bana kalırsa Ramazan ayı, oruç ve bayramın anlamı, içeriği ve hikmeti üzerine edebiyatımızda en görkemli metinleri Sezai Karakoç yazmıştır. Samanyolunda Ziyafet adlı kitapta toplanan, yıllara sari olarak genellikle Ramazan aylarında kaleme alınmış bu yazılar, oruç ve Ramazan'ın insanın ruh ve anlam dünyasında nasıl bir farklılaşmaya, olgunlaşmaya kaynaklık edeceğini çok çarpıcı tespitlerle ortaya koyar. Orucun ne gibi hikmetleri sakladığını ve içerdiğini kollayan bu tefekkür toplamı, adeta Ramazan'a ve oruca ait ufuk çizgimizi daha ilerilere taşır. Onu özellikle bir kültür düzeyinden öteye idrak edemeyişten özgürleştirir.
İnsan hangi fiili işlerse işlesin, yaptığı o fiili hep daha iyi meydana getirme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyelin önündeki en büyük engel alışkanlıkların yatağında büyüyen bir durağanlık ve gaflettir. İşte Ramazan ayının gelmesiyle en basit alışkanlıklarımızda birdenbire bir değişmeyle başlayan daha karmaşık yanımız, ruhumuza doğru genişleyen bir başkalaşım belirir. Oruçla insan alışılmışın dışına çıkar. İlk olarak sürekli tükettiği gıdalar birden daha canlı ve koyu renkleriyle kendini belli eder. Ekmek, daha da ekmek, su daha da sudur artık.
''Oruç önce eşyayı diriltir. Elbet, eşyanın bu dirilişi, insan açısından bakılıncadır. (...) Sıcak bir yaz gününden sonra iftarda içtiğimiz bir bardak suyu, hiçbir gün farkına bile varmadan içtiğimiz bir bardak suyla değiştirir misiniz? İftar yemeği, dış ölçülerle, her günkü akşam yemeğimizden farklı olmadığı halde, neden o hiç unutulmaz, öbürleriyse hiç hatırlanmaz? Sabah kahvaltılarında her gün yediğimiz zeytinle, oruç açan zeytin taneleri arasındaki diriliş ve dirilik farkını açıklamak bile fazla.'' (sf. 72)
İhtiyacın şiddeti ihtiyaç duyulan şeyin özelliğini ve kıymetini daha bir olgunlukla düşünme fırsatını beraberinde taşır. Her gün tükettiğimiz gıdaların tek tek nasıl meydana geldiği, bunun yanında topyekun yeryüzünü, doğayı insan için adeta kurulmuş bir sofra oluşunu düşünebilmeye, böylelikle nimetin ve nimeti verenin kadrini bilebilmeye yepyeni bir imkan olarak gelir Ramazan.
İdrakin gelip çattığı, gafletin dağıldığı bir dimağın ve kalbin meyvesi yaratıcıyı bir misli daha bilmek ve şükretmek olur. Şükür ibadette tezahür eder. Oruç ayında ibadetlerin çoğalması buna bağlı olarak meydana geldiğinde apayrı bir anlam kazanır. Sezai Karakoç ''Betonları Kıran Oruç'' yazısında Ramazan ayının ibadetleri kendinde toplayıcı özelliğine şu satırlarla dikkat çeker:
''Oruç tek başına belli başlı ibadetlerden olduğu gibi bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur'an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran toplayan ve sunan bir yanı var. Şuuraltımızdaki bütün dindarlığı, ramazan, yaşama alanımıza, şuuraltında yatan ve hep yarınlara bırakılan niyetleri, ramazan şuuraltını dinamitleyerek gün ışığına çıkarıyor.'' (sf.7)
Şair oruç da acıkır, der. İnsanın acıkması tamam, peki ya orucun acıkması? Onun acıkmasını bir hayal etmeyi deneyin. Hemen oruca ışığını verecek olanın salih ameller olduğunu hatıra getirebilirsiniz.
''Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar, oruç da acıkır. (...) Orucun susadığı ve âb-ı hayat gibi kanamadığı su, Kur'an sesi, acıktığı namaz, örtündüğü merhamet, kuşandığı giyindiği Allah adının yükseltilmesi, yani cihadtır.'' (sf. 50)
Oruç insanı her şeyi faydacı bir gözle görmekten alıkoyar. Anlayış ve algılarda bir açılma ve arınma meydan getirir. İhtiyacın şiddeti, Allah karşısında insanın kendi mutlak aczinin bilincine varması varoluşa, varlığa dair düşüncenin üzerindeki ölü toprağını atan, onu hareketlendiren bir şey olur.
''Şuur elastikliğini yeniden kazanır. Kalbi kiralayan geçici duygular koğulur. Ruh, çevresinde melek dünyasının halesini görür. Yeni doğmuş bir ay gibi övünçle yükselir ve eşyaya güler. Çevreyle barışıktır artık. (...) Oruç konuştuğumuz dili bile arıtır. Kelimelerden, hakkı olmadan koşup ileri geçen geriye çekilir. Dili boşu boşuna dolduran kelimeler daha çok göze batar ve kullanışları azaltılır. Dil muhteva kazanmakta orucu yardımcı bulur.'' (sf. 33)
Sezai Karakoç, oruç çevresinde çocuğun oruçla ilişkisi ve orucun çocuğun üzerindeki olumlu tarafları üzerinde son derece orijinal çıkarımlar yapar. Orucun olgunlaştırıcı yanının çocuğun özellikle çocukluktan çıkış ve gençliğe geçiş evresinde meydana gelebilecek muhtemel sarsıntıları nasıl önlediğini ''çocuk ve baba'' ilişkisi izdüşümünde şerh eder.
''Oruç ve namaz, buluğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde ''metafizik'' bir planda tutarak çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nevi küçük tanrıdır; zaten Hıristiyanlıkta tanrının baba oluşu ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihni bir vasat hazırlayacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir. Sonra buluğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu, tanrı 'baba'dan alelade babaya geçiş birdenbire olur. Bu sebepledir ki çocuk babasına adeta taparken genç inkar eder, reddeder. Batıda gençlik babadan aileden tam bir kopuştur. İslam toplumunda ise namaz ve oruçla çocuk, kendisinden de babasından da ölçülemeyecek kadar yüksekte her şeyin üstünde sonsuz bir gücün bulunduğunu babanın da kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar.'' der. Böylelikle gençliğe geçerken çocuğun bakış açısında meydana gelecek ''kritiğin zulmü yumuşar ve bütün insanlar kutsal bir kış dönemine böylece mutlakın aracılığıyla girer, dostça girer.'' (sf. 20-21)
Ramazan ayını önemli kılan en büyük özelliği Kur'an-ı Kerim'in bu ayda nazil olmaya başlamasıdır. Kur'an'ın nazil olmaya başladığı Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olduğu nakledilmekle beraber bu kesin değildir. Kadir gecesi Ramazan ayının içerisinde -özellikle son on gününde- saklı olduğu rivayet edilir. Kadir gecesini idrak etmek müminler için son derece önemlidir zira Allah katında bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilmiştir. İşte, Kur'an-ı Kerim'in nazil olmaya başladığı Kadir gecesinin kesin ve belirli bir gün olmaktan öte saklı oluşunun hikmeti üzerinde ayrıca duran Sezai Karakoç harikulade çizdiği imajla, bir nimet olarak vaktin kıymetini de üst düzeyde bilebilme hünerinin anahtarını sunar:
''Bütün geceleri önüne dökmüş onların içinde Kadir gecesi arayan bir mümini düşününüz. Daha doğrusu Kadir gecesi olma imkanını taşıyan her geceyi bir Kadir gecesiymişcesine ağırlayan bir mümini düşününüz. Geceleri hiçliğe batıran bir dintanımazla bu inanan adam arasındaki zamanı değerlendirme, yemişlendirme farkını bir bakışta yakalayabilirsiniz.'' (sf. 25)
Ramazan sona erer ve nihayet yerini bayrama bırakır. ''Giydiğimiz bayramlık elbiseler gibi içimiz de yepyeni ve taptaze hale gelir.''. Sabah ilk iş olarak eda edilen bayram namazını bir nevi yaratıcıyla bayramlaşma imajıyla düşünen şair sonra aileyle akabinde şehirle bayramlaşmanın yanında mezarlıkları ziyaret ederek atalarla ve ölülerle bayramlaşmanın merceğinde, sevincin en şiddet kazandığı anda dahi ölümü ihmal etmeyişi vurgular.
Ve bayramlar içinde yaşadığımız zulmet çağında adeta bir teselli edici bir tarafı vardır.
''Hepimiz geceleri uykumuzu kaçıran ve rüyalarımız tekeli altına alna ''altın ülke'' idealinden uzakta, çok uzakta adeta bir yer altından notlar hayatı yaşarken, yine de bayramdan başka tesellimiz ne olabilir?'' (sf. 30)
Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc
28 Mayıs 2018 Pazartesi
Topyekûn sürgünüz
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği.”
- Sezai Karakoç, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine
Edward Said (1935-2003) Filistin’de doğmuş, İsrail sorunu sebebiyle Mısır’a giderek eğitim görmüş ve eğitiminin bir kısmı da dâhil akademik hayatına ABD’de devam etmiştir. Farklı coğrafya ve kültürlere ‘savruluşunu’ bir zenginlik olarak tanımlayan Said, yaşadıklarını/düşündüklerini Yersiz Yurtsuz adlı otobiyografik çalışmasında ele almıştır. Tarihin en hümanist entelektüellerinden birisi diyebileceğimiz Said için ‘yersiz yurtsuzluk’ paha biçilmez bir mertebedir. Onun hayatını okuduğunuzda çektiği çilenin fiziki olmaktan ziyade fikri olduğunu görürsünüz. Yaşadıklarının onu insanlık idealinden koparmaması belki de en dikkate değer yönüdür. Filistin tarafından İsrail tarafına taş fırlatışı gösterdiği soyut çabanın somutlaşmış hâlidir. Said’in, silahların gölgesinde fırlattığı taş haksızlığa, hukuksuzluğa, zalimliğedir. Yersiz yurtsuzluk biraz da budur; taraf gözetmeden tüm insanlık için iyiyi isterken kötülüğün karşısında durmaktır. Kübalı Guillermo Rosales’in (1946-1993) Felaketzedeler Evi adlı eserindeki “topyekûn sürgün” tanımı beni direkt Edward Said’e götürdü: “Siyasi sürgün değilim. Topyekûn sürgünüm. Başka bir yerde, sözgelimi Brezilya, İspanya, Venezüella ya da İskandinavya’da doğmuş olsaydım oranın sokaklarından, limanlarından ve çayırlarından da kaçıyor olurdum diye düşünüyorum bazen.”. Fakat Rosales’in hayatına baktığımızda oldukça farklı bir mizacı olduğunu görüyoruz. Said yersiz yurtsuzluğunun müsebbibi olarak insanlığın anti-hümanist uygulamalarını görürken Rosales sürgünlüğünün kaynağının kendisi olduğunu düşünmektedir. Belki bu tutumu amaçsız-nihilist bir tavır olarak da tanımlayabiliriz. Buradaki değini Said-Rosales karşılaştırması değil kesinlikle. İlişkilendirmenin ‘sürgünlük’ ve ‘yersiz yurtsuzluk’ metaforlarının anlam örtüşüklüğü olduğunu söyleyebilirim. Her iki yazar kendisini bir yere ait görmüyor. Diğer taraftan Sezai Karakoç’tan yapılan alıntı belirli bir düşünsel aşamayı yakalayanlar için söz konusu anlam haznesinin evrensel bir değer taşıdığını gösteriyor. Sürgün kelimesinin anlam genişlemesini düşündüğümüzde; belki de insanın “dünyaya indirilişi” bu ‘sürgünün’ başlangıcıdır ve hayat her bireyle bir ‘sürgün’ vermektedir.
Jaguar Kitap etiketini taşıyan yüz on iki sayfalık eserin çevirisi Gökhan Aksay’a ait. Çevreye dair realist gözlemler metni zenginleştirirken kurgu ve çevirinin başarılı oluşu okumayı kolaylaştırıyor. Felaketzedeler Evi’nin yazarı Guillermo Rosales ağır psikolojik bunalımlar yaşamış bir yazar. Hatta Rus doktorlar tarafından şizofreni tanısı konulduğu belirtiliyor. 1946 yılında Havana’da doğan Rosales, 1953’te başlayıp 1959’da başarıyla sonlanan Küba devriminin destekçileri arasında yer almıştır. Çok genç yaşta önemli görevler almasına rağmen yönetim içinde tutunamamıştır. Bu yaşadıklarında asi karakteri kadar psikolojik sorunlarının da etkisi vardır. Sık sık sinir krizleri geçirmektedir. Bu sinir krizleri yüzünden askerlikle ilişiği kesilmiştir. Yakın arkadaşları Rosales’in psikolojik sorunlarının yol açtığı davranışları onun şakalarından zannetmektedir. Zira o şakacı, şifreli konuşmayı seven, teatral yeteneğiyle insanları bunaltan takıntılı biridir. Ayrıca çok çalışkan ve üretken de biridir fakat psikolojik durumu yüzünden bir işte uzun süreli çalışamamaktadır. Sadece yazmayı istemektedir. Yazdıklarını ise hiç beğenmeyen ve hemen yok eden bir yapıya sahiptir. Küba’dan ayrılmayı ve başka bir yerde yazmayı sürdürmeyi düşünmektedir. Yönetimin muhalifler için yurtdışına çıkış izni vermesi üzerine önce Madrid’e ardından Kübalı göçmenlerin yoğun yaşadığı Miami’ye geçer. Burada zaten kötü olan psikolojisinin yanına işsizlik ve parasızlık da eklenir. Kısa süre sonra hastalığından dolayı bir rehabilitasyon merkezine yatırılır. Bu işletmelerin koşulları çok kötüdür. Rosales uzun süre psikolojik tedavi görür fakat iyileşecek derecede iyi bir netice alınamaz. 1993 yılına gelindiğinde yaşadığı bunalımlar ağır gelir ve daha fazla direnemeyerek intihar eder.
Felaketzedeler Evi oldukça ilginç bir metin. Guillermo Rosales’in yaşadıklarıyla ilintileyerek kurguladığı roman sosyolojik, siyasi, ekonomik, tarihi ve en önemlisi psikolojik/psikanalitik yönleri olan bir eser. Bu yüzden farklı açılardan değerlendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Küba’dan Miami’ye gelen psikoloji rahatsızlığı olan William Figueras halası tarafından bir bakımevine yerleştiriliyor. Rosales bir yazar olduğunu söylediği karakterini kendisiyle özdeşleştiriyor ve yaşadığı hayal kırıklığını kahramanının ağzından aktarıyor. “Bir gün, ülke değiştirerek deliliği de alt edebileceğimi düşündüm; bu koca ülkeye, Amerika’ya attım kapağı.”. Onun için hiçbir şey değişmemiş hatta daha kötüye gitmiştir. Yerleştirildiği bakımevinin şartları içler acısıdır. Figueras orada yaşayan zihinsel engelli ve psikolojik açıdan sorunlu bu insanları “kaçıklar” olarak tanımlıyor. Ayrıca fiziksel engelli ve yaşlı insanların da olduğu bir yerdir burası. Yöneticinin sadece parasal mevzularla ilgilendiği bakımevinde psikopat denilebilecek bir de sorumlu bulunmaktadır. Bu adam “kaçıklara” ve diğer mağdurlara son derece kötü davranmakta, işlerini gördürmekte, kadınlardan faydalanmaktadır. İğrenç kokuların yayıldığı ve pislik içinde olan bakımevinde temizlik neredeyse hiç yapılmamakta, beslenme üstünkörü yapılan yemeklerle geçiştirilmektedir. Yazarın bakımevinde yaşayan kişileri tasvir eden cümleleri insanın içini buruyor. Gerek bakımevi yöneticisinin gerekse sorumlu kişinin buradaki insanlar üzerindeki istismarı tahammül sınırlarını zorluyor. William Figueras’ın da zaman zaman bu acımasız ve boş vermiş tavrı takındığına tanık oluyoruz. Rosales o kadar güçlü yazıyor ki hikâyeye çaresiz bir öfke eşlik ediyor. Yaşananlara rağmen kimse buradan gidemiyor diyor Figueras çünkü “Bakımevindeki herkes kimsesizdir.”. Dışarı çıktıklarında daha kötü bir hayat onları beklemektedir. Bu gerçeğin farkında olan ve burjuva hayatı yaşayan bakımevi yöneticisi devletten kişi başına aldığı paranın peşindedir. Kârını büyütmek için de bakımevi giderlerini olabildiğince kısmaktadır.
Küba’ya dair haberleri arada ziyaretine gelen bir dostu aracılığıyla alan William Figueras sık sık Fidel Castro’yu rüyasında görüyor. Eskiden itibarı olan ama şimdi bakımevinde kalan birkaç kişi ve arada dışarıda karşılaştığı insanlar üzerinden Küba’ya ilgili nostaljik detaylar veriyor yazar. Gerek Figueras’ın rüyaları gerekse Küba üzerine yapılan değinilerle komünizm (ya da devrim) üstü kapalı da olsa vaat ettiklerini yapamamakla itham ediliyor. Metinde Fidel Castro’ya içten içe bilenen takıntılı bir anlatım var diyebiliriz. Eser bu bağlamda aşkın bir okumaya tabi tutulduğunda bir komünizm ya da Küba devrimi eleştirisi olarak okunabilir. Diğer yandan hayatta popüler kültürün etkin olduğunu belirtmeden geçmiyor Rosales. Toplumu heyecanlandırdığını söylediği bir sanatçı için şöyle diyor: “İşte huzurlarınızda El Puma! Joyce’un kim olduğunu bile bilmez. Bu, umurunda da değildir. Colaridge’i asla okumayacak buna hiçbir zaman ihtiyaç duymayacak. Karl Marx’ın 18 Brumaire’sini asla çalışmayacak. Hiçbir zaman çılgınca, her şeyi göze alarak bir ideolojiye bağlanmayacak; hiçbir zaman onun ihanetine uğradığını hissetmeyecek. Arzuyla, sıkı sıkıya bağlandığı bir düşünce asla kalbini paramparça edemeyecek.../… Bir devrimin üyesi olma sevincini ve onun tarafından yok edilmesini ıstırabını hiçbir zaman yaşamayacak. Sistemin ne mene şey olduğunu, nasıl işlediğini asla bilmeyecek.”. Rosales bu sözleriyle bir zamanlar kendisinin de komünizm destekçisi olduğunu ama devrimin ihanetine uğradığını Figueras’a söyletiyor gibidir.
Felaketzedeler Evi’nde Latin Amerika’ya ait kitapların neredeyse tümünde görülen karamsarlığın ve kederin eksiği yok fazlası var. William Figueras şehrin sokaklarına çıktığında duyduğu her sesi kendi üzerine almakla kalmayıp illa olumsuz şekilde yorumlayan bir ruh haline sahip. Hastalıklı oluşunu hastalık haline getirdiği görülüyor. Bu hâliyle her an tetikte kötü bir şeylerin olacağı hissini okuyucuya da aktarıyor. Sokağa çıkışını “Kazananların mekânına, caddeye atıyorum kendimi” diyerek kendisi gibileri zımnen kaybedenler olarak tanımlıyor Figueras. Sabahları sütle geçiştirdiği kahvaltı sonrası televizyonu açıp vaaz dinliyor. Televizyondaki rahibin söylediklerinin hayatta bir karşılığının olmadığını gösteren önemli bir detay olarak değerlendirilebilir. Hayatın akışı içinde o vaaz anında sadece bakımevinde yaşananlar bile insan için dinin işlevsizliğini anlatmaya yetiyor. Din, vaaz ya da iyilik denilen şey görsellik, sanallık ya da yanılsamadan ibaret.
William Figueras bir süre sonra bakımevine yeni getirilen bir kadından hoşlanıyor. Kadın da kendisi gibi eski bir devrim destekçisi olan Küba göçmeni. Her ikisi de -Guillermo Rosales gibi- okuma yazma seferberliğinde bulunmuş. Ortak noktaları olduğunu gören Figueras onunla birlikte bir hayat kurabileceklerini düşünüyor. Birlikte bu planı gerçekleştirmeye karar veriyorlar. Figueras bulduğu kiralık evin ödemesini yapabilmesi için bakımevi yöneticisinden her ay adlarına tahsis edilen çeki istiyor güç bela alıyor. Aynı şeyi kadın da yapınca yönetici çeki vermek istemiyor. Kadının çekini yöneticinin elinden kapan Figueras kadınla birlikte kaçmaya çalışırken polis tarafından yakalanıyor. Bir akıl hastanesine yatırılan Figueras hastanedeki bir doktorun yardımıyla bakımevine döndüğünde kadının ailesinin onu götürdüğü söyleniyor. Bakımevi yöneticisi isterse orada kalmaya devam edebileceğini belirtiyor. O an hayatın adeta Figueras’ın damarlarından çekildiğini hissettiriyor yazar. Küçücük bir kurtuluş işareti oldukça karamsar bir metnin içinden muazzam bir ümit çıkarıyor ortaya fakat yazarın hayatının genel seyri ve karakteri bu ümidi bir çırpıda yok ediyor. Tıpkı yazdıktan sonra yok ettiği eserleri gibi. Romanın başında görülen nihilist ruh bakımevine gelen kadın ile amacı olan bir hayata dönüşüyor fakat sonlara doğru yine aslına, Rosales’in karakterine bürünüyor. Yazarın “topyekûn sürgün” oluşunun kanıtı oluyor.
Kitabın sonunda yazara dair yapılan değerlendirmede Guillermo Rosales “entelektüel öfke” olarak tanımlanıyor. Rosales’in hayatından da kesitlerin verildiği bu kısım tanımlamanın ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor. Entelektüel öfke metaforunun bir göstergesi olan Felaketzedeler Evi’nin çok katmanlı ve zor bir metin olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın kendi hayatından kesitleri huzursuz edici bir muğlaklıkla kaleme aldığı görülüyor. Her şeyden öte psikolojik bir roman olan Felaketzedeler Evi’nde olayların farkında olmasına rağmen kahramanın tepkisizliği, zaman zaman ortaya koyduğu hissizlik, sadist yönelimli cinsellik, geçmişle üstü kapalı yapılan hesaplaşma ve roman boyunca okuyucuya eşlik eden öfkeli karamsarlık yazarın ruh halini ortaya koyuyor. Latin Amerika Edebiyatı meraklılarının ilgiyle okuyacağı bir eser.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği.”
- Sezai Karakoç, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine
Edward Said (1935-2003) Filistin’de doğmuş, İsrail sorunu sebebiyle Mısır’a giderek eğitim görmüş ve eğitiminin bir kısmı da dâhil akademik hayatına ABD’de devam etmiştir. Farklı coğrafya ve kültürlere ‘savruluşunu’ bir zenginlik olarak tanımlayan Said, yaşadıklarını/düşündüklerini Yersiz Yurtsuz adlı otobiyografik çalışmasında ele almıştır. Tarihin en hümanist entelektüellerinden birisi diyebileceğimiz Said için ‘yersiz yurtsuzluk’ paha biçilmez bir mertebedir. Onun hayatını okuduğunuzda çektiği çilenin fiziki olmaktan ziyade fikri olduğunu görürsünüz. Yaşadıklarının onu insanlık idealinden koparmaması belki de en dikkate değer yönüdür. Filistin tarafından İsrail tarafına taş fırlatışı gösterdiği soyut çabanın somutlaşmış hâlidir. Said’in, silahların gölgesinde fırlattığı taş haksızlığa, hukuksuzluğa, zalimliğedir. Yersiz yurtsuzluk biraz da budur; taraf gözetmeden tüm insanlık için iyiyi isterken kötülüğün karşısında durmaktır. Kübalı Guillermo Rosales’in (1946-1993) Felaketzedeler Evi adlı eserindeki “topyekûn sürgün” tanımı beni direkt Edward Said’e götürdü: “Siyasi sürgün değilim. Topyekûn sürgünüm. Başka bir yerde, sözgelimi Brezilya, İspanya, Venezüella ya da İskandinavya’da doğmuş olsaydım oranın sokaklarından, limanlarından ve çayırlarından da kaçıyor olurdum diye düşünüyorum bazen.”. Fakat Rosales’in hayatına baktığımızda oldukça farklı bir mizacı olduğunu görüyoruz. Said yersiz yurtsuzluğunun müsebbibi olarak insanlığın anti-hümanist uygulamalarını görürken Rosales sürgünlüğünün kaynağının kendisi olduğunu düşünmektedir. Belki bu tutumu amaçsız-nihilist bir tavır olarak da tanımlayabiliriz. Buradaki değini Said-Rosales karşılaştırması değil kesinlikle. İlişkilendirmenin ‘sürgünlük’ ve ‘yersiz yurtsuzluk’ metaforlarının anlam örtüşüklüğü olduğunu söyleyebilirim. Her iki yazar kendisini bir yere ait görmüyor. Diğer taraftan Sezai Karakoç’tan yapılan alıntı belirli bir düşünsel aşamayı yakalayanlar için söz konusu anlam haznesinin evrensel bir değer taşıdığını gösteriyor. Sürgün kelimesinin anlam genişlemesini düşündüğümüzde; belki de insanın “dünyaya indirilişi” bu ‘sürgünün’ başlangıcıdır ve hayat her bireyle bir ‘sürgün’ vermektedir.
Jaguar Kitap etiketini taşıyan yüz on iki sayfalık eserin çevirisi Gökhan Aksay’a ait. Çevreye dair realist gözlemler metni zenginleştirirken kurgu ve çevirinin başarılı oluşu okumayı kolaylaştırıyor. Felaketzedeler Evi’nin yazarı Guillermo Rosales ağır psikolojik bunalımlar yaşamış bir yazar. Hatta Rus doktorlar tarafından şizofreni tanısı konulduğu belirtiliyor. 1946 yılında Havana’da doğan Rosales, 1953’te başlayıp 1959’da başarıyla sonlanan Küba devriminin destekçileri arasında yer almıştır. Çok genç yaşta önemli görevler almasına rağmen yönetim içinde tutunamamıştır. Bu yaşadıklarında asi karakteri kadar psikolojik sorunlarının da etkisi vardır. Sık sık sinir krizleri geçirmektedir. Bu sinir krizleri yüzünden askerlikle ilişiği kesilmiştir. Yakın arkadaşları Rosales’in psikolojik sorunlarının yol açtığı davranışları onun şakalarından zannetmektedir. Zira o şakacı, şifreli konuşmayı seven, teatral yeteneğiyle insanları bunaltan takıntılı biridir. Ayrıca çok çalışkan ve üretken de biridir fakat psikolojik durumu yüzünden bir işte uzun süreli çalışamamaktadır. Sadece yazmayı istemektedir. Yazdıklarını ise hiç beğenmeyen ve hemen yok eden bir yapıya sahiptir. Küba’dan ayrılmayı ve başka bir yerde yazmayı sürdürmeyi düşünmektedir. Yönetimin muhalifler için yurtdışına çıkış izni vermesi üzerine önce Madrid’e ardından Kübalı göçmenlerin yoğun yaşadığı Miami’ye geçer. Burada zaten kötü olan psikolojisinin yanına işsizlik ve parasızlık da eklenir. Kısa süre sonra hastalığından dolayı bir rehabilitasyon merkezine yatırılır. Bu işletmelerin koşulları çok kötüdür. Rosales uzun süre psikolojik tedavi görür fakat iyileşecek derecede iyi bir netice alınamaz. 1993 yılına gelindiğinde yaşadığı bunalımlar ağır gelir ve daha fazla direnemeyerek intihar eder.
Felaketzedeler Evi oldukça ilginç bir metin. Guillermo Rosales’in yaşadıklarıyla ilintileyerek kurguladığı roman sosyolojik, siyasi, ekonomik, tarihi ve en önemlisi psikolojik/psikanalitik yönleri olan bir eser. Bu yüzden farklı açılardan değerlendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Küba’dan Miami’ye gelen psikoloji rahatsızlığı olan William Figueras halası tarafından bir bakımevine yerleştiriliyor. Rosales bir yazar olduğunu söylediği karakterini kendisiyle özdeşleştiriyor ve yaşadığı hayal kırıklığını kahramanının ağzından aktarıyor. “Bir gün, ülke değiştirerek deliliği de alt edebileceğimi düşündüm; bu koca ülkeye, Amerika’ya attım kapağı.”. Onun için hiçbir şey değişmemiş hatta daha kötüye gitmiştir. Yerleştirildiği bakımevinin şartları içler acısıdır. Figueras orada yaşayan zihinsel engelli ve psikolojik açıdan sorunlu bu insanları “kaçıklar” olarak tanımlıyor. Ayrıca fiziksel engelli ve yaşlı insanların da olduğu bir yerdir burası. Yöneticinin sadece parasal mevzularla ilgilendiği bakımevinde psikopat denilebilecek bir de sorumlu bulunmaktadır. Bu adam “kaçıklara” ve diğer mağdurlara son derece kötü davranmakta, işlerini gördürmekte, kadınlardan faydalanmaktadır. İğrenç kokuların yayıldığı ve pislik içinde olan bakımevinde temizlik neredeyse hiç yapılmamakta, beslenme üstünkörü yapılan yemeklerle geçiştirilmektedir. Yazarın bakımevinde yaşayan kişileri tasvir eden cümleleri insanın içini buruyor. Gerek bakımevi yöneticisinin gerekse sorumlu kişinin buradaki insanlar üzerindeki istismarı tahammül sınırlarını zorluyor. William Figueras’ın da zaman zaman bu acımasız ve boş vermiş tavrı takındığına tanık oluyoruz. Rosales o kadar güçlü yazıyor ki hikâyeye çaresiz bir öfke eşlik ediyor. Yaşananlara rağmen kimse buradan gidemiyor diyor Figueras çünkü “Bakımevindeki herkes kimsesizdir.”. Dışarı çıktıklarında daha kötü bir hayat onları beklemektedir. Bu gerçeğin farkında olan ve burjuva hayatı yaşayan bakımevi yöneticisi devletten kişi başına aldığı paranın peşindedir. Kârını büyütmek için de bakımevi giderlerini olabildiğince kısmaktadır.
Küba’ya dair haberleri arada ziyaretine gelen bir dostu aracılığıyla alan William Figueras sık sık Fidel Castro’yu rüyasında görüyor. Eskiden itibarı olan ama şimdi bakımevinde kalan birkaç kişi ve arada dışarıda karşılaştığı insanlar üzerinden Küba’ya ilgili nostaljik detaylar veriyor yazar. Gerek Figueras’ın rüyaları gerekse Küba üzerine yapılan değinilerle komünizm (ya da devrim) üstü kapalı da olsa vaat ettiklerini yapamamakla itham ediliyor. Metinde Fidel Castro’ya içten içe bilenen takıntılı bir anlatım var diyebiliriz. Eser bu bağlamda aşkın bir okumaya tabi tutulduğunda bir komünizm ya da Küba devrimi eleştirisi olarak okunabilir. Diğer yandan hayatta popüler kültürün etkin olduğunu belirtmeden geçmiyor Rosales. Toplumu heyecanlandırdığını söylediği bir sanatçı için şöyle diyor: “İşte huzurlarınızda El Puma! Joyce’un kim olduğunu bile bilmez. Bu, umurunda da değildir. Colaridge’i asla okumayacak buna hiçbir zaman ihtiyaç duymayacak. Karl Marx’ın 18 Brumaire’sini asla çalışmayacak. Hiçbir zaman çılgınca, her şeyi göze alarak bir ideolojiye bağlanmayacak; hiçbir zaman onun ihanetine uğradığını hissetmeyecek. Arzuyla, sıkı sıkıya bağlandığı bir düşünce asla kalbini paramparça edemeyecek.../… Bir devrimin üyesi olma sevincini ve onun tarafından yok edilmesini ıstırabını hiçbir zaman yaşamayacak. Sistemin ne mene şey olduğunu, nasıl işlediğini asla bilmeyecek.”. Rosales bu sözleriyle bir zamanlar kendisinin de komünizm destekçisi olduğunu ama devrimin ihanetine uğradığını Figueras’a söyletiyor gibidir.
Felaketzedeler Evi’nde Latin Amerika’ya ait kitapların neredeyse tümünde görülen karamsarlığın ve kederin eksiği yok fazlası var. William Figueras şehrin sokaklarına çıktığında duyduğu her sesi kendi üzerine almakla kalmayıp illa olumsuz şekilde yorumlayan bir ruh haline sahip. Hastalıklı oluşunu hastalık haline getirdiği görülüyor. Bu hâliyle her an tetikte kötü bir şeylerin olacağı hissini okuyucuya da aktarıyor. Sokağa çıkışını “Kazananların mekânına, caddeye atıyorum kendimi” diyerek kendisi gibileri zımnen kaybedenler olarak tanımlıyor Figueras. Sabahları sütle geçiştirdiği kahvaltı sonrası televizyonu açıp vaaz dinliyor. Televizyondaki rahibin söylediklerinin hayatta bir karşılığının olmadığını gösteren önemli bir detay olarak değerlendirilebilir. Hayatın akışı içinde o vaaz anında sadece bakımevinde yaşananlar bile insan için dinin işlevsizliğini anlatmaya yetiyor. Din, vaaz ya da iyilik denilen şey görsellik, sanallık ya da yanılsamadan ibaret.
William Figueras bir süre sonra bakımevine yeni getirilen bir kadından hoşlanıyor. Kadın da kendisi gibi eski bir devrim destekçisi olan Küba göçmeni. Her ikisi de -Guillermo Rosales gibi- okuma yazma seferberliğinde bulunmuş. Ortak noktaları olduğunu gören Figueras onunla birlikte bir hayat kurabileceklerini düşünüyor. Birlikte bu planı gerçekleştirmeye karar veriyorlar. Figueras bulduğu kiralık evin ödemesini yapabilmesi için bakımevi yöneticisinden her ay adlarına tahsis edilen çeki istiyor güç bela alıyor. Aynı şeyi kadın da yapınca yönetici çeki vermek istemiyor. Kadının çekini yöneticinin elinden kapan Figueras kadınla birlikte kaçmaya çalışırken polis tarafından yakalanıyor. Bir akıl hastanesine yatırılan Figueras hastanedeki bir doktorun yardımıyla bakımevine döndüğünde kadının ailesinin onu götürdüğü söyleniyor. Bakımevi yöneticisi isterse orada kalmaya devam edebileceğini belirtiyor. O an hayatın adeta Figueras’ın damarlarından çekildiğini hissettiriyor yazar. Küçücük bir kurtuluş işareti oldukça karamsar bir metnin içinden muazzam bir ümit çıkarıyor ortaya fakat yazarın hayatının genel seyri ve karakteri bu ümidi bir çırpıda yok ediyor. Tıpkı yazdıktan sonra yok ettiği eserleri gibi. Romanın başında görülen nihilist ruh bakımevine gelen kadın ile amacı olan bir hayata dönüşüyor fakat sonlara doğru yine aslına, Rosales’in karakterine bürünüyor. Yazarın “topyekûn sürgün” oluşunun kanıtı oluyor.
Kitabın sonunda yazara dair yapılan değerlendirmede Guillermo Rosales “entelektüel öfke” olarak tanımlanıyor. Rosales’in hayatından da kesitlerin verildiği bu kısım tanımlamanın ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor. Entelektüel öfke metaforunun bir göstergesi olan Felaketzedeler Evi’nin çok katmanlı ve zor bir metin olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın kendi hayatından kesitleri huzursuz edici bir muğlaklıkla kaleme aldığı görülüyor. Her şeyden öte psikolojik bir roman olan Felaketzedeler Evi’nde olayların farkında olmasına rağmen kahramanın tepkisizliği, zaman zaman ortaya koyduğu hissizlik, sadist yönelimli cinsellik, geçmişle üstü kapalı yapılan hesaplaşma ve roman boyunca okuyucuya eşlik eden öfkeli karamsarlık yazarın ruh halini ortaya koyuyor. Latin Amerika Edebiyatı meraklılarının ilgiyle okuyacağı bir eser.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
24 Mayıs 2018 Perşembe
Aidiyetin, geleneğin, inancın paramparça edildiği zamanlarda yeniden Âkif Emre okumak
23 Mayıs 2017'de, 60 yaşındayken kalp krizi neticesinde vefat etmişti Âkif Emre. Bir fotoğraf paylaşılmıştı çalışma masasından; çay ve poğaça. Tıpkı yaşamı ve duruşu gibi. Sade, yalın, gerçek. O fotoğrafı hiç unutamıyorum ve o fotoğrafın yaşadığım şu hayatta nerede durduğunu çoğu zaman unutuyorum. Yeni bir ülkede yaşıyoruz sahi, yeni düşünceler, yeni duruşlar ve eskiye dair her şeyin unutuluşu. Eskiyle olan bütün irtibatın koparılışı, yok edilişi ve bir daha hatırlanmaması için her şeyin yapılması. Sürekli yeni şeyler söyleme ve yeni şeyler bekleme telaşı. Şöyle der Âkif Emre: "Yeni bir şey söylemek eski/meyen değerler üzerinden mümkündür."
Büyüyenay Yayınları, Emre'nin 'İz'ler ve Çizgisiz Defter kitaplarını neşretmişti 2015 ve 2016'da. Vefatından sonraysa Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, ondan geriye kalan diğer metinleri de okuyabilmemize imkân sağladı. Alt başlığı, içeriğini oldukça güzel ifade ediyor: Gölgeli kelimeler, ödünç alınmış hayaller. Şimdilerde Göstergeler yeniden neşredildi, 21 yıl aradan sonra gazete yazılarıyla yeniden aramızda. Yeni Şafak’ta yayınlanan ilk yazısı "Ne okuyorsan 'o'sun" başlığını taşıyordu. Yani ilk paragrafta bahsetmeye çalıştığım 'unutma' hâlini topyekûn bir reddediş. Rahmet olsun her daim.
Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, şu bölümlere sahip: Bir Teklif Bir İtiraz, Nîm-demokrat Devrin Muhasebesi, Bir Yeryüzü Tasarımı, Sekülerleşme Sınavı, Muhafazakar Neyi Muhafaza Eder?, Etnisite, Muhasebe. Peşinden eksiksiz bir dizin, 312 sayfa. Doya doya okumak, notlar almak. Bilhassa son dönemlerimiz üzerindeki perdeleri elden geldiğince aralayan, söküp atan yazılar. Şöyle en yakın zamanlarımıza yönelik bir yorumu hemen okuyalım: "Bir Müslüman'ın Müslümanlığından dolayı tek başına iktidarda olması, gücü elinde tutması, konumunun meşruiyetini sağlaması için yeterli değildir. İnanmış biri, güç ve iktidar ilişkileri bağlamında, ancak temel tasarımı, ilkeleri, adalet ve ahlâklı olması sebebiyle faziletli olur. Aksi durumda Müslüman olduğu için iktidarı zaten hak ettiği, o ne yaparsa doğruyu yapacağı vehmine kapılması kaçınılmaz. Bu durum kendine ve dolayısıyla iktidara tapınmayı gerektirir."
Âkif Emre'nin yalnız Türkiye'yi değil dünyayı yorumladığı pencere, İslamcılık penceresi. Günümüzde 'aynı' İslamcılığı kavramış, özümsemiz ve savunmuş insan sayısı ise belki bir elin parmağını geçmiyordur aydınlar arasında. Çünkü günümüzde İslamcılık, Muhafazakârlığa dönüşmüş ve dolayısıyla Amerikan menfaatleri neyi gerektiriyorsa o doğrultuda çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi gerektirecek bir hâl almış durumda. Epey oluyor. Artık her bir köşe yazarı otoriteye dönüşmüş, 'büyük oyun'u göre göre gözleri şaşı olduğundan televizyon ve belediye kapılarında proje kapmaya yönelmiş, sırtına mehter marşını yükleyip "Ortadoğu bizim!" diye haykıran birer sanal komando olmuş durumda. 6 Şubat 2016'da "Türk tipi oryantalist esatir" başlıklı yazısında “Ortadoğu'nun tapusu bizde, retoriğine sığınan muhafazakâr kesim, ne bu tapuyu okuyacak belgelere sahiptir ne de bunları elde edecek çalışma ciddiyetine ve azmine" demişti. Gerçek Hayat'ın internet sitesinde 16 Haziran 2016 tarihinde görünen bir yazı ise "Ortadoğu’nun tapusu bizde" diyordu okuyucuya. Tam da Âkif Emre'nin tarif ettiği aydın(!) tipi ve onun düşüncesi(?) bu. Gelinen son nokta, Müstağrip Aydınlar Yüzyılı'nda şöyle yer buluyor: "Türkiye'de yaşanan dönüşümle hesaplaşmadan modern, ılımlı, küresel kapitalizmle uyumlu bir modeli ihraç etmenin ve bunun sonuçlarını görmenin dayanılmaz hazzını yaşamak... Muhafazakar entelijansiyanın halet-i ruhiyesi bununla açıklanabilir. Buna 'tarihi derinlik' sosu ve 'neo-Osmanlı' perspektifi eklediğinizde entelektüel iştihanız daha da kabaracaktır."
Son dönemin hikâyesini aidiyetin, geleneğin, inancın parça parça departmanlaştığı seküler muhafazakarlık hali olarak tanımlıyor Emre. Bu hikayede kaybedenleri, mazlumları, darda ve zorda kalmışları hatırlamayan, kendinden başkasını yok sayan, olanı biteni sorgulamayan ve en büyük derdi pastadan kendine düşecek pay olan kitle için "bir büyük misyonla efsunlanmak ne dini davranıştır, ne de dini düşünüşle bağdaşır." diyor. Bir takım insanların inançlarından dolayı kendilerini üstün tutmasının, gücü ve iktidarı elinde barındırmayı hak olarak görmesinin neticesinde kibir, öfke ve nefrete bir davranış biçimi hâline geldi ve toplumsal hayatımızın her yanı siyasetin kirli yüzüne (temiz yüzü var mı?) bulandı. Gösteriş ve görgüsüzlük, nasibin ve nimetin karşılığı oluverdi. Başörtülü bir kadının beşyüz bin Türk lirasını aşan tutarlarda ciplere, araçlara binmesi eleştirildiğinde, kıskançlık ve haset söz konusu edildi. Devir rozet ve danışmanlık devri. Statükonun ve servetin dostluğu görenleri şaşkına çeviriyor: "İnsanların kazanıp helalinden harcamaları ile lümpen, saygısız bir şekilde servetini gösteriş vesilesi yapması arasında fark var. En azından toplumsal planda sergilenen sonradan görme zenginlik alametlerinin, değişimden çok yozlaşma işareti olduğu söylenebilir... İnançlarından dolayı taşıdıkları üstünlük duygusu ile güç ve iktidar sahibi olmanın getirdiği kibir görüntüsü toplumsal hayata hemen yansıyor. Üstelik daha önce karşı çıktıkları tüm davranış biçimlerini sergileyerek. İşte bu hal toplumsal değişim değil bir ahlâki çürümedir. Servetin nasıl kazanıldığı kadar nasıl harcandığı da Müslüman için sorgulanması gereken ölçüdür. Gösteriş, başkalarını yok sayan kibir, büyüklük ve de her taraftan taşan görgüsüzlük... Bu göstergeler bile değişim denilen şeyin mutlaka iyi olmadığını, tutuculukla, erdemin, ahlâkın korunma kaygısının farklı olduğunu gösterir."
Âkif Emre, kendi pusulasınca baktı dünyaya. Bu da tehlikeleri, tehditleri, tarzları ve tavırları öngörülebilir hâle getirdi çoğu zaman. Yalnız İslâm dünyasının dertlerini değil, tıpkı İslâm'ın buyur ettiği bütün insanlığın iyiliği ve güzelliği için düşündü, yazdı. Kötülüğe müdahale eden, foyayı meydana çıkaran, çakallığı ve hokkabazlığı affetmeyen tavrı ve yazıları, vefatına dek istikametine en ufak halel getirmedi. Sorularını sorarken günceli sorguladı ama geleceğin de yakasını bırakmadı. Hatta öyle sorular sordu ki bu sorular herkesin endişenmesi ve sabah-akşam düşünmesi gereken sorular oldu, tıpkı "Müslümanlık bu topraklar için ne ifade ediyor? sorusu, tüm bu hengâme içinde 'gelecek nesillere nasıl bir Müslümanlık algısı şekillendiriyoruz?' sorusundan bağımsız değil. Her şey olup bittikten sonra 'kayıp kazanç aritmetiğine hapsedilmiş bir Müslümanlık mı' yoksa 'yarınlara İslâm adına ne söylüyoruz' kaygısı mı Müslümanca sorumluluğumuzun ölçüsü olacak?" gibi.
Vefat sene-i devriyesinde Büyüyenay Yayınları'nın sosyal medya hesaplarından çok kısa bir metin yayınlandı. "Evet tam bir yıl oldu. Ardından dönen fırıldakları ve arabesk ağızları görse ne derdi diye düşünürüm hep. Şunu dediğini duyar gibi olurum: "O Zarf" işte. Allah'tan rahmet diliyorum. Ailesine ve dostlara da sabırlar." yazılmıştı. Metindeki 'O Zarf'ı anlamak için Hece dergisinin Nisan 2014 sayısına bakılmalı. Bulamayanlar, Mustafa Kirenci'nin Mimar ve Mühendis dergisinin 99. sayısındaki (Ocak-Şubat 2018) yazısına bakabilirler, şuradan. Kısaca: 1990'lı yılların başında bir gazete ortamına lüks kâğıda basılı bir davetiye gelir. Her şey o davetiyeden sonra kademe kademe değişiverir. Mesela: "Sarı saman kâğıdından mamul, mürekkep kokan dergilerin gözden ırak bir köşesine ismini yazdırmaktan ürkenler reklam afişlerinde boy göstermeye çabuk alışacaklardı. Matbaadan paket paket dergi taşıyan kalem erbabı, artık reklam ajansı yönetmeye başlamıştı. Son sayıya bir yazı yetiştirmek için âdeta doğum sancısı çeken, çayhane köşelerinde vatan kurtaranlar, deniz manzaralı ofislerde reklam sloganı bulmak için geniş salonları arşınlarken bulacaklardı kendilerini..."
Her şey bittiğinde (siyasal kavgalar, kamplaşmalar ve hatta savaşlar) geriye kalan insanların hayatla olan bağlantılarının ne durumda olacağını merak edecek kadar büyük bir yüreği vardı Âkif Emre'nin. Yazdıkları bu sebeple hâlâ nefes aldırıyor, ilham veriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Büyüyenay Yayınları, Emre'nin 'İz'ler ve Çizgisiz Defter kitaplarını neşretmişti 2015 ve 2016'da. Vefatından sonraysa Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, ondan geriye kalan diğer metinleri de okuyabilmemize imkân sağladı. Alt başlığı, içeriğini oldukça güzel ifade ediyor: Gölgeli kelimeler, ödünç alınmış hayaller. Şimdilerde Göstergeler yeniden neşredildi, 21 yıl aradan sonra gazete yazılarıyla yeniden aramızda. Yeni Şafak’ta yayınlanan ilk yazısı "Ne okuyorsan 'o'sun" başlığını taşıyordu. Yani ilk paragrafta bahsetmeye çalıştığım 'unutma' hâlini topyekûn bir reddediş. Rahmet olsun her daim.
Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, şu bölümlere sahip: Bir Teklif Bir İtiraz, Nîm-demokrat Devrin Muhasebesi, Bir Yeryüzü Tasarımı, Sekülerleşme Sınavı, Muhafazakar Neyi Muhafaza Eder?, Etnisite, Muhasebe. Peşinden eksiksiz bir dizin, 312 sayfa. Doya doya okumak, notlar almak. Bilhassa son dönemlerimiz üzerindeki perdeleri elden geldiğince aralayan, söküp atan yazılar. Şöyle en yakın zamanlarımıza yönelik bir yorumu hemen okuyalım: "Bir Müslüman'ın Müslümanlığından dolayı tek başına iktidarda olması, gücü elinde tutması, konumunun meşruiyetini sağlaması için yeterli değildir. İnanmış biri, güç ve iktidar ilişkileri bağlamında, ancak temel tasarımı, ilkeleri, adalet ve ahlâklı olması sebebiyle faziletli olur. Aksi durumda Müslüman olduğu için iktidarı zaten hak ettiği, o ne yaparsa doğruyu yapacağı vehmine kapılması kaçınılmaz. Bu durum kendine ve dolayısıyla iktidara tapınmayı gerektirir."
Âkif Emre'nin yalnız Türkiye'yi değil dünyayı yorumladığı pencere, İslamcılık penceresi. Günümüzde 'aynı' İslamcılığı kavramış, özümsemiz ve savunmuş insan sayısı ise belki bir elin parmağını geçmiyordur aydınlar arasında. Çünkü günümüzde İslamcılık, Muhafazakârlığa dönüşmüş ve dolayısıyla Amerikan menfaatleri neyi gerektiriyorsa o doğrultuda çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi gerektirecek bir hâl almış durumda. Epey oluyor. Artık her bir köşe yazarı otoriteye dönüşmüş, 'büyük oyun'u göre göre gözleri şaşı olduğundan televizyon ve belediye kapılarında proje kapmaya yönelmiş, sırtına mehter marşını yükleyip "Ortadoğu bizim!" diye haykıran birer sanal komando olmuş durumda. 6 Şubat 2016'da "Türk tipi oryantalist esatir" başlıklı yazısında “Ortadoğu'nun tapusu bizde, retoriğine sığınan muhafazakâr kesim, ne bu tapuyu okuyacak belgelere sahiptir ne de bunları elde edecek çalışma ciddiyetine ve azmine" demişti. Gerçek Hayat'ın internet sitesinde 16 Haziran 2016 tarihinde görünen bir yazı ise "Ortadoğu’nun tapusu bizde" diyordu okuyucuya. Tam da Âkif Emre'nin tarif ettiği aydın(!) tipi ve onun düşüncesi(?) bu. Gelinen son nokta, Müstağrip Aydınlar Yüzyılı'nda şöyle yer buluyor: "Türkiye'de yaşanan dönüşümle hesaplaşmadan modern, ılımlı, küresel kapitalizmle uyumlu bir modeli ihraç etmenin ve bunun sonuçlarını görmenin dayanılmaz hazzını yaşamak... Muhafazakar entelijansiyanın halet-i ruhiyesi bununla açıklanabilir. Buna 'tarihi derinlik' sosu ve 'neo-Osmanlı' perspektifi eklediğinizde entelektüel iştihanız daha da kabaracaktır."
Son dönemin hikâyesini aidiyetin, geleneğin, inancın parça parça departmanlaştığı seküler muhafazakarlık hali olarak tanımlıyor Emre. Bu hikayede kaybedenleri, mazlumları, darda ve zorda kalmışları hatırlamayan, kendinden başkasını yok sayan, olanı biteni sorgulamayan ve en büyük derdi pastadan kendine düşecek pay olan kitle için "bir büyük misyonla efsunlanmak ne dini davranıştır, ne de dini düşünüşle bağdaşır." diyor. Bir takım insanların inançlarından dolayı kendilerini üstün tutmasının, gücü ve iktidarı elinde barındırmayı hak olarak görmesinin neticesinde kibir, öfke ve nefrete bir davranış biçimi hâline geldi ve toplumsal hayatımızın her yanı siyasetin kirli yüzüne (temiz yüzü var mı?) bulandı. Gösteriş ve görgüsüzlük, nasibin ve nimetin karşılığı oluverdi. Başörtülü bir kadının beşyüz bin Türk lirasını aşan tutarlarda ciplere, araçlara binmesi eleştirildiğinde, kıskançlık ve haset söz konusu edildi. Devir rozet ve danışmanlık devri. Statükonun ve servetin dostluğu görenleri şaşkına çeviriyor: "İnsanların kazanıp helalinden harcamaları ile lümpen, saygısız bir şekilde servetini gösteriş vesilesi yapması arasında fark var. En azından toplumsal planda sergilenen sonradan görme zenginlik alametlerinin, değişimden çok yozlaşma işareti olduğu söylenebilir... İnançlarından dolayı taşıdıkları üstünlük duygusu ile güç ve iktidar sahibi olmanın getirdiği kibir görüntüsü toplumsal hayata hemen yansıyor. Üstelik daha önce karşı çıktıkları tüm davranış biçimlerini sergileyerek. İşte bu hal toplumsal değişim değil bir ahlâki çürümedir. Servetin nasıl kazanıldığı kadar nasıl harcandığı da Müslüman için sorgulanması gereken ölçüdür. Gösteriş, başkalarını yok sayan kibir, büyüklük ve de her taraftan taşan görgüsüzlük... Bu göstergeler bile değişim denilen şeyin mutlaka iyi olmadığını, tutuculukla, erdemin, ahlâkın korunma kaygısının farklı olduğunu gösterir."
Âkif Emre, kendi pusulasınca baktı dünyaya. Bu da tehlikeleri, tehditleri, tarzları ve tavırları öngörülebilir hâle getirdi çoğu zaman. Yalnız İslâm dünyasının dertlerini değil, tıpkı İslâm'ın buyur ettiği bütün insanlığın iyiliği ve güzelliği için düşündü, yazdı. Kötülüğe müdahale eden, foyayı meydana çıkaran, çakallığı ve hokkabazlığı affetmeyen tavrı ve yazıları, vefatına dek istikametine en ufak halel getirmedi. Sorularını sorarken günceli sorguladı ama geleceğin de yakasını bırakmadı. Hatta öyle sorular sordu ki bu sorular herkesin endişenmesi ve sabah-akşam düşünmesi gereken sorular oldu, tıpkı "Müslümanlık bu topraklar için ne ifade ediyor? sorusu, tüm bu hengâme içinde 'gelecek nesillere nasıl bir Müslümanlık algısı şekillendiriyoruz?' sorusundan bağımsız değil. Her şey olup bittikten sonra 'kayıp kazanç aritmetiğine hapsedilmiş bir Müslümanlık mı' yoksa 'yarınlara İslâm adına ne söylüyoruz' kaygısı mı Müslümanca sorumluluğumuzun ölçüsü olacak?" gibi.
Vefat sene-i devriyesinde Büyüyenay Yayınları'nın sosyal medya hesaplarından çok kısa bir metin yayınlandı. "Evet tam bir yıl oldu. Ardından dönen fırıldakları ve arabesk ağızları görse ne derdi diye düşünürüm hep. Şunu dediğini duyar gibi olurum: "O Zarf" işte. Allah'tan rahmet diliyorum. Ailesine ve dostlara da sabırlar." yazılmıştı. Metindeki 'O Zarf'ı anlamak için Hece dergisinin Nisan 2014 sayısına bakılmalı. Bulamayanlar, Mustafa Kirenci'nin Mimar ve Mühendis dergisinin 99. sayısındaki (Ocak-Şubat 2018) yazısına bakabilirler, şuradan. Kısaca: 1990'lı yılların başında bir gazete ortamına lüks kâğıda basılı bir davetiye gelir. Her şey o davetiyeden sonra kademe kademe değişiverir. Mesela: "Sarı saman kâğıdından mamul, mürekkep kokan dergilerin gözden ırak bir köşesine ismini yazdırmaktan ürkenler reklam afişlerinde boy göstermeye çabuk alışacaklardı. Matbaadan paket paket dergi taşıyan kalem erbabı, artık reklam ajansı yönetmeye başlamıştı. Son sayıya bir yazı yetiştirmek için âdeta doğum sancısı çeken, çayhane köşelerinde vatan kurtaranlar, deniz manzaralı ofislerde reklam sloganı bulmak için geniş salonları arşınlarken bulacaklardı kendilerini..."
Her şey bittiğinde (siyasal kavgalar, kamplaşmalar ve hatta savaşlar) geriye kalan insanların hayatla olan bağlantılarının ne durumda olacağını merak edecek kadar büyük bir yüreği vardı Âkif Emre'nin. Yazdıkları bu sebeple hâlâ nefes aldırıyor, ilham veriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Mayıs 2018 Pazartesi
Sıra dışı 'o boşluk'tan dünyaya bakış
Satırlar insanı aniden şaşkına çevirir. Bazı kitaplar vardır böyle, kurgudan müteşekkil bir dünyaya bakarken buluruz kendimizi. Sayfalara eğilirsin, kulağını dayarsın. İnsana, gerçeğe, hayata, nasıl yaklaşacağını fısıldar adeta. Elinde barutla ateşe doğru yürüyen birine yordam öğretir. Kılavuz gibidir. Birtakım işaretleri derinlemesine irdelemeyi öğretir mesela. “Şu an sen mi beni okuyorsun, ben mi seni?” demiş Doğan Yarıcı. “Gazetede gördüm, beni uyandıran gül dört nokta beş şiddetinde bir sarsıntı.” Birdenbire söz konusu bireye -okura- yükleniyor. Damardan yakalıyor adeta. “Neyin okuruyum ben?” sorusunu çarçabuk zihnimden geçiriyorum. Varoluşun neresinde olduğumuza dair bir afallama durumu bu. “Mangal kömürü. Bir kez bütünüyle yandıktan sonra tekrar yanmanın olasılığı.” Aynı yanlışa tekrar düşer gibi “kömür” ve “yanmak” kelimeleriyle bizi sınıyor yazar.
“Teyzemi gördüm.” diyor yazar. “Birazına tanığım, ömrünün çoğunu çarşaflar, nevresimler, yastık ve yorgan kılıfları, evlatları muntazam olsun diye harcamış.”
Birbirine benzer teyzeleri imliyor. Dilerseniz öyküsel bir dünyaya kapı aralayabiliyorsunuz. “Pencereden, seksen yıllık sağlıklı bir hayat. Çinko tavanlı, rutubetli, büyük beton binaların arasında sıkışıp kalmış. Varla yok arası. Dışarıya bakınca sürekli bir yaşam görünüyor. Ne aldatıcı! İçeriyi yaratan insan.” Fazla zorlanmıyorsunuz. Gerçek resmedilmiş. Neyi kaybettiğimizin farkındadır yazar. “Samsun ve Ordu yavaşça geçti sol yanımdan gece.” Otobüs, insan, şehir… Yetmez derseniz; bir de gece…
Tehlikeli bir cümle bizi iki şehrin arasına sıkıştırıyor. Yavaşça oluyor bu. Yolcu ne düşünüyor? Bunu asla bilemiyoruz. Belki tahmin yürütüyoruz. “Sürekli göç eden kuşlar, bugün günlerden ne? diye sormuyor.” İnsanın göçebesi, göçmen kuşlara karşı her zaman bin-sıfır önde diyor yazar aslında. “Trafik levhaları sürekli, çok azına uyumadım, hepsi doğuyu, doğruyu gösteriyordu.” Yönü doğuya bakan birinin kaygısız olacağından emin. Doğan Yarıcı öykü, deneme, şiirden sonra sıra dışı bir roman ile karşımızda yky’den çıkan kitabıyla hacimli bir çalışmaya imza atmış. Modern mesneviyi anımsatıyor aslında. “Bir çift gördüm, tekti.” O kadar uyumlu ki bu çift, “beraber” açılıyor okura. “Bazı sorular, vitrinlerde. Biz bütün bu kitapları niye okuduk, bu müzikleri neden dinledik, bu filmler niçin yapıldı?”
Yazar bize bir şey önermiyor giderken. Okura güveniyor demek ki: “Önerebileceğim bir şey yok. Şöyle bir biçim, şu tür çözümler, en iyisi ve doğrusu budur diyebileceğim, kalanlar için. Ben gitmek istiyorum, dönmek zorunda kalana dek. Gitmek için nedenlerim var, dönmek için yok, şimdilik. Gerisini siz halledersiniz.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
“Teyzemi gördüm.” diyor yazar. “Birazına tanığım, ömrünün çoğunu çarşaflar, nevresimler, yastık ve yorgan kılıfları, evlatları muntazam olsun diye harcamış.”
Birbirine benzer teyzeleri imliyor. Dilerseniz öyküsel bir dünyaya kapı aralayabiliyorsunuz. “Pencereden, seksen yıllık sağlıklı bir hayat. Çinko tavanlı, rutubetli, büyük beton binaların arasında sıkışıp kalmış. Varla yok arası. Dışarıya bakınca sürekli bir yaşam görünüyor. Ne aldatıcı! İçeriyi yaratan insan.” Fazla zorlanmıyorsunuz. Gerçek resmedilmiş. Neyi kaybettiğimizin farkındadır yazar. “Samsun ve Ordu yavaşça geçti sol yanımdan gece.” Otobüs, insan, şehir… Yetmez derseniz; bir de gece…
Tehlikeli bir cümle bizi iki şehrin arasına sıkıştırıyor. Yavaşça oluyor bu. Yolcu ne düşünüyor? Bunu asla bilemiyoruz. Belki tahmin yürütüyoruz. “Sürekli göç eden kuşlar, bugün günlerden ne? diye sormuyor.” İnsanın göçebesi, göçmen kuşlara karşı her zaman bin-sıfır önde diyor yazar aslında. “Trafik levhaları sürekli, çok azına uyumadım, hepsi doğuyu, doğruyu gösteriyordu.” Yönü doğuya bakan birinin kaygısız olacağından emin. Doğan Yarıcı öykü, deneme, şiirden sonra sıra dışı bir roman ile karşımızda yky’den çıkan kitabıyla hacimli bir çalışmaya imza atmış. Modern mesneviyi anımsatıyor aslında. “Bir çift gördüm, tekti.” O kadar uyumlu ki bu çift, “beraber” açılıyor okura. “Bazı sorular, vitrinlerde. Biz bütün bu kitapları niye okuduk, bu müzikleri neden dinledik, bu filmler niçin yapıldı?”
Yazar bize bir şey önermiyor giderken. Okura güveniyor demek ki: “Önerebileceğim bir şey yok. Şöyle bir biçim, şu tür çözümler, en iyisi ve doğrusu budur diyebileceğim, kalanlar için. Ben gitmek istiyorum, dönmek zorunda kalana dek. Gitmek için nedenlerim var, dönmek için yok, şimdilik. Gerisini siz halledersiniz.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
20 Mayıs 2018 Pazar
Almaya çalışırken ödenen bedel: hayat
Batılı paradigma içinde serpilen Siyasal İslam’ın henüz irtifa kaybetmediği, patlamış bir balon gibi sönmediği aksine ziyadesiyle ümit vaat ettiği dönemlerdi. Amerika bir süre önce Sovyetlere karşı desteklediği Afganistan’ı işgal etmişti ve bizim coğrafyada Afgan cihadı miti köpürtülüyordu. ‘Amerikalıların desteğiyle’ Ruslara dünyanın kaç bucak olduğunu gösteren mücahitler şimdi Amerika’ya da haddini bildirecekti. Tam da bu dönemler bizdeki siyasallaşmış İslami kesim sisteme entegre olabilmek için kırk takla atarken, siyasallaşamamış İslami kesim asırlık ezberini tekrar ediyor, hilafetin ve silahlı mücadelenin şartlılığından, düzenin gayriislamiliğinden girip demokratik devletin tağutluğundan, destek verenin kâfirliğinden çıkıyordu. Müslümanlar bir birlik olsaydı neler yapacaklardı neler! Birlik olunması konusunda birlik olan ümmet birliğin bir araya geleceği yer/fikir/hareket konusunda birlik olamıyordu. Hepsi İslam’a diye kendi kliğine, kendi tandansına, kendi mezhebine, kendi meşrebine, kendi görüşüne, kendi dergâhına, kendi tekkesine, kendi hocasına, kendi şeyhine çağırıyordu –ki hâlâ da değişen bir şey yok. Değişen bir şey yok demişken, Said Halim Paşa’nın (1865-1921) Buhranlarımız ve Son Eserleri adlı yüz yıl öncesini anlatan kitabı bölgenin zihniyetinde asırlardır değişen bir şeyin olmadığını çok güzel özetliyor.
Konuya dönersek, ABD Afganistan’ı işgal ettiğinde kanın hızlı aktığı çağlarımdaydım. Sokaktaki vatandaşın derdi yine geçimdi –bu da değişmemiş- fakat özellikle camilerin çay ocağındaki abiler hararetle Amerika’nın Afganistan’ı işgalini konuşuyordu. Kabul edilemez bir zulümdü bu yaşananlar. Daha önemlisi Müslümanların izzeti ayaklar altındaydı, böyle yaşanmazdı. Her birinin ağzından silahlı cihat etmenin yüceliği ve farziyeti dökülüyor, arkasından sigaralar yakılıyor, çaylar tazeleniyordu. Cihat kavramını kategorize ederek uygulamadaki farklılıkları meşrulaştıranlar da yok değildi elbette fakat konumuz onlar değil. Yine o günlerden bir gün sıklıkla gittiğim caminin çay ocağında aynı konu başını almış gidiyordu. Zannedersin önümüzdeki çayların son yudumlarını almadan kalkıp Kabil’e gireceğiz. Yarım ağızla da söylense gidenlerin olduğunu duyuyorduk. Bir süre önce İran’a, Bosna’ya, Çeçenistan’a gidenlerin anlatıldığı hikâyelere yenileri ekleniyor, konuşmalar hak vermeler ve hayıflanmalar arasında gidip geliyordu. Söylemlerdeki çelişkiye dayanamayan birkaç yeni yetme olarak “madem meselenin İslami açıdan karşılığı bu, neden gitmiyoruz” deyivermiştik. Şu an hatırlıyorum da, ilginç bir ruh haliydi. Öyle ki birisi kalkın gidelim dese geri durmayacak kişiler tanıyordum. Serzeniş-soru arası bu söylemimiz “öyle damdan düşer gibi olmaz, filan hoca efendiden izin çıkmadıkça gidemeyiz” şeklinde karşılık bulmuştu. “Tırnağının üzerinde kâinatı temaşa eden şeyh efendiler” “Müslümanların izzetinin ayaklar altına alınışını” orada göremiyorlardı sanırım. Gerçi buna gerek de yoktu, postmodern dönemdeydik ve artık savaşlar televizyondan canlı yayınlanıyordu. Bu laçkalığı anlamam çok uzun sürmemişti fakat meselenin sosyo-kültürel ve psikolojik boyutunu anlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekmişti. Teoriyle pratik ve/veya vahiy ile amel arasındaki uçurum inancı sarsar nitelikteydi. Silahlı cihadın kutsallığı üzerine edindiğim onca bilgi, dinlediğim vaaz, okuduğum yazı ve Müslümanların uyumsuz tavrı büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu. Bu süreçte cihadın farz olduğunu düşünen ama iş uygulamaya gelince geri duranların ruh halini az çok anlamıştım ama hâlâ eksik olan bir şeyler vardı. Yahya Konuk müstear ismiyle Bülend Tokgöz’ün yazdığı Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikâyesi adlı özeleştiri içeren çalışma havsalamdaki kopuk yanıtların büyük bölümünü birbirine bağlamıştı. Kitap her şeyden önce bölgeye dair sosyolojik bir değerlendirme içeriyordu ve insanın daha doğrusu -özellikle de cihada giden- Müslümanların psikolojileri hakkında önemli açılımlar sunuyordu. Bülend Tokgöz en kısa haliyle gerek yönetim kademesindeki gerekse asker pozisyonundaki mücahitlerin yeterli İslami bilgiye ve savaşacak teknik anlayışa sahip olmadıklarını söylüyordu. Söylediği diğer bir önemli şey ise cihada gelenlerin gelmeden önceki hayatlarında içe kapanık, pasif, başarısız, ötekileştirilmiş, tutunamamış, çoğunlukla psikolojik sorunları olan bunalımlı karakterler oluşuydu. Dolayısıyla cihat bölgesindeki davranışları da bu minvalde oluyordu. Zaten geldikleri yerde umduklarını da bulamıyorlardı. Nasıl ki cihadı zorunluluk olarak gören ama bir şekilde gitmemeyi seçenlerin ruh hâlini görerek anlamıştım, Bülend Tokgöz’ün eseri de cihada gidenlerin (en azından çoğunluğunun) ruh halini anlamama yardımcı olmuştu. Konu hakkında daha detaylı bilgi için İslam’ın Psikanalizi eseriyle Müslümanların bilinçaltını (ve dinamiklerini) göstermeye çalışan Fethi Benslama’nın (1951) kısa bir süre önce yayınlanan Ölüm Siyaseti: Cihatçı "Üst-Müslümanlar" isimli eserine bakılabilir. Benslama, DAEŞ özelinde ele aldığı konuyu psikanalitik açıdan irdeliyor ve “Cihatçı Üst-Müslümanlar”ın sahip olduğu psikolojiye dair tespit ve çıkarımlarını yaptığı klinik çalışmalarla destekliyor. Bu bağlamda köktenci diye tanımlanan örgütlere (daha iyi ve/veya işe yarar bir Müslüman olmak için) katılan kişilerin psikolojik durumlarını analiz eden yazarın söyledikleri çok önemli. Özellikle bu eğilimi gösterenlerin çoğunluğunun belirli bir yaş aralığında olması ve hayata karşı hayal kırıklığına uğramaları ortak noktaları olarak göze çarpıyor. Gitmemeyi seçenlerin sisteme uyumu sağladığından henüz (modern) hayatla olan bağlarını koparmadığı görülüyor. Buradaki pragmatist uyum kısmen ‘başarı’ ya da ötelenen-ütopist bir ‘ümit’ olarak ele alınabilir.
Bu uzun giriş Bedel isimli kitaba dair değerlendirme içindi. April Yayınları tarafından neşredilen Bedel, Elliot Ackerman’a ait bir roman. İki yüz yirmi iki sayfalık eseri Türkçeye Algan Sezgintüredi çevirmiş. Genel çerçevede yazar hayatın bir bedel olduğunu anlatıyor diyebiliriz: Almaya çalışırken ödenen bir bedel… Elliot Ackerman, hikâyenin geçtiği Afganistan’da görev yapmış bir ABD’li. Esere bu açıdan baktığımızda bölgenin sosyolojik, coğrafi ve kültürel durumunu iyi tahlil ettiği görülüyor. Diğer taraftan Afganistan ve savaş denildiğinde akla ilk gelen cihat oluyor fakat kitapta bildiğimiz manada cihat kavramına çok fazla vurgu bulunmuyor. Savaşan kesimlerin kendi bölgelerindeki gücü elinde bulundurmak isteyen örgütümsü yapılar olduğunu görüyoruz. Cihat kavramı yerine ise kültürel yapı ve gelenekler öne çıkarılıyor. Kullanılan yanlı dilden ziyade anlatılanların gerçeklerle büyük oranda örtüşüyor olması asıl rahatsız edici durum. Yazarın romanı propaganda amaçlı yazdığı söylenebilir elbette. Tıpkı Bülend Tokgöz’ün cihat kavramını ve mücahitleri itibarsızlaştırmakla suçlanması gibi. Fakat cihat adı altında yapılanlar ve sonuçları değerlendirildiğinde hiç de iç açıcı bir manzara çıkmıyor ortaya. Bu yüzden esere salt roman olarak bakmak ne kadar sorunluysa katıksız propaganda malzemesi olarak bakmak da o denli sorunlu diye düşünüyorum.
Elliot Ackerman, Afganistan’ın neredeyse tamamında süregiden savaşın lokal bir bölgedeki yansımalarını ele alıyor. Birbirine üstünlük kurmaya çalışan küçük askeri grupların (çete de denilebilir) rutin hayatı nasıl sekteye uğrattığı görülüyor. Bu gruplar yer yer tehdit ettikleri halkı katletmekten çekinmeyecek derecede gözleri dönmüş haldedir. Böylesi bir saldırıda ailesini kaybeden onlu yaşlardaki Aziz ve bir iki yaş büyük abisi Ali köylerinden ayrılmak durumunda kalıyor. Birkaç yıl gâh dilenerek gâh pazarda ayak işleri yaparak idare etmeye çalışıyorlar. Bu süreçte savaşan gruplar arasındaki çatışmalar hız kesmeden devam ediyor. Ali’nin az da olsa büyük olması sorumluluk almasını neden oluyor. Aziz babasının intikamını almaları gerektiğini düşünürken Ali onun okumasının gerektiğini söylüyor ve medreseye gönderiyor. Aziz, kültürlerinde bedel denilen ve şerefle özdeşleşmiş önemli bir uygulama olan intikamı almamalarını anlayamıyor fakat abisine de karşı çıkamıyor. Bir gün pazaryerine yapılan saldırıda Ali ağır şekilde yaralanıyor. Aziz’in hastanede tanıştığı bir asker kendi gruplarına katılması karşılığında abisine iyi bakılacağının garantisini veriyor. Başka çıkar yol bulamayan Aziz bir yandan ayağını kaybeden Ali’nin bakımı bir yandan da hem babası hem de abisi adına bedel almak için paralı askerlik yapmaya başlıyor. Gittiği askeri bölgede kendisi gibi bedel alarak şereflerini kurtarmak için gelen gençlerle karşılaşıyor. Bir yandan abisinin bakımı için para kazanma zorunluluğu bir yandan da geleneğe bağlılığın getirdiği idealist bir ruhla asker olan Aziz kısa sürede savaşın iç yüzüne tanık oluyor. Savaşan insanlardaki bıkkınlığa rağmen çaresizce devam edişlerini görüyor.
Aziz, ailesinin şerefini kurtarmak için intikam almak istediği kişi dışında kimseyle sorunu olmadığını düşünse de şartlar onu fazlasını yapmaya itiyor. Tanık olduğu olaylar bölgedeki savaşın farklı ideallere ve/veya davaya sahip düşmanlar arasında olmadığını gösteriyor. Bağlı olduğu komutanın savaşıyor gözüktüğü kişilere gizlice destek veriyor olmasının nedenini anlaması zaman alıyor. Komutan bölgeyi kontrol altında tutmak için bir düşman meydana getiriyor ve el altından destekliyor. Bu süreçte Amerikalıların savaşan gruplara silah, para ve giyecek-yiyecek desteği sağladığını fark ediyor. Savaş para kazandıran bir iş koluna dönüştürüldüğünden insanların da bunu kanıksadığı görülüyor. Ali’nin şeref meselesi olarak gördüğü savaş kârlı bir sektöre dönüşmüştür. Öyle ki, savaşan tarafların para kazanmak ve yaşamlarını devam ettirmek için savaşın bitmemesi gerektiğine inanmaktadır. Barışın gelmeyeceğini, özellikle askerlerin eliyle mümkün olamayacağını söyleyen bu insanlara göre para kazanmak ve hayatların devam ettirmek için savaş devam etmelidir. Barışı istemek faydasız değil ayrıca ahmaklıktır. Çünkü savaşarak sadece para değil güç de kazanılır. Savaşı bitirecek yegâne şey daha büyük bir savaştır.
Açıkçası romanın alt metni (ya da yazarın amacı) kitabın hemen başındaki alıntıdan belli oluyor. Buhari’den (810-870) “Harp hileden ibarettir.” şeklinde yapılan alıntı, Müslümanların bilinçaltının ortaya koymaya çalışan yazarın (ve temsil ettiği düşüncenin) bilinçaltını gayriihtiyari ortaya koyuyor. Buradan hareketle, İslami bir değer olan cihat kavramıyla kültürel/geleneksel bir değer olan bedel kavramı ilişkilendirilmeye ve/veya birbirinin anlam içeriğine indirgenmeye çalışıldığı açıkça görülüyor. Afganistan’da veya İslam coğrafyasının herhangi bir yerinde Müslümanların düşünce ve davranışlarının temelinde dini bir referans olduğu bilgisi veriliyor veya izlenimi oluşturuluyor. Hile yapmak bu bölgedeki insanların hayat anlayışı şeklinde bir sonuç çıkıyor ortaya. Fakat yukarıda da değindiğim gibi, adil olacaksak eğer, bu algının oluşmasında en az Batılılar kadar Müslümanların da etkisi/payı olduğunu söylemek gerekiyor. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de birçok dini değerin Müslümanlar tarafından araçsallaştırılarak çıkar için kullanıldığı açıkça ortada olan bir durum. Eserde de bunu görüyoruz. Ayrıca üzerinde durulabilecek bir başka konu ise Müslümanların hayatında dinin gerçekten nerede durduğu meselesi diyebiliriz. Örneğin romanın kahramanları kolaylıkla yalan söyleyebiliyor, birbirini aldatabiliyor veya rahatlıkla alkol alabiliyor ya da günün önemli bir parçası olan namaz gibi unsurlardan hemen hemen hiç bahsedilmiyor. Bu anlamda yazarı suçlamamak gerekiyor zira coğrafyaya baktığımızda çizilen resmin gerçeklik payının son derece fazla olduğu görüyoruz. Kısacası din Müslümanların hayatında kültürel bir aidiyetten başka anlam taşımıyor. Zaten benzer metinlerde İslami öğelerin egzotik bir aksesuar olarak yer verildiğine tanık oluyoruz. Yerel kültürün, kıyafetlerin ve coğrafi özelliklerin insanlar üzerindeki yansımaları oryantalist bir bakışla sunuluyor.
Romanda dikkat çekilebilecek önemli bir detay Amerika’nın üstlendiği rol diyebiliriz. Maddi imkânlarını kullanan ABD aynı coğrafyanın insanlarını birbiriyle savaştırarak bölgede üstünlük kurarak siyasi ve ekonomik kazanımlarını devam ettiriyor. Bu yıkıcı rol başta ABD olmak üzere Batı’nın kurumsallaşmış ve artık değişmeyen yapısal özelliğinden kaynaklanıyor. Üstelik Batı, sebep olduğu yıkımı kendisine kurtarıcı misyonu vererek yapıyor. Ele geçirdiği epistemolojik üstünlüğü ontolojik üstünlüğe dönüştürebiliyor. Daha önemli olan diğer bir detay ise bölge insanının ortaya koyduğu pragmatist ve saldırgan hatta vahşi tavır. Aynı değerlere sahip bölge insanı üstünlüğü ele geçirmek için birbiriyle savaşıyor. İnsan öldürmenin bu kadar ucuzlaştığı bir yerde işlenen tüm cürümlerin dava adı altında kutsanarak yapılıyor olmasının akla ve vicdana uyar hiçbir açıklaması olamaz. Bu coğrafya hiçbir ilkeye dayanmayan bu sorunlu anlayış yüzünden Batı’nın uygulamalarına maruz kalıyor. Fakat asıl mesele şu ki, Batı bu coğrafyadan el-eteğini çekse bile içimizdeki ilkesizliği ilke edinmiş iktidar sevdalılarının onlardan aşağı kalmayacak olması gerçeğiyle birlikte yaşıyoruz. Bu acı gerçek inanç ya da ideoloji meselesinden öte bir kültür ve zihniyet sorunu olarak içimizde duruyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Konuya dönersek, ABD Afganistan’ı işgal ettiğinde kanın hızlı aktığı çağlarımdaydım. Sokaktaki vatandaşın derdi yine geçimdi –bu da değişmemiş- fakat özellikle camilerin çay ocağındaki abiler hararetle Amerika’nın Afganistan’ı işgalini konuşuyordu. Kabul edilemez bir zulümdü bu yaşananlar. Daha önemlisi Müslümanların izzeti ayaklar altındaydı, böyle yaşanmazdı. Her birinin ağzından silahlı cihat etmenin yüceliği ve farziyeti dökülüyor, arkasından sigaralar yakılıyor, çaylar tazeleniyordu. Cihat kavramını kategorize ederek uygulamadaki farklılıkları meşrulaştıranlar da yok değildi elbette fakat konumuz onlar değil. Yine o günlerden bir gün sıklıkla gittiğim caminin çay ocağında aynı konu başını almış gidiyordu. Zannedersin önümüzdeki çayların son yudumlarını almadan kalkıp Kabil’e gireceğiz. Yarım ağızla da söylense gidenlerin olduğunu duyuyorduk. Bir süre önce İran’a, Bosna’ya, Çeçenistan’a gidenlerin anlatıldığı hikâyelere yenileri ekleniyor, konuşmalar hak vermeler ve hayıflanmalar arasında gidip geliyordu. Söylemlerdeki çelişkiye dayanamayan birkaç yeni yetme olarak “madem meselenin İslami açıdan karşılığı bu, neden gitmiyoruz” deyivermiştik. Şu an hatırlıyorum da, ilginç bir ruh haliydi. Öyle ki birisi kalkın gidelim dese geri durmayacak kişiler tanıyordum. Serzeniş-soru arası bu söylemimiz “öyle damdan düşer gibi olmaz, filan hoca efendiden izin çıkmadıkça gidemeyiz” şeklinde karşılık bulmuştu. “Tırnağının üzerinde kâinatı temaşa eden şeyh efendiler” “Müslümanların izzetinin ayaklar altına alınışını” orada göremiyorlardı sanırım. Gerçi buna gerek de yoktu, postmodern dönemdeydik ve artık savaşlar televizyondan canlı yayınlanıyordu. Bu laçkalığı anlamam çok uzun sürmemişti fakat meselenin sosyo-kültürel ve psikolojik boyutunu anlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekmişti. Teoriyle pratik ve/veya vahiy ile amel arasındaki uçurum inancı sarsar nitelikteydi. Silahlı cihadın kutsallığı üzerine edindiğim onca bilgi, dinlediğim vaaz, okuduğum yazı ve Müslümanların uyumsuz tavrı büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu. Bu süreçte cihadın farz olduğunu düşünen ama iş uygulamaya gelince geri duranların ruh halini az çok anlamıştım ama hâlâ eksik olan bir şeyler vardı. Yahya Konuk müstear ismiyle Bülend Tokgöz’ün yazdığı Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikâyesi adlı özeleştiri içeren çalışma havsalamdaki kopuk yanıtların büyük bölümünü birbirine bağlamıştı. Kitap her şeyden önce bölgeye dair sosyolojik bir değerlendirme içeriyordu ve insanın daha doğrusu -özellikle de cihada giden- Müslümanların psikolojileri hakkında önemli açılımlar sunuyordu. Bülend Tokgöz en kısa haliyle gerek yönetim kademesindeki gerekse asker pozisyonundaki mücahitlerin yeterli İslami bilgiye ve savaşacak teknik anlayışa sahip olmadıklarını söylüyordu. Söylediği diğer bir önemli şey ise cihada gelenlerin gelmeden önceki hayatlarında içe kapanık, pasif, başarısız, ötekileştirilmiş, tutunamamış, çoğunlukla psikolojik sorunları olan bunalımlı karakterler oluşuydu. Dolayısıyla cihat bölgesindeki davranışları da bu minvalde oluyordu. Zaten geldikleri yerde umduklarını da bulamıyorlardı. Nasıl ki cihadı zorunluluk olarak gören ama bir şekilde gitmemeyi seçenlerin ruh hâlini görerek anlamıştım, Bülend Tokgöz’ün eseri de cihada gidenlerin (en azından çoğunluğunun) ruh halini anlamama yardımcı olmuştu. Konu hakkında daha detaylı bilgi için İslam’ın Psikanalizi eseriyle Müslümanların bilinçaltını (ve dinamiklerini) göstermeye çalışan Fethi Benslama’nın (1951) kısa bir süre önce yayınlanan Ölüm Siyaseti: Cihatçı "Üst-Müslümanlar" isimli eserine bakılabilir. Benslama, DAEŞ özelinde ele aldığı konuyu psikanalitik açıdan irdeliyor ve “Cihatçı Üst-Müslümanlar”ın sahip olduğu psikolojiye dair tespit ve çıkarımlarını yaptığı klinik çalışmalarla destekliyor. Bu bağlamda köktenci diye tanımlanan örgütlere (daha iyi ve/veya işe yarar bir Müslüman olmak için) katılan kişilerin psikolojik durumlarını analiz eden yazarın söyledikleri çok önemli. Özellikle bu eğilimi gösterenlerin çoğunluğunun belirli bir yaş aralığında olması ve hayata karşı hayal kırıklığına uğramaları ortak noktaları olarak göze çarpıyor. Gitmemeyi seçenlerin sisteme uyumu sağladığından henüz (modern) hayatla olan bağlarını koparmadığı görülüyor. Buradaki pragmatist uyum kısmen ‘başarı’ ya da ötelenen-ütopist bir ‘ümit’ olarak ele alınabilir.
Bu uzun giriş Bedel isimli kitaba dair değerlendirme içindi. April Yayınları tarafından neşredilen Bedel, Elliot Ackerman’a ait bir roman. İki yüz yirmi iki sayfalık eseri Türkçeye Algan Sezgintüredi çevirmiş. Genel çerçevede yazar hayatın bir bedel olduğunu anlatıyor diyebiliriz: Almaya çalışırken ödenen bir bedel… Elliot Ackerman, hikâyenin geçtiği Afganistan’da görev yapmış bir ABD’li. Esere bu açıdan baktığımızda bölgenin sosyolojik, coğrafi ve kültürel durumunu iyi tahlil ettiği görülüyor. Diğer taraftan Afganistan ve savaş denildiğinde akla ilk gelen cihat oluyor fakat kitapta bildiğimiz manada cihat kavramına çok fazla vurgu bulunmuyor. Savaşan kesimlerin kendi bölgelerindeki gücü elinde bulundurmak isteyen örgütümsü yapılar olduğunu görüyoruz. Cihat kavramı yerine ise kültürel yapı ve gelenekler öne çıkarılıyor. Kullanılan yanlı dilden ziyade anlatılanların gerçeklerle büyük oranda örtüşüyor olması asıl rahatsız edici durum. Yazarın romanı propaganda amaçlı yazdığı söylenebilir elbette. Tıpkı Bülend Tokgöz’ün cihat kavramını ve mücahitleri itibarsızlaştırmakla suçlanması gibi. Fakat cihat adı altında yapılanlar ve sonuçları değerlendirildiğinde hiç de iç açıcı bir manzara çıkmıyor ortaya. Bu yüzden esere salt roman olarak bakmak ne kadar sorunluysa katıksız propaganda malzemesi olarak bakmak da o denli sorunlu diye düşünüyorum.
Elliot Ackerman, Afganistan’ın neredeyse tamamında süregiden savaşın lokal bir bölgedeki yansımalarını ele alıyor. Birbirine üstünlük kurmaya çalışan küçük askeri grupların (çete de denilebilir) rutin hayatı nasıl sekteye uğrattığı görülüyor. Bu gruplar yer yer tehdit ettikleri halkı katletmekten çekinmeyecek derecede gözleri dönmüş haldedir. Böylesi bir saldırıda ailesini kaybeden onlu yaşlardaki Aziz ve bir iki yaş büyük abisi Ali köylerinden ayrılmak durumunda kalıyor. Birkaç yıl gâh dilenerek gâh pazarda ayak işleri yaparak idare etmeye çalışıyorlar. Bu süreçte savaşan gruplar arasındaki çatışmalar hız kesmeden devam ediyor. Ali’nin az da olsa büyük olması sorumluluk almasını neden oluyor. Aziz babasının intikamını almaları gerektiğini düşünürken Ali onun okumasının gerektiğini söylüyor ve medreseye gönderiyor. Aziz, kültürlerinde bedel denilen ve şerefle özdeşleşmiş önemli bir uygulama olan intikamı almamalarını anlayamıyor fakat abisine de karşı çıkamıyor. Bir gün pazaryerine yapılan saldırıda Ali ağır şekilde yaralanıyor. Aziz’in hastanede tanıştığı bir asker kendi gruplarına katılması karşılığında abisine iyi bakılacağının garantisini veriyor. Başka çıkar yol bulamayan Aziz bir yandan ayağını kaybeden Ali’nin bakımı bir yandan da hem babası hem de abisi adına bedel almak için paralı askerlik yapmaya başlıyor. Gittiği askeri bölgede kendisi gibi bedel alarak şereflerini kurtarmak için gelen gençlerle karşılaşıyor. Bir yandan abisinin bakımı için para kazanma zorunluluğu bir yandan da geleneğe bağlılığın getirdiği idealist bir ruhla asker olan Aziz kısa sürede savaşın iç yüzüne tanık oluyor. Savaşan insanlardaki bıkkınlığa rağmen çaresizce devam edişlerini görüyor.
Aziz, ailesinin şerefini kurtarmak için intikam almak istediği kişi dışında kimseyle sorunu olmadığını düşünse de şartlar onu fazlasını yapmaya itiyor. Tanık olduğu olaylar bölgedeki savaşın farklı ideallere ve/veya davaya sahip düşmanlar arasında olmadığını gösteriyor. Bağlı olduğu komutanın savaşıyor gözüktüğü kişilere gizlice destek veriyor olmasının nedenini anlaması zaman alıyor. Komutan bölgeyi kontrol altında tutmak için bir düşman meydana getiriyor ve el altından destekliyor. Bu süreçte Amerikalıların savaşan gruplara silah, para ve giyecek-yiyecek desteği sağladığını fark ediyor. Savaş para kazandıran bir iş koluna dönüştürüldüğünden insanların da bunu kanıksadığı görülüyor. Ali’nin şeref meselesi olarak gördüğü savaş kârlı bir sektöre dönüşmüştür. Öyle ki, savaşan tarafların para kazanmak ve yaşamlarını devam ettirmek için savaşın bitmemesi gerektiğine inanmaktadır. Barışın gelmeyeceğini, özellikle askerlerin eliyle mümkün olamayacağını söyleyen bu insanlara göre para kazanmak ve hayatların devam ettirmek için savaş devam etmelidir. Barışı istemek faydasız değil ayrıca ahmaklıktır. Çünkü savaşarak sadece para değil güç de kazanılır. Savaşı bitirecek yegâne şey daha büyük bir savaştır.
Açıkçası romanın alt metni (ya da yazarın amacı) kitabın hemen başındaki alıntıdan belli oluyor. Buhari’den (810-870) “Harp hileden ibarettir.” şeklinde yapılan alıntı, Müslümanların bilinçaltının ortaya koymaya çalışan yazarın (ve temsil ettiği düşüncenin) bilinçaltını gayriihtiyari ortaya koyuyor. Buradan hareketle, İslami bir değer olan cihat kavramıyla kültürel/geleneksel bir değer olan bedel kavramı ilişkilendirilmeye ve/veya birbirinin anlam içeriğine indirgenmeye çalışıldığı açıkça görülüyor. Afganistan’da veya İslam coğrafyasının herhangi bir yerinde Müslümanların düşünce ve davranışlarının temelinde dini bir referans olduğu bilgisi veriliyor veya izlenimi oluşturuluyor. Hile yapmak bu bölgedeki insanların hayat anlayışı şeklinde bir sonuç çıkıyor ortaya. Fakat yukarıda da değindiğim gibi, adil olacaksak eğer, bu algının oluşmasında en az Batılılar kadar Müslümanların da etkisi/payı olduğunu söylemek gerekiyor. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de birçok dini değerin Müslümanlar tarafından araçsallaştırılarak çıkar için kullanıldığı açıkça ortada olan bir durum. Eserde de bunu görüyoruz. Ayrıca üzerinde durulabilecek bir başka konu ise Müslümanların hayatında dinin gerçekten nerede durduğu meselesi diyebiliriz. Örneğin romanın kahramanları kolaylıkla yalan söyleyebiliyor, birbirini aldatabiliyor veya rahatlıkla alkol alabiliyor ya da günün önemli bir parçası olan namaz gibi unsurlardan hemen hemen hiç bahsedilmiyor. Bu anlamda yazarı suçlamamak gerekiyor zira coğrafyaya baktığımızda çizilen resmin gerçeklik payının son derece fazla olduğu görüyoruz. Kısacası din Müslümanların hayatında kültürel bir aidiyetten başka anlam taşımıyor. Zaten benzer metinlerde İslami öğelerin egzotik bir aksesuar olarak yer verildiğine tanık oluyoruz. Yerel kültürün, kıyafetlerin ve coğrafi özelliklerin insanlar üzerindeki yansımaları oryantalist bir bakışla sunuluyor.
Romanda dikkat çekilebilecek önemli bir detay Amerika’nın üstlendiği rol diyebiliriz. Maddi imkânlarını kullanan ABD aynı coğrafyanın insanlarını birbiriyle savaştırarak bölgede üstünlük kurarak siyasi ve ekonomik kazanımlarını devam ettiriyor. Bu yıkıcı rol başta ABD olmak üzere Batı’nın kurumsallaşmış ve artık değişmeyen yapısal özelliğinden kaynaklanıyor. Üstelik Batı, sebep olduğu yıkımı kendisine kurtarıcı misyonu vererek yapıyor. Ele geçirdiği epistemolojik üstünlüğü ontolojik üstünlüğe dönüştürebiliyor. Daha önemli olan diğer bir detay ise bölge insanının ortaya koyduğu pragmatist ve saldırgan hatta vahşi tavır. Aynı değerlere sahip bölge insanı üstünlüğü ele geçirmek için birbiriyle savaşıyor. İnsan öldürmenin bu kadar ucuzlaştığı bir yerde işlenen tüm cürümlerin dava adı altında kutsanarak yapılıyor olmasının akla ve vicdana uyar hiçbir açıklaması olamaz. Bu coğrafya hiçbir ilkeye dayanmayan bu sorunlu anlayış yüzünden Batı’nın uygulamalarına maruz kalıyor. Fakat asıl mesele şu ki, Batı bu coğrafyadan el-eteğini çekse bile içimizdeki ilkesizliği ilke edinmiş iktidar sevdalılarının onlardan aşağı kalmayacak olması gerçeğiyle birlikte yaşıyoruz. Bu acı gerçek inanç ya da ideoloji meselesinden öte bir kültür ve zihniyet sorunu olarak içimizde duruyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
14 Mayıs 2018 Pazartesi
Bir şehrin şarkısı susturulunca
Kadim şehirler, yerlerini ruhsuz kentlere bıraktı. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı tam da bu noktayı anlatıyor. Şehirlerin kadim ahenklerinin bittiği, mahallelerin yerini apartman ve sitelerin aldığı bir zamanda Gönüler bize “Neyi kaybettiğini hatırla” ihtarında bulunuyor.
Nasıl şehirlerde yaşadığımız nasıl insanlar olduğumuzdan bağımsız bir soru değil. Hacı Bayramı Veli, “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin inşasıyla o şehirde yaşayan şahsiyetlerin yetiştirilmesi arasındaki bağı vurgular. Bu noktada bizim dahi yapıldığımız beton ve çelik arasındaki yerimizin sorgulanması gerekiyor. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı bu sorgulanmanın tezahürlerinden biri.
Tabii ki şehirlerin hangi malzeme ile yapıldığından daha önemli ve kritik olan soru “Şehirlerimiz hangi düşüncenin ürünü?” sorusu ve kitap da tam bu sorudan başlıyor. Yağız Gönüler; Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Akif Emre, İbrahim Zeyd Gerçik gibi bu soruyu mesele haline getiren yazarların eserlerini esaslı bir şekilde okuyarak kitap boyunca bu sorunun peşine düşüyor.
Şarkısı Biten Şehir'in bir güzelliği de röportajlar. Yağız Gönüler, “ben” diye başlayıp “ben” diye bitiren biri değil. Yaptığı alıntıları küçük müdalelerle kendisinin kılmaya tenezzül etmiyor ve kitabını bir kütüphanenin kapısı kılıyor. Aynı şekilde de Semih Akşeker ve Sinan Yılmaz gibi isimlerle yaptığı röportajlara bu kitapta yer vererek, kitabın kendi sesinden ibaret kalmamasını sağlıyor. Şarkısı Biten Şehir kendisiyle yetinmeyen okurunu bir kütüphanenin eşiğine götürüp, yol gösteren bir kitap. Kolay, kestirme, pratik ve pragmatik çözümler sunmuyor. Zaten son yüz-yüz elli yılda başımıza ne geldiyse “günü kurtarmayı” amaçlayan pratik ve pragmatik reçetelerin astarı yüzünden pahalıya gelen çözümlerinden gelmedi mi?
Şehri birbirinden soyut tek tek konutların bir toplamı olarak görüp tanımlamak zannediyorum ki düştüğümüz en büyük tuzaklardan biri. Şehrin şarkısını susturan da bence tam olarak bu zaten. Burhan Eren’in Turgut Cansever ile yaptığı söyleşi kitabın son sözünü teşkil ediyor. Cansever bu söyleşide “Ortak güzellik duygusu temelidir. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O zaman Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir. Bu değerler allak bullak edildi. Ne için? Paris’e benzemek için. Hangi Paris’e? Bonapart’ın isyan edebilecek Fransız halkını top ateşine tutup bastırabilmek için tasarladığı Paris’e… Bu değerleri ve eserleri görmemizi engelleyen en önemli gözlük, Batılılaşma gözlüğüdür, apartmancılıktır.” diyerek şarkıyı kimin veya neyin susturduğunu ifşa ediyor. Söz şehirleşmeden açılınca mesele, kişisel cehalet ve hırslarla izah edilebilecek kadar basit olmaktan çıkıyor. Yağız Gönüler’in kaleminden okursak mesele tam olarak şudur: “Küreselleşmenin dünya kentleri üzerindeki hâkimiyeti farklı ellerle ama aynı taktiklerle sürüyor. Büyük kentlerin en doğusuna, batısına, kuzeyine ve güneyine “yerleştirme/kaçırma” taktiği. Bu taktikte hedef kitle önce suburbia’daki gibi orta sınıftı. Ancak piyasa koşulları, azgın inşaat rantları, toprağın işgâli ve öngörülemeyen genişleme; kent coğrafyasıyla birlikte o kentte yaşayan sınıfları da birbirinden hızlı biçimde uzaklaştırdı. Artık aynı blokta oturduğu görülen ailelerin birbirlerinden çok farklı yaşamları, hiç olmazsa hayalleri var. Eskiden bir mahalleyi paylaşan ailelerin hepsinin ortak hayalleri olduğu, bir kahvehane sohbetine kulak vermekle kolayca anlaşılabilir bir şeydi.”
Şarkısı Biten Şehir bir nostalji kitabı değil bir ihtar kitabı. Unutmanın konforuna ve teslimiyetine karşı yazılmış bir hatırlatma kitabı. Evet, ihtar etmek rahatsız edicidir. Zira hatırlatmak sorumlulukları gündeme getirmektir. Yağız Gönüler, kitabında bize hangi şarkıdan mahrum kaldığımızı ihtar ediyor. Şarkısı Biten Şehir bu yüzden kıymetli bir çalışma…
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.
Nasıl şehirlerde yaşadığımız nasıl insanlar olduğumuzdan bağımsız bir soru değil. Hacı Bayramı Veli, “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin inşasıyla o şehirde yaşayan şahsiyetlerin yetiştirilmesi arasındaki bağı vurgular. Bu noktada bizim dahi yapıldığımız beton ve çelik arasındaki yerimizin sorgulanması gerekiyor. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı bu sorgulanmanın tezahürlerinden biri.
Tabii ki şehirlerin hangi malzeme ile yapıldığından daha önemli ve kritik olan soru “Şehirlerimiz hangi düşüncenin ürünü?” sorusu ve kitap da tam bu sorudan başlıyor. Yağız Gönüler; Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Akif Emre, İbrahim Zeyd Gerçik gibi bu soruyu mesele haline getiren yazarların eserlerini esaslı bir şekilde okuyarak kitap boyunca bu sorunun peşine düşüyor.
Şarkısı Biten Şehir'in bir güzelliği de röportajlar. Yağız Gönüler, “ben” diye başlayıp “ben” diye bitiren biri değil. Yaptığı alıntıları küçük müdalelerle kendisinin kılmaya tenezzül etmiyor ve kitabını bir kütüphanenin kapısı kılıyor. Aynı şekilde de Semih Akşeker ve Sinan Yılmaz gibi isimlerle yaptığı röportajlara bu kitapta yer vererek, kitabın kendi sesinden ibaret kalmamasını sağlıyor. Şarkısı Biten Şehir kendisiyle yetinmeyen okurunu bir kütüphanenin eşiğine götürüp, yol gösteren bir kitap. Kolay, kestirme, pratik ve pragmatik çözümler sunmuyor. Zaten son yüz-yüz elli yılda başımıza ne geldiyse “günü kurtarmayı” amaçlayan pratik ve pragmatik reçetelerin astarı yüzünden pahalıya gelen çözümlerinden gelmedi mi?
Şehri birbirinden soyut tek tek konutların bir toplamı olarak görüp tanımlamak zannediyorum ki düştüğümüz en büyük tuzaklardan biri. Şehrin şarkısını susturan da bence tam olarak bu zaten. Burhan Eren’in Turgut Cansever ile yaptığı söyleşi kitabın son sözünü teşkil ediyor. Cansever bu söyleşide “Ortak güzellik duygusu temelidir. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O zaman Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir. Bu değerler allak bullak edildi. Ne için? Paris’e benzemek için. Hangi Paris’e? Bonapart’ın isyan edebilecek Fransız halkını top ateşine tutup bastırabilmek için tasarladığı Paris’e… Bu değerleri ve eserleri görmemizi engelleyen en önemli gözlük, Batılılaşma gözlüğüdür, apartmancılıktır.” diyerek şarkıyı kimin veya neyin susturduğunu ifşa ediyor. Söz şehirleşmeden açılınca mesele, kişisel cehalet ve hırslarla izah edilebilecek kadar basit olmaktan çıkıyor. Yağız Gönüler’in kaleminden okursak mesele tam olarak şudur: “Küreselleşmenin dünya kentleri üzerindeki hâkimiyeti farklı ellerle ama aynı taktiklerle sürüyor. Büyük kentlerin en doğusuna, batısına, kuzeyine ve güneyine “yerleştirme/kaçırma” taktiği. Bu taktikte hedef kitle önce suburbia’daki gibi orta sınıftı. Ancak piyasa koşulları, azgın inşaat rantları, toprağın işgâli ve öngörülemeyen genişleme; kent coğrafyasıyla birlikte o kentte yaşayan sınıfları da birbirinden hızlı biçimde uzaklaştırdı. Artık aynı blokta oturduğu görülen ailelerin birbirlerinden çok farklı yaşamları, hiç olmazsa hayalleri var. Eskiden bir mahalleyi paylaşan ailelerin hepsinin ortak hayalleri olduğu, bir kahvehane sohbetine kulak vermekle kolayca anlaşılabilir bir şeydi.”
Şarkısı Biten Şehir bir nostalji kitabı değil bir ihtar kitabı. Unutmanın konforuna ve teslimiyetine karşı yazılmış bir hatırlatma kitabı. Evet, ihtar etmek rahatsız edicidir. Zira hatırlatmak sorumlulukları gündeme getirmektir. Yağız Gönüler, kitabında bize hangi şarkıdan mahrum kaldığımızı ihtar ediyor. Şarkısı Biten Şehir bu yüzden kıymetli bir çalışma…
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.
10 Mayıs 2018 Perşembe
Modernitenin ütopya arayışının distopyaya dönüşmesi
Yıllar önce S.M. Nakib el-Attas’ın (1931) İslam ve Laisizm adlı eserini okuduğumda muhayyilemdeki Batı felsefesinde entelektüel manadan bir gedik açılmıştı. Attas düşüncelerini daha sonra okuduğum İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi adlı eserinde daha da derinleştiriyordu. Gerek İslam ve Laisizm gerekse İslam, Sekülarizm Ve Geleceğin Felsefesi adlı eserlerinde birçok önemli şey söylüyordu yazar lakin benim en çok dikkatimi çekenlerden birisi, Batı düşüncesi ve hayatının Rönesans, Reformlar ve Aydınlanma sonrası laik (ya da seküler) bir biçim kazandığı düşüncesinin İslami açıdan doğru olmadığıydı. Attas’a göre zaten Hıristiyanlık insan eliyle tahrif edildiğinden yani ilahi özelliğini kaybettiğinden teknik olarak laik (ya da seküler) durumdaydı. Dolayısıyla modernizm ile ortaya çıkan yeni durum laik/seküler düşüncenin biraz daha katı hâle gelerek kabuk değiştirmesiydi. Daha sonra eserlerini büyük bir zevkle (ama hep rezervli) okuduğum Ali Şeriati (1933-1977) karşıma çıkmıştı. Şeriati’yi hala aynı zevk ve rezervle okurum zira muazzam bir paragrafın yanına öyle dogmatik bir görüş iliştiriyor ki insan şaşırmadan edemiyor. Ama benim için asıl önemli olan Şeriati’nin hemen hemen her eserinde Attas’ın bu projeksiyonunu Müslümanların tarihine de tutuyor ve düşüncesini “Dine Karşı Din” şeklinde billurlaştırıyor olmasıydı.
İslam düşüncesi bir yana modernizm ve postmodernizm ekseninde gerçekleştirdiğim okumalarım Batı felsefesinin seyrini göstermişti. Burada ismini anamayacağım kadar çok olan bu değerli eleştiri ve değerlendirmelerin hemen hemen hepsi Batı felsefesine içkin olduğundan farklı bir bakış açısının eksikliğini hissediyordum. Yaklaşık yüz elli yıldır İslam dünyasının Batı eleştirileri bulunuyor fakat büyük çoğunluğu yüzeyselliği aşamayan, özgünlüğe ulaşamayan ve eskiyi kutsayan basmakalıp eleştiriler. Açıkçası Attas ve Şeriati’den sonra Mustafa Aydın’ın Moderniteye Dışarıdan Bakmak ve Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar isimli kitapları zihnimdeki muğlaklığa iyi gelmişti. Sanırım bu bağlamda Malik Bin Nebi’yi de (1905-1973) söylemem gerekiyor. Konuyla ilgili okumalarım bunlarla sınırlı değil elbette fakat modernizm ve postmodernizme dair düşüncelerimde bu eserler önemli köşe taşlarıdır diyebilirim.
Doğu ya da Batı fark etmiyor, teorik olan şey insan vasıtasıyla pratiğe dönüştürüldüğünde aslını kaybetmeye mahkûm oluyor. Zira insan, ilkesel bir çerçeve çizen teoriyi eğilim ve zaaflarına kurban ederek bambaşka bir olguya dönüştürüyor. Bir anlamda insanlık tarihi de diyebileceğimiz dinler tarihini ve -kısmen- ideolojilerin teori-pratik paradoksunu bu durumu kanıtlayan panoramik bir örnek olarak görmek mümkün. Meselenin geldiği noktada insan bu değişim ve dönüşümü nasıl gerçekleştiriyor sorusunun yanıtı önem kazanıyor. Müslümanların tarihini bu anlamda okumak oldukça zor gibi görünüyor. Belki de hem entelektüel manada yetersiz hem de kültürel anlamda hazırlıksız olduğumuz için henüz çok erken diyebiliriz. Fakat Batı tarihi uzun süredir hem kendi içinden hem de harici eleştirilere açık bulunuyor. Durmayışını da gelen eleştirileri kullanarak yolunu açmaya devam edişine bağlayabiliriz. Yalnız buradaki eleştirel bakışı gerçekleştirebilmek belirli bir yetkinliğe ve özgünlüğe sahip olmaktan geçiyor. Etkisi de bu özelliklerden kaynaklanıyor elbette.
Mahya Yayıncılık etiketiyle kısa süre önce yayınlanan Seküler Aklın Haritası bu yetkinliği ve özgünlüğü bünyesinde barındıran bir kitap. Mısırlı bir akademisyen olan Haccac Ali imzasını taşıyan "Modernitenin Tanrısız Ütopya Arayışı" alt başlıklı eseri Türkçeye Selim Sezer kazandırmış. İki yüz seksen sekiz sayfalık eser sunuş ve sonuç kısımları hariç altı bölümden oluşuyor. Ayrıca kitabın sonunda müellifin çalışmasını gerçekleştirirken fikirlerinden faydalandığı Zygmunt Bauman (1925-2017) ve Aldülvehhab Messiri (1938-2008) ile olan yazışmalarının/görüşmelerinin yer aldığı iki ek ve çalışmayı okurken başvurulabilecek ‘Terimler Sözlüğü’ bulunuyor.
Haccac Ali çalışmasını Bauman ve Messiri’nin modernite/modernizm ve postmodernite/postmodernizm ile ilgili görüşlerini temele yerleştirerek gerçekleştiriyor. Amacını, Batılı seküler paradigmanın düşünsel haritasını süreç içinde kullanılan metaforlar aracılığıyla çıkarmak olarak belirten yazar, Bauman ve Messiri’nin bu konudaki görüşlerinin birçok yönde örtüştüğü tespitini yapıyor. Açıkçası eserin ağır içeriğinin belirli bir altyapı gerektirdiğini söylemeliyim zira hem atıflardan hem de çıkarımlardan anlamlı sonuçlar ele edebilmek bütünlükçü bir Batı felsefesi tarihi bilmeyle doğru orantılı. Özellikle Aydınlanma sonrasındaki felsefi yaklaşımların meydana getirdiği Batı kültürüne olan vukufiyet önem kazanıyor. Diğer taraftan bu durum, bizler gibi Batı dışı toplumların da hasbelkader maruz kaldığı modernizmin felsefi kökenlerinin ve sonuçlarının bilincine varmış olmak olarak da tarif edilebilir.
Haccac Ali, süreci ele alırken sekülarist modernist düşüncenin Tanrı’yı dünyadan/hayattan soyutlayarak insanı ve doğayı kutsamasıyla başladığını belirtiyor. Böylelikle dinin etkisi ortadan kaldırılarak laik/seküler düşüncenin temelleri atılıyor. Yeni kutsallar olan insan ve doğa üzerinden hümanizmin ve doğa(l) kanunlarının geçerliliğine vurgu yapıyor. Dinin tahakkümünden kurtarılan insan kendini gerçekleştirmektedir ve amaç insanlığı kendine yaraşır bir hayata taşımaktır. Sonraki aşamalarda bu kutsamadan en çok payını alan rasyonellik yani akılcılık oluyor. Akılcılığın ortaya çıkardığı yeni durumda belirleyici olarak bilimsellik öne çıkıyor ve pozitivist anlayış kendini gösteriyor. Tüm bu aşamalarla birlikte insanın manevi yönü ortadan kaldırılarak materyalist bir anlayış geliştiriliyor. Başta kutsanarak tanrılaştırılan insan doğanın bir parçası mesabesine, bir nesneye indirgeniyor ve verilen kutsallık elinden alınıyor. Hemen arkasından doğa fethedilecek, kontrol altına alınacak bir nesneye indirgeniyor ve böylelikle doğaya atfedilen kutsallık da onunla birlikte yok ediliyor. Sonuçta materyalizm ve bilimselliğin kutsandığı bir anlayış olan “modernite” ortaya çıkıyor.
Değişen dünya algısını ortaya koymaya çalışan Haccac Ali, Bauman ve Messiri’ye atıfla vurguladığı kavramlar olan “organizmacı” ve “mekanist” şeklindeki metaforların Batılı seküler paradigmanın insanı ve dünyayı/doğayı yorumlama biçimleri olduğunu belirtiyor. İnsanı (ve doğayı) bir makine olarak algılayan mekanist anlayış ya da insanı doğanın sıradan bir parçası olarak gören organizmacı anlayış ontolojik anlamda insanı basitleştirmiştir. Haccac’a göre gerek liberal düşünce ve kapitalizm gerekse sosyalist düşünce ve komünizm farklı gibi görünse de aynı kaynaklardan beslendiğinden materyalist birer ütopik ideoloji haline gelmiştir. Modernitenin birer yansıması olan bu oluşumlar iddia ettiği ve/veya vadettiği gibi insanlık için daha iyi bir hayat sunamamış aksine çok daha büyük sorunların çıkmasına neden olmuştur. Asıl önemli olan ise, seküler aklın paradigmasının oluşturduğu modernite bundan başka bir yere de çıkamayacaktır. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, insanı özgürleştirmeyi, mutluluğu, refahı, ilerlemeyi, kısacası ‘dünyada cenneti kurmayı’ vadeden modernitenin insanlık için daha büyük sorunlar ortaya çıkarması onun yanlış anlaşılmasından ya da uygulamalardaki hatalardan kaynaklanmamaktadır. Gelinen nokta modernitenin sonucundan ziyade zorunluluğudur.
Modernitenin ortaya çıkardığı sorunlu yapıya getirilen eleştiriler postmodernitenin oluşmasına yol açmıştır fakat postmodernite değerlendirildiğinde modernite için duyulan çekincelerin hemen hemen hepsinin oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla, moderniteden postmoderniteye geçiş sorunları çözememiş, hatta farklı bağlamlarda büyütmüştür. Jürgen Habermas’ın (1929) “modernizm; tamamlanmamış proje” şeklindeki değerlendirmesi önemli bir noktaya temas ediyor. Modernitenin yıkıcı sonuçlarına karşın bir ümit olarak ortaya çıkan postmoderniteye rağmen değişen çok fazla bir şeyin olmaması bir yana postmodernite yapısöküme tabii tutulduğunda moderniteye formunu veren seküler aklın postmodernitenin de aslını oluşturduğu görülür. Haccac Ali moderniteden postmoderniteye geçişi Bauman ve Messiri’den aldığı kavramlar aracılığıyla ortaya koyuyor. Bauman’a göre moderniteden postmoderniteye geçiş “katı modernite”den “akışkan modernite”ye geçiştir. Bu tanımlar Bauman’ın modernizm/modernite görüşlerinin birer özeti gibidir. Modernitedeki kesinlik ve katılık postmodernitede muğlaklığa ve akışkanlığa dönüşmüştür. Benzer şekilde Messiri ise bu süreci “katı rasyonel materyalizm”den “akışkan irrasyonel materyalizm”e geçiş şeklinde tanımlıyor. Messiri’ye göre modernite ile metafizikten soyutlanan Batılı paradigma tümüyle materyalist bir form kazanmıştır ve süreç her halükarda maddeci olarak devam etmektedir. Sonuç itibariyle her iki tanımda da görülen şey, modernitenin en baştan kazandığı seküler aklın postmodern denilen dönemde de devam ettiği yönündedir. Sürece sadece bizatihi sekülarizmin metafizik boyutu eklenmiştir.
Haccac Ali bu aşamalar gerçekleşmesinde -çalışmanın da temel noktası olan- metaforların önemine ve etkisine dikkat çekerek seküler aklın haritası dediği olguyu ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin Aydınlanma bir metafordur ve çağrıştırdığı şeyler nedeniyle insanlığın ilerlemesine, gelişmesine, özgürleşmesine atıf yapmaktadır. Benzer şekilde ilerleme, gelişme, akılcılık, bilim, hümanizm, pozitivizm, ulusçuluk gibi kavramların her biri aynı amaca hizmet eden metaforlardır. Fakat gelinen noktada insanlık Aydınlanma düşüncesinin vaatlerinden ve/veya iddialarından çok uzaktadır. Değerlendirmelerinde Bauman ve Messiri’nin kavramlaştırmalarından yardım alan Haccac Ali, ortaya çıkan seküler düşüncenin dini ekarte ederek dinsel terimleri kendine içkin olarak ama eski bağlamlarıyla birlikte kullandığını ortaya koymaya çalışıyor. Mesela seküler düşünce ‘dünyada cenneti kurmak’ gibi bir misyonla insanlığın karşısına çıkıyor. Cenneti kurmak dini bir metafordur ve öteki dünyayla bağını keserek somut dünya için böyle bir söylemde bulunmak modernist aklın insanlığı nasıl etkisi altına aldığını açıkça göstermektedir. Metaforlar, insandaki metafizik/mistik/manevi alanın soyutlanarak oluşturulan modernist düşüncede yeni bir dinsel dilin varlığını ortaya koymaktadır. İnsanda içkin/aşkın olarak bulunan manevi boşluk bu şekilde doldurulmaya çalışılmaktadır. Konu hakkında Bauman ve Messiri dışında birçok düşünüre de atıflar yapan Haccac Ali, kültürel saptamanın yapılabilmesi için kavramsal haritalandırılmanın oluşturulması gerektiğinin belirtiyor. Ona göre coğrafi haritalandırmanın yeryüzünün fiziki yapısına dair işlevinin beşeri alandaki karşılığı kavramsal haritalandırmadır ve Batı düşüncesinin kavramsal haritalandırılması da moderniteyle başlayan sekülerleşme sürecinin yapısöküme uğratılarak metaforların karşılıklarının ortaya konulmasıyla gerçekleştirilebilir. Zira modernitenin kullandığı metaforlar her ne kadar soyut görünseler de ampirik değerlerle desteklenen somut birer gerçekliğe karşılık gelirler. Bu metaforlar sayesinde ontolojik anlayış epistemolojik olarak yeniden şekillendirilerek bir yanılsama oluşturulmaktadır. Dolayısıyla sekülarizm bir illüzyondur ve Batı bu illüzyon ile diğer toplumları etkilemeye çalışmaktadır. Sekülerleşen Batı diğer toplumları hatta kendi içinde sorunlu gördüğü grupları bir yandan kendisiyle özdeşleşmeye, ilerlemeye, özgürleşmeye davet ederken bir yandan da ötekileştirmeye ve tahakküm altına almaya çalışmakta, gerekirse yok etmekte beis görmemektedir. Batı’nın bu tutumu alterenatif olarak sunulan postmodern dönemde de misliyle devam etmiştir ve aynı yanılsama yine metaforlar üzerinden oluşturulmaktadır.
Çok kapsamlı bir konunun oldukça yetkin bir şekilde ele alındığı bir eser olan Seküler Aklın Haritası’nı başta sosyal bilimciler olmak üzere Batı düşüncesine ilgi duyanlar severek okuyacaktır. Gerek yapılan atıflar gerekse ufuk açıcı çıkarımları nedeniyle çalışmanın birkaç kez okunarak gerçek manada sindirilebileceğini düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
İslam düşüncesi bir yana modernizm ve postmodernizm ekseninde gerçekleştirdiğim okumalarım Batı felsefesinin seyrini göstermişti. Burada ismini anamayacağım kadar çok olan bu değerli eleştiri ve değerlendirmelerin hemen hemen hepsi Batı felsefesine içkin olduğundan farklı bir bakış açısının eksikliğini hissediyordum. Yaklaşık yüz elli yıldır İslam dünyasının Batı eleştirileri bulunuyor fakat büyük çoğunluğu yüzeyselliği aşamayan, özgünlüğe ulaşamayan ve eskiyi kutsayan basmakalıp eleştiriler. Açıkçası Attas ve Şeriati’den sonra Mustafa Aydın’ın Moderniteye Dışarıdan Bakmak ve Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar isimli kitapları zihnimdeki muğlaklığa iyi gelmişti. Sanırım bu bağlamda Malik Bin Nebi’yi de (1905-1973) söylemem gerekiyor. Konuyla ilgili okumalarım bunlarla sınırlı değil elbette fakat modernizm ve postmodernizme dair düşüncelerimde bu eserler önemli köşe taşlarıdır diyebilirim.
Doğu ya da Batı fark etmiyor, teorik olan şey insan vasıtasıyla pratiğe dönüştürüldüğünde aslını kaybetmeye mahkûm oluyor. Zira insan, ilkesel bir çerçeve çizen teoriyi eğilim ve zaaflarına kurban ederek bambaşka bir olguya dönüştürüyor. Bir anlamda insanlık tarihi de diyebileceğimiz dinler tarihini ve -kısmen- ideolojilerin teori-pratik paradoksunu bu durumu kanıtlayan panoramik bir örnek olarak görmek mümkün. Meselenin geldiği noktada insan bu değişim ve dönüşümü nasıl gerçekleştiriyor sorusunun yanıtı önem kazanıyor. Müslümanların tarihini bu anlamda okumak oldukça zor gibi görünüyor. Belki de hem entelektüel manada yetersiz hem de kültürel anlamda hazırlıksız olduğumuz için henüz çok erken diyebiliriz. Fakat Batı tarihi uzun süredir hem kendi içinden hem de harici eleştirilere açık bulunuyor. Durmayışını da gelen eleştirileri kullanarak yolunu açmaya devam edişine bağlayabiliriz. Yalnız buradaki eleştirel bakışı gerçekleştirebilmek belirli bir yetkinliğe ve özgünlüğe sahip olmaktan geçiyor. Etkisi de bu özelliklerden kaynaklanıyor elbette.
Mahya Yayıncılık etiketiyle kısa süre önce yayınlanan Seküler Aklın Haritası bu yetkinliği ve özgünlüğü bünyesinde barındıran bir kitap. Mısırlı bir akademisyen olan Haccac Ali imzasını taşıyan "Modernitenin Tanrısız Ütopya Arayışı" alt başlıklı eseri Türkçeye Selim Sezer kazandırmış. İki yüz seksen sekiz sayfalık eser sunuş ve sonuç kısımları hariç altı bölümden oluşuyor. Ayrıca kitabın sonunda müellifin çalışmasını gerçekleştirirken fikirlerinden faydalandığı Zygmunt Bauman (1925-2017) ve Aldülvehhab Messiri (1938-2008) ile olan yazışmalarının/görüşmelerinin yer aldığı iki ek ve çalışmayı okurken başvurulabilecek ‘Terimler Sözlüğü’ bulunuyor.
Haccac Ali çalışmasını Bauman ve Messiri’nin modernite/modernizm ve postmodernite/postmodernizm ile ilgili görüşlerini temele yerleştirerek gerçekleştiriyor. Amacını, Batılı seküler paradigmanın düşünsel haritasını süreç içinde kullanılan metaforlar aracılığıyla çıkarmak olarak belirten yazar, Bauman ve Messiri’nin bu konudaki görüşlerinin birçok yönde örtüştüğü tespitini yapıyor. Açıkçası eserin ağır içeriğinin belirli bir altyapı gerektirdiğini söylemeliyim zira hem atıflardan hem de çıkarımlardan anlamlı sonuçlar ele edebilmek bütünlükçü bir Batı felsefesi tarihi bilmeyle doğru orantılı. Özellikle Aydınlanma sonrasındaki felsefi yaklaşımların meydana getirdiği Batı kültürüne olan vukufiyet önem kazanıyor. Diğer taraftan bu durum, bizler gibi Batı dışı toplumların da hasbelkader maruz kaldığı modernizmin felsefi kökenlerinin ve sonuçlarının bilincine varmış olmak olarak da tarif edilebilir.
Haccac Ali, süreci ele alırken sekülarist modernist düşüncenin Tanrı’yı dünyadan/hayattan soyutlayarak insanı ve doğayı kutsamasıyla başladığını belirtiyor. Böylelikle dinin etkisi ortadan kaldırılarak laik/seküler düşüncenin temelleri atılıyor. Yeni kutsallar olan insan ve doğa üzerinden hümanizmin ve doğa(l) kanunlarının geçerliliğine vurgu yapıyor. Dinin tahakkümünden kurtarılan insan kendini gerçekleştirmektedir ve amaç insanlığı kendine yaraşır bir hayata taşımaktır. Sonraki aşamalarda bu kutsamadan en çok payını alan rasyonellik yani akılcılık oluyor. Akılcılığın ortaya çıkardığı yeni durumda belirleyici olarak bilimsellik öne çıkıyor ve pozitivist anlayış kendini gösteriyor. Tüm bu aşamalarla birlikte insanın manevi yönü ortadan kaldırılarak materyalist bir anlayış geliştiriliyor. Başta kutsanarak tanrılaştırılan insan doğanın bir parçası mesabesine, bir nesneye indirgeniyor ve verilen kutsallık elinden alınıyor. Hemen arkasından doğa fethedilecek, kontrol altına alınacak bir nesneye indirgeniyor ve böylelikle doğaya atfedilen kutsallık da onunla birlikte yok ediliyor. Sonuçta materyalizm ve bilimselliğin kutsandığı bir anlayış olan “modernite” ortaya çıkıyor.
Değişen dünya algısını ortaya koymaya çalışan Haccac Ali, Bauman ve Messiri’ye atıfla vurguladığı kavramlar olan “organizmacı” ve “mekanist” şeklindeki metaforların Batılı seküler paradigmanın insanı ve dünyayı/doğayı yorumlama biçimleri olduğunu belirtiyor. İnsanı (ve doğayı) bir makine olarak algılayan mekanist anlayış ya da insanı doğanın sıradan bir parçası olarak gören organizmacı anlayış ontolojik anlamda insanı basitleştirmiştir. Haccac’a göre gerek liberal düşünce ve kapitalizm gerekse sosyalist düşünce ve komünizm farklı gibi görünse de aynı kaynaklardan beslendiğinden materyalist birer ütopik ideoloji haline gelmiştir. Modernitenin birer yansıması olan bu oluşumlar iddia ettiği ve/veya vadettiği gibi insanlık için daha iyi bir hayat sunamamış aksine çok daha büyük sorunların çıkmasına neden olmuştur. Asıl önemli olan ise, seküler aklın paradigmasının oluşturduğu modernite bundan başka bir yere de çıkamayacaktır. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, insanı özgürleştirmeyi, mutluluğu, refahı, ilerlemeyi, kısacası ‘dünyada cenneti kurmayı’ vadeden modernitenin insanlık için daha büyük sorunlar ortaya çıkarması onun yanlış anlaşılmasından ya da uygulamalardaki hatalardan kaynaklanmamaktadır. Gelinen nokta modernitenin sonucundan ziyade zorunluluğudur.
Modernitenin ortaya çıkardığı sorunlu yapıya getirilen eleştiriler postmodernitenin oluşmasına yol açmıştır fakat postmodernite değerlendirildiğinde modernite için duyulan çekincelerin hemen hemen hepsinin oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla, moderniteden postmoderniteye geçiş sorunları çözememiş, hatta farklı bağlamlarda büyütmüştür. Jürgen Habermas’ın (1929) “modernizm; tamamlanmamış proje” şeklindeki değerlendirmesi önemli bir noktaya temas ediyor. Modernitenin yıkıcı sonuçlarına karşın bir ümit olarak ortaya çıkan postmoderniteye rağmen değişen çok fazla bir şeyin olmaması bir yana postmodernite yapısöküme tabii tutulduğunda moderniteye formunu veren seküler aklın postmodernitenin de aslını oluşturduğu görülür. Haccac Ali moderniteden postmoderniteye geçişi Bauman ve Messiri’den aldığı kavramlar aracılığıyla ortaya koyuyor. Bauman’a göre moderniteden postmoderniteye geçiş “katı modernite”den “akışkan modernite”ye geçiştir. Bu tanımlar Bauman’ın modernizm/modernite görüşlerinin birer özeti gibidir. Modernitedeki kesinlik ve katılık postmodernitede muğlaklığa ve akışkanlığa dönüşmüştür. Benzer şekilde Messiri ise bu süreci “katı rasyonel materyalizm”den “akışkan irrasyonel materyalizm”e geçiş şeklinde tanımlıyor. Messiri’ye göre modernite ile metafizikten soyutlanan Batılı paradigma tümüyle materyalist bir form kazanmıştır ve süreç her halükarda maddeci olarak devam etmektedir. Sonuç itibariyle her iki tanımda da görülen şey, modernitenin en baştan kazandığı seküler aklın postmodern denilen dönemde de devam ettiği yönündedir. Sürece sadece bizatihi sekülarizmin metafizik boyutu eklenmiştir.
Haccac Ali bu aşamalar gerçekleşmesinde -çalışmanın da temel noktası olan- metaforların önemine ve etkisine dikkat çekerek seküler aklın haritası dediği olguyu ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin Aydınlanma bir metafordur ve çağrıştırdığı şeyler nedeniyle insanlığın ilerlemesine, gelişmesine, özgürleşmesine atıf yapmaktadır. Benzer şekilde ilerleme, gelişme, akılcılık, bilim, hümanizm, pozitivizm, ulusçuluk gibi kavramların her biri aynı amaca hizmet eden metaforlardır. Fakat gelinen noktada insanlık Aydınlanma düşüncesinin vaatlerinden ve/veya iddialarından çok uzaktadır. Değerlendirmelerinde Bauman ve Messiri’nin kavramlaştırmalarından yardım alan Haccac Ali, ortaya çıkan seküler düşüncenin dini ekarte ederek dinsel terimleri kendine içkin olarak ama eski bağlamlarıyla birlikte kullandığını ortaya koymaya çalışıyor. Mesela seküler düşünce ‘dünyada cenneti kurmak’ gibi bir misyonla insanlığın karşısına çıkıyor. Cenneti kurmak dini bir metafordur ve öteki dünyayla bağını keserek somut dünya için böyle bir söylemde bulunmak modernist aklın insanlığı nasıl etkisi altına aldığını açıkça göstermektedir. Metaforlar, insandaki metafizik/mistik/manevi alanın soyutlanarak oluşturulan modernist düşüncede yeni bir dinsel dilin varlığını ortaya koymaktadır. İnsanda içkin/aşkın olarak bulunan manevi boşluk bu şekilde doldurulmaya çalışılmaktadır. Konu hakkında Bauman ve Messiri dışında birçok düşünüre de atıflar yapan Haccac Ali, kültürel saptamanın yapılabilmesi için kavramsal haritalandırılmanın oluşturulması gerektiğinin belirtiyor. Ona göre coğrafi haritalandırmanın yeryüzünün fiziki yapısına dair işlevinin beşeri alandaki karşılığı kavramsal haritalandırmadır ve Batı düşüncesinin kavramsal haritalandırılması da moderniteyle başlayan sekülerleşme sürecinin yapısöküme uğratılarak metaforların karşılıklarının ortaya konulmasıyla gerçekleştirilebilir. Zira modernitenin kullandığı metaforlar her ne kadar soyut görünseler de ampirik değerlerle desteklenen somut birer gerçekliğe karşılık gelirler. Bu metaforlar sayesinde ontolojik anlayış epistemolojik olarak yeniden şekillendirilerek bir yanılsama oluşturulmaktadır. Dolayısıyla sekülarizm bir illüzyondur ve Batı bu illüzyon ile diğer toplumları etkilemeye çalışmaktadır. Sekülerleşen Batı diğer toplumları hatta kendi içinde sorunlu gördüğü grupları bir yandan kendisiyle özdeşleşmeye, ilerlemeye, özgürleşmeye davet ederken bir yandan da ötekileştirmeye ve tahakküm altına almaya çalışmakta, gerekirse yok etmekte beis görmemektedir. Batı’nın bu tutumu alterenatif olarak sunulan postmodern dönemde de misliyle devam etmiştir ve aynı yanılsama yine metaforlar üzerinden oluşturulmaktadır.
Çok kapsamlı bir konunun oldukça yetkin bir şekilde ele alındığı bir eser olan Seküler Aklın Haritası’nı başta sosyal bilimciler olmak üzere Batı düşüncesine ilgi duyanlar severek okuyacaktır. Gerek yapılan atıflar gerekse ufuk açıcı çıkarımları nedeniyle çalışmanın birkaç kez okunarak gerçek manada sindirilebileceğini düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
9 Mayıs 2018 Çarşamba
Bir film yaşamla ne kadar iç içedir?
"Neticede olan çocuklara oluyor doktor. Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını."
- Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Filmler ve diziler bizim hayatımıza işledikçe, hayatımızla bir temas kurdukça kalıcı olurlar. Hikâyenin gerçekçiliği, gördüğümüz detayların felsefi ya da mistik tarafları, dilin zengin biçimde kullanımı o filmleri ve dizileri sevmemizde önemli sebepler olabilir. Bazen sade ve akıcı, bazen de yoğun ve yorucu filmler ruhumuzu ayağa kaldırır. Türk dizi tarihinden birkaç örnek vermek gerekirse; Bizimkiler, Süper Baba, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar, Avrupa Yakası, Behzat Ç, Ezel, İçerde, Suskunlar, Leyla ile Mecnun, son dönemde Çukur, Şahsiyet ve Dip bu anlamda kıymetli diye düşünüyorum.
Diziler şimdilerde çok tartışılan süreleri sebebiyle hayatımızda daha geniş yer kaplıyor. Üstelik bazıları birkaç yıl sürüyor. Filmlerin ise süresi neredeyse belli, vizyondan sonra neredeyse unutuluyor. Bazıları hariç elbette. Bunları saymakla bitiremeyiz ama aklıma gelenlerden birkaçını hemen sıralamak isterim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Yol, Eşkıya, Masumiyet, Gemide, Tabutta Rövaşata, Kader, Gönül Yarası, Babam ve Oğlum, Av Mevsimi, Devrim Arabaları, Ağır Roman, Kış Uykusu, Kelebeğin Rüyası, Nefes, Daha...
Ercan Kesal, son yıllarda hayatımıza en kritik yerlerinden temas eden hikâyeler, denemeler, romanlar kaleme almakla kalmadı bir de yazdığı senaryolarla, oynadığı filmlerle ve dizilerle hayatımızda şimdiden kalıcı bir iz bıraktı. Bir Zamanlar Anadolu'da, yönetmen koltuğunda Nuri Bilge Ceylan'ın oturduğu ve senaryo ekibinde Ercan Kesal'ın da yer aldığı önemli bir filmdi. Neden önemliydi? Çünkü ölümün, hayatın içinde nasıl bir yerde durduğuna dokunmak ve bu dokunuşu yaparken gerçekçiliği korumak, o gerçeklikteki felsefeyi konuşturmak, her karakterin izleyicide iz bırakması, çok önemli birer meziyet.
Ercan Kesal, doktorluğunun henüz başında taşrada görev alır. Farklı topraklar, farklı insanlar, farklı iklimler. Şüphesiz taşranın yaşattıkları farklıdır, çoğu zaman da insanın yazım sürecini etkiler. Nitekim Kesal'ın tüp kitaplarında bunu zaten görüyoruz. Filmde ise tamamen içine giriyoruz hikâyenin, yaşıyoruz. Çünkü yönetmen ve oyuncular yaşatıyor. Zamanı, geçmişi tadıyoruz. Hikâyenin hem acımasızlığını hem de doğallığını uzun uzun yaşıyoruz. Zaten film de kısa düşünülen ama uzun geçilen, yavaş geçilen bir sürecin hediyesi. Zaten Kesal bu sürece bizi de dâhil ediyor, söylüyor: "Korkmadan, uzun uzun, hayattaki gibi yazmak gerek, onu anladım."
Biraz senaryo yazımıyla ilgilenen, diğer yandan derinlikli filmlere merak duyan biri olarak günceyi önemli notlar alarak okudum. Kesal buna zorluyor okuyucuyu. Eğer diyor böyle işlere girişeceksen, şu şu işleri ciddiye al, şunlarıysa daha ciddiye al. Elli, yüz, belki beş yüz sayfa yazsan da başa dönebilirsin bunu unutma. Yeniden yazabilirsin. Başa dönmek zaten yeniden ayaklanmak için bir nefes değil midir? "Ben kalbime döneceğim" der şair, "fokurdayıp pörtlemek için."
Hangi şair? Sen Nehri'nin kenarında Kesal bize söylesin kimmiş o şair: "Gece 12'den sonra Paris'te yemek yiyecek yerler bulmak çok zor. Gözünü sevdiğimin İstanbul'u. Şimdi nohutlu pilav ya da Bambi'den döner dürüm olsa ne güzel yenirdi. Kapanmak üzere olan bir fast foodçudan kola, patates ve çizburger alıp Sen Nehri'nin kenarına oturduk. Tuhaf ve uçlarda gezilen bir gündü. Sen Nehri'nin ışıltılarına dalgın dalgın bakarken İsmet Özel'den bir dize geldi dilimin ucuna: "Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata"..."
İsmet Özel demişken, filmden önce şu repliği hatırlayalım:
"Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey ya, he?
- Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?"
Şimdi de İsmet Özel'in şu cümlelerini: "40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun."
Yirmi beş yıl önce doktor Ercan Kesal'ın yaşadığı bir anı, bir olay filmin meselesi. Cinayet, katil, maktul, savcı, polis, jandarma, muhtar, şoför, doktor, anne, çocuk. Karakterler az ve öz. Kesal filmde muhtar rolüne bürünüyor. Üzerindeki giysileri seçmek için çarşıya gitmesi, oyuncu seçimi, cast zorlukları, senaryonunu matematiği ve elbette çekim günlerindeyken yirmi beş yıl öncesine dönmesini sade biçimde anlatıyor. Mekan ve zaman arasında varlık bu kez de kamera yoluyla sancıyor: "Bu filmde, çok hunharca işlenmiş bir cinayetin aslında ne kadar sıradan (kendi içinde barındırdığı hikâyesiyle birlikte) algılanıp, ne kadar sakince gündelik hayatın hayhuyu içinde emilebileceğini, aslında herkesin kendi hikâyesini, kendini ne kadar önemsediğini, herkesin kendi "cinayetinin" peşinde ya da pençesinde bir garip yolculuğunu (hayat yolculuğunu) sürdürmekte olduğunu göstereceğiz. Bir şey söylemeyeceğiz. Kahramanlarımız yeteri kadar geveze ve herkes kadar suskun olacak. Hayat zaten böyle bir şey... Onu olduğundan daha farklı, daha şiddetli ya da daha uyumlu anlatmaya çalışmanın bir âlemi yok ki..."
Bir aile babası ve doktor olarak Kesal'ın kendine ait yoğunluğu film sürecine de yansıyor. Eşini ve oğlu Poyraz'ı özlüyor, sık sık evine gidiyor. Annesi ve babası için de yollara düşüyor yine sık sık, onları da ziyaret ediyor ve böylece yine geçmişle şimdi arasında keşifler yapma imkânı buluyor. Bazen de öylece duruyor, izliyor, yorum yapmadan hayatın akışındaki lezzeti tadıyor. 'Şimdi ve burada'nın farkındalığı, kalbin özgürlüğü: "Hava çok güzel. Annem, babam hâlâ hayatta ve şu evin üst katında benim oğlum var, annesiyle uyuyor. Allahım sana şükürler olsun."
Bir roman, bir günce ya da ders notları olarak okunabilir Evvel Zaman. Bir filmin inşa sürecinde diyaloglar kurabilmenin zorluğu ve yararlanabilecek kitaplar, isimler neler olabilir gibi soruların cevapları da zaman zaman çıkıyor sayfalar içinden. Bir film bizi çok yere götürür, götürmeli. Bu, filmin matematiğinden daha da mühim. 'Sinemanın şairi' Kieslowski, "İnsanlar kurallara uymak, düzenlerini korumak ve yaşamlarını sürdürmek için değil daha yüce şeyler için yaratılmıştır. Ben onun peşindeyim." demiş. Ben bu yazıyı yazarken Erkan Oğur, Derya Türkan, İlkin Deniz üçlüsünün harikulade albümü Dokunmak'ı en başından dinledim. Bir plazanın tepesinden toprağa yeniden dokunabilmenin heyecanını koklamaya çalıştım seslerin, filmin ve güncenin etkisiyle.
Ellerine sağlık Ercan Kesal ve elbette Nuri Bilge Ceylan, bir kez daha.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Filmler ve diziler bizim hayatımıza işledikçe, hayatımızla bir temas kurdukça kalıcı olurlar. Hikâyenin gerçekçiliği, gördüğümüz detayların felsefi ya da mistik tarafları, dilin zengin biçimde kullanımı o filmleri ve dizileri sevmemizde önemli sebepler olabilir. Bazen sade ve akıcı, bazen de yoğun ve yorucu filmler ruhumuzu ayağa kaldırır. Türk dizi tarihinden birkaç örnek vermek gerekirse; Bizimkiler, Süper Baba, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar, Avrupa Yakası, Behzat Ç, Ezel, İçerde, Suskunlar, Leyla ile Mecnun, son dönemde Çukur, Şahsiyet ve Dip bu anlamda kıymetli diye düşünüyorum.
Diziler şimdilerde çok tartışılan süreleri sebebiyle hayatımızda daha geniş yer kaplıyor. Üstelik bazıları birkaç yıl sürüyor. Filmlerin ise süresi neredeyse belli, vizyondan sonra neredeyse unutuluyor. Bazıları hariç elbette. Bunları saymakla bitiremeyiz ama aklıma gelenlerden birkaçını hemen sıralamak isterim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Yol, Eşkıya, Masumiyet, Gemide, Tabutta Rövaşata, Kader, Gönül Yarası, Babam ve Oğlum, Av Mevsimi, Devrim Arabaları, Ağır Roman, Kış Uykusu, Kelebeğin Rüyası, Nefes, Daha...
Ercan Kesal, son yıllarda hayatımıza en kritik yerlerinden temas eden hikâyeler, denemeler, romanlar kaleme almakla kalmadı bir de yazdığı senaryolarla, oynadığı filmlerle ve dizilerle hayatımızda şimdiden kalıcı bir iz bıraktı. Bir Zamanlar Anadolu'da, yönetmen koltuğunda Nuri Bilge Ceylan'ın oturduğu ve senaryo ekibinde Ercan Kesal'ın da yer aldığı önemli bir filmdi. Neden önemliydi? Çünkü ölümün, hayatın içinde nasıl bir yerde durduğuna dokunmak ve bu dokunuşu yaparken gerçekçiliği korumak, o gerçeklikteki felsefeyi konuşturmak, her karakterin izleyicide iz bırakması, çok önemli birer meziyet.
Ercan Kesal, doktorluğunun henüz başında taşrada görev alır. Farklı topraklar, farklı insanlar, farklı iklimler. Şüphesiz taşranın yaşattıkları farklıdır, çoğu zaman da insanın yazım sürecini etkiler. Nitekim Kesal'ın tüp kitaplarında bunu zaten görüyoruz. Filmde ise tamamen içine giriyoruz hikâyenin, yaşıyoruz. Çünkü yönetmen ve oyuncular yaşatıyor. Zamanı, geçmişi tadıyoruz. Hikâyenin hem acımasızlığını hem de doğallığını uzun uzun yaşıyoruz. Zaten film de kısa düşünülen ama uzun geçilen, yavaş geçilen bir sürecin hediyesi. Zaten Kesal bu sürece bizi de dâhil ediyor, söylüyor: "Korkmadan, uzun uzun, hayattaki gibi yazmak gerek, onu anladım."
Biraz senaryo yazımıyla ilgilenen, diğer yandan derinlikli filmlere merak duyan biri olarak günceyi önemli notlar alarak okudum. Kesal buna zorluyor okuyucuyu. Eğer diyor böyle işlere girişeceksen, şu şu işleri ciddiye al, şunlarıysa daha ciddiye al. Elli, yüz, belki beş yüz sayfa yazsan da başa dönebilirsin bunu unutma. Yeniden yazabilirsin. Başa dönmek zaten yeniden ayaklanmak için bir nefes değil midir? "Ben kalbime döneceğim" der şair, "fokurdayıp pörtlemek için."
Hangi şair? Sen Nehri'nin kenarında Kesal bize söylesin kimmiş o şair: "Gece 12'den sonra Paris'te yemek yiyecek yerler bulmak çok zor. Gözünü sevdiğimin İstanbul'u. Şimdi nohutlu pilav ya da Bambi'den döner dürüm olsa ne güzel yenirdi. Kapanmak üzere olan bir fast foodçudan kola, patates ve çizburger alıp Sen Nehri'nin kenarına oturduk. Tuhaf ve uçlarda gezilen bir gündü. Sen Nehri'nin ışıltılarına dalgın dalgın bakarken İsmet Özel'den bir dize geldi dilimin ucuna: "Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata"..."
İsmet Özel demişken, filmden önce şu repliği hatırlayalım:
"Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey ya, he?
- Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?"
Şimdi de İsmet Özel'in şu cümlelerini: "40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun."
Yirmi beş yıl önce doktor Ercan Kesal'ın yaşadığı bir anı, bir olay filmin meselesi. Cinayet, katil, maktul, savcı, polis, jandarma, muhtar, şoför, doktor, anne, çocuk. Karakterler az ve öz. Kesal filmde muhtar rolüne bürünüyor. Üzerindeki giysileri seçmek için çarşıya gitmesi, oyuncu seçimi, cast zorlukları, senaryonunu matematiği ve elbette çekim günlerindeyken yirmi beş yıl öncesine dönmesini sade biçimde anlatıyor. Mekan ve zaman arasında varlık bu kez de kamera yoluyla sancıyor: "Bu filmde, çok hunharca işlenmiş bir cinayetin aslında ne kadar sıradan (kendi içinde barındırdığı hikâyesiyle birlikte) algılanıp, ne kadar sakince gündelik hayatın hayhuyu içinde emilebileceğini, aslında herkesin kendi hikâyesini, kendini ne kadar önemsediğini, herkesin kendi "cinayetinin" peşinde ya da pençesinde bir garip yolculuğunu (hayat yolculuğunu) sürdürmekte olduğunu göstereceğiz. Bir şey söylemeyeceğiz. Kahramanlarımız yeteri kadar geveze ve herkes kadar suskun olacak. Hayat zaten böyle bir şey... Onu olduğundan daha farklı, daha şiddetli ya da daha uyumlu anlatmaya çalışmanın bir âlemi yok ki..."
Bir aile babası ve doktor olarak Kesal'ın kendine ait yoğunluğu film sürecine de yansıyor. Eşini ve oğlu Poyraz'ı özlüyor, sık sık evine gidiyor. Annesi ve babası için de yollara düşüyor yine sık sık, onları da ziyaret ediyor ve böylece yine geçmişle şimdi arasında keşifler yapma imkânı buluyor. Bazen de öylece duruyor, izliyor, yorum yapmadan hayatın akışındaki lezzeti tadıyor. 'Şimdi ve burada'nın farkındalığı, kalbin özgürlüğü: "Hava çok güzel. Annem, babam hâlâ hayatta ve şu evin üst katında benim oğlum var, annesiyle uyuyor. Allahım sana şükürler olsun."
Bir roman, bir günce ya da ders notları olarak okunabilir Evvel Zaman. Bir filmin inşa sürecinde diyaloglar kurabilmenin zorluğu ve yararlanabilecek kitaplar, isimler neler olabilir gibi soruların cevapları da zaman zaman çıkıyor sayfalar içinden. Bir film bizi çok yere götürür, götürmeli. Bu, filmin matematiğinden daha da mühim. 'Sinemanın şairi' Kieslowski, "İnsanlar kurallara uymak, düzenlerini korumak ve yaşamlarını sürdürmek için değil daha yüce şeyler için yaratılmıştır. Ben onun peşindeyim." demiş. Ben bu yazıyı yazarken Erkan Oğur, Derya Türkan, İlkin Deniz üçlüsünün harikulade albümü Dokunmak'ı en başından dinledim. Bir plazanın tepesinden toprağa yeniden dokunabilmenin heyecanını koklamaya çalıştım seslerin, filmin ve güncenin etkisiyle.
Ellerine sağlık Ercan Kesal ve elbette Nuri Bilge Ceylan, bir kez daha.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
8 Mayıs 2018 Salı
Kaybolan çocukluk
“Çocuğu anlamak, insanı anlamaktır. Çocuğu düşünmek, insanı düşünmektir. Çocuğu konuşmak, insanı konuşmaktır.” Peki, bizler çocuğa dair neler yapıyoruz hayatımızda? Dijital kalelerimizin ardındaki dünyalarına hapsedilen çocuklar, özlerinde var olan ağaca çıkma, denize taş atma, sokakta oyun oynama yetilerini gün geçtikçe daha da kaybediyorlar. Ağaçlara, sulara, dağlara, ateşe anlamlar yükleyip onların da ruhları olduğunu düşünen ataların torunları bugün tablet ile TV arasında sıkışmış, ateşi evde yanan set üstü ocaktan; suyu musluktan; dağları ise televizyonlardan izliyor artık. Sokaklar ise çoktan kaybedilmiş durumda.
Evet 90’lı yıllarda son maçına çıkan çocuklar, beşte devre onda biter derken bunu kastetmiyorlardı belki ama vinçler, iş makinaları ve beton yığınları onuncu golünü çoktan attı bile. Mağlup olan çocuklar ise şimdilerde büyüdüler ve baba oldular. İşte o son golü yiyen takımın belki de en önemli oyuncusuydu Yağız Gönüler. Yazar kimliği ile babalık duygusunu birleştirerek cümlelerini ilmik ilmik nakşetmiş Unuttun Ama Çocuktun kitabında. Bir babanın endişelerinin anlatıldığı eser; dil, mekân, zaman, teknoloji, bir soruşturma başlıkları altında beş bölüme ayrılmış. Bu bölümlerde birçok düşünürü, yazarı, çocuk eğitimiyle ilgili akademisyeni görebiliyoruz. Turgut Cansever’i okuyoruz mesela. Ufki şehirlere duyulan hasret aslında geleceğimize dair duyduğumuz kaygıların bir sonucu. Çünkü ufki şehirde Türk mahalleleri var, bize ait sokaklar, oyun alanları var. Bu oyun alanları girişlerinde tabelası olmayan ancak çocukların yaratıcılıklarıyla şekillenen boş araziler, üzerine çıkılacak ağaçlar, kenarında oynanacak dereler, nehirler… Gülten Akın: “Evleri yüksek kurdular / cama, betona boğdular / usumuzdaydı unuttuk / topraktan uzakta kaldı / toprağa bağlı olanlar” derken ne kadar da haklıydı… Yola gidenin ardından eldeki tasla toprağa su döken teyzeler şimdilerde dedikodu programları izler oldular. Çocuklara aktarılacak olan kültürel birikim hurdacıya sattığımız tel dolapların içine yüklendi ve gitti. Amerikan mutfak adı verilen ve bir aralar ülkemizde de moda hâline gelen mutfak tipi, mutfakları fabrika gibi işleten Türk kadınına önce birer mikrodalga fırın aldırdı ve sonra düzen bozuldu. Geleneklerinden uzaklaşan milletler, kısa zaman içerisinde küreselleşmenin ağına düşmüş birer örümcek hâline geliyorlar. Bu bağlamda; geleneğin ve kültürün taşıyıcısı olan aile kurumuna yönelik analizleriyle de kitabın ayrı bir önemi bulunmaktadır.
Gönüler’in bir önceki kitabı olan ve yine Karakum Yayınevi tarafından yayımlanan Şarkısı Biten Şehir’de, yazarın ayrıntılı bir incelemeyle ele aldığı kent algısı temasına bu kitapta az da olsa yer verilmiş. Çocukluğumuzun en haşarı dönemlerinde çok gürültü yapınca bazı amcaların ve teyzelerin “gidin ötede oynayın” sözlerini anımsatıyor bizlere ve ekliyor; aslında ötesi denilen yer, olmayan bir mekân ve hiç yaşanılmaması gereken bir zaman dilimini işaret ediyordu. Dolayısıyla zaman ve mekâna dair yazılarda da çocukluğun ve şehirlerin yok oluşundan dem vuruluyor. Teknoloji, kitabın dördüncü bölümü ve burada teknoloji ile çocuğun belki de çocukluğun soğuk savaşından söz eden Gönüler, hafızaların tükendiğini ve dikkatlerin dağıldığından yakınıyor. Yakınmalar, hatalar, sıkıntılar; peki çözüm yolu nerede? Kitabın beşinci ve son kısmı işte kitapta söz konusu olan çocuk-şehir-medeniyet üçlemesine dair sorunlara çözüm önerileri sunuyor. Bu çözümler sıralanırken ebeveynlerin hataları da okuyucuya aktarılıyor. Bu bölümde yazar, alanlarında uzman olan birçok kişiyle söyleşmiş. Prof. Dr. Erol Göka, Prof. Dr. Kemal Sayar, Psikolog Cihan Çelik, çocuk eğitimi konusunda yazarın röportaj yaptığı isimler arasında yer alıyor. Çözüm önerileri arasında çocukları 3T’den uzak tutmak da var. Ne mi bunlar? Televizyon, tablet, telefon. Bunları kontrol etmeli, çocuğu doğaya çıkarmalı, sohbet etmesini sağlamalı… Çünkü doğada nesli tükenen ağaçlar, otlar ya da hayvanlar değil; nesli tükenen varlık: insanın ta kendisi. Akranlarından çok ekranları gören çocuk ne derece mutlu olabilir? Ne ile yetinebilir? Bir musibetin bin nasihatten daha etkili olduğunu savunan ataların bu sözündeki hikmet şuydu aslında: yaşa, deneyimle, kaybet ve yeniden ayağa kalk. Oysaki şimdi hiçbir şeyi tecrübe edemeyen çocuk kaybetmeye tahammül bile edemiyor, sonuç ise hüsran. Gönüler’in kitabını okuyan her anne, baba, eğitimci öncelikle kendi iç hesaplaşmasını yapmak zorunda kalıyor. Yazarın eleştirileri aslında okurun kendi kendine soru sormasına neden oluyor? Çünkü kitapta anlatılan başkasının değil bizzat okurun öyküsüdür ve okuyucu da bu öykü içerisinde hangi rolde olduğunu tespit ederek kendi boy aynasına bakmak zorundadır.
Kitap, arka kapağında da yazdığı gibi özetle “Geleceğe dair hayal kurarken çocuklardan ve çocukluktan bahsetmiyorsak, o gelecekten umut bekleyemeyiz. İçinde çocuğun ve çocukluğun olmadığı bir gelecek hayali, umutsuz ve ruhsuz bir geleceği işaret eder. Çocuklarımızı böyle bir geleceğe teslim edemeyiz. Onlara dair sorular sorarak işe başlamalıyız. Eğer doğru çözümler arıyorsak en önce doğru soruları sorabilme yeteneği kazanmalıyız. Eleştirmeyi, derinlemesine düşünmeyi asla terk etmemeliyiz. Bu çağda sorulacak doğru soruların hepsinde olduğu gibi aranacak cevaplar arasında da çocuklar ve çocukluk muhakkak yer almalıdır.” ana fikri doğrultusunda kaleme alınmış. Kitap, tüm büyümüş çocuklara unuttukları bir şeyi bir zamanlar çocuk olduklarını hatırlatıyor. Nâzım’ın dediği gibi, ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya da dünyamıza inecek ölüm. Bizler; çocuklarımıza teneffüs ettikleri bu yaşamı güzel kılmak, dünyayı daha da yaşanabilir bir yer yapabilmek için emek vermeye devam ettikçe, umut var olacaktır. Çocukların şeker yiyebilme ümidini yüreğinde saklı tutan eğitimcilerin ve özellikle de babaların bu kitabı okuduktan sonra endişelerinden sıyrılacağını söyleyebilirim.
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
Evet 90’lı yıllarda son maçına çıkan çocuklar, beşte devre onda biter derken bunu kastetmiyorlardı belki ama vinçler, iş makinaları ve beton yığınları onuncu golünü çoktan attı bile. Mağlup olan çocuklar ise şimdilerde büyüdüler ve baba oldular. İşte o son golü yiyen takımın belki de en önemli oyuncusuydu Yağız Gönüler. Yazar kimliği ile babalık duygusunu birleştirerek cümlelerini ilmik ilmik nakşetmiş Unuttun Ama Çocuktun kitabında. Bir babanın endişelerinin anlatıldığı eser; dil, mekân, zaman, teknoloji, bir soruşturma başlıkları altında beş bölüme ayrılmış. Bu bölümlerde birçok düşünürü, yazarı, çocuk eğitimiyle ilgili akademisyeni görebiliyoruz. Turgut Cansever’i okuyoruz mesela. Ufki şehirlere duyulan hasret aslında geleceğimize dair duyduğumuz kaygıların bir sonucu. Çünkü ufki şehirde Türk mahalleleri var, bize ait sokaklar, oyun alanları var. Bu oyun alanları girişlerinde tabelası olmayan ancak çocukların yaratıcılıklarıyla şekillenen boş araziler, üzerine çıkılacak ağaçlar, kenarında oynanacak dereler, nehirler… Gülten Akın: “Evleri yüksek kurdular / cama, betona boğdular / usumuzdaydı unuttuk / topraktan uzakta kaldı / toprağa bağlı olanlar” derken ne kadar da haklıydı… Yola gidenin ardından eldeki tasla toprağa su döken teyzeler şimdilerde dedikodu programları izler oldular. Çocuklara aktarılacak olan kültürel birikim hurdacıya sattığımız tel dolapların içine yüklendi ve gitti. Amerikan mutfak adı verilen ve bir aralar ülkemizde de moda hâline gelen mutfak tipi, mutfakları fabrika gibi işleten Türk kadınına önce birer mikrodalga fırın aldırdı ve sonra düzen bozuldu. Geleneklerinden uzaklaşan milletler, kısa zaman içerisinde küreselleşmenin ağına düşmüş birer örümcek hâline geliyorlar. Bu bağlamda; geleneğin ve kültürün taşıyıcısı olan aile kurumuna yönelik analizleriyle de kitabın ayrı bir önemi bulunmaktadır.
Gönüler’in bir önceki kitabı olan ve yine Karakum Yayınevi tarafından yayımlanan Şarkısı Biten Şehir’de, yazarın ayrıntılı bir incelemeyle ele aldığı kent algısı temasına bu kitapta az da olsa yer verilmiş. Çocukluğumuzun en haşarı dönemlerinde çok gürültü yapınca bazı amcaların ve teyzelerin “gidin ötede oynayın” sözlerini anımsatıyor bizlere ve ekliyor; aslında ötesi denilen yer, olmayan bir mekân ve hiç yaşanılmaması gereken bir zaman dilimini işaret ediyordu. Dolayısıyla zaman ve mekâna dair yazılarda da çocukluğun ve şehirlerin yok oluşundan dem vuruluyor. Teknoloji, kitabın dördüncü bölümü ve burada teknoloji ile çocuğun belki de çocukluğun soğuk savaşından söz eden Gönüler, hafızaların tükendiğini ve dikkatlerin dağıldığından yakınıyor. Yakınmalar, hatalar, sıkıntılar; peki çözüm yolu nerede? Kitabın beşinci ve son kısmı işte kitapta söz konusu olan çocuk-şehir-medeniyet üçlemesine dair sorunlara çözüm önerileri sunuyor. Bu çözümler sıralanırken ebeveynlerin hataları da okuyucuya aktarılıyor. Bu bölümde yazar, alanlarında uzman olan birçok kişiyle söyleşmiş. Prof. Dr. Erol Göka, Prof. Dr. Kemal Sayar, Psikolog Cihan Çelik, çocuk eğitimi konusunda yazarın röportaj yaptığı isimler arasında yer alıyor. Çözüm önerileri arasında çocukları 3T’den uzak tutmak da var. Ne mi bunlar? Televizyon, tablet, telefon. Bunları kontrol etmeli, çocuğu doğaya çıkarmalı, sohbet etmesini sağlamalı… Çünkü doğada nesli tükenen ağaçlar, otlar ya da hayvanlar değil; nesli tükenen varlık: insanın ta kendisi. Akranlarından çok ekranları gören çocuk ne derece mutlu olabilir? Ne ile yetinebilir? Bir musibetin bin nasihatten daha etkili olduğunu savunan ataların bu sözündeki hikmet şuydu aslında: yaşa, deneyimle, kaybet ve yeniden ayağa kalk. Oysaki şimdi hiçbir şeyi tecrübe edemeyen çocuk kaybetmeye tahammül bile edemiyor, sonuç ise hüsran. Gönüler’in kitabını okuyan her anne, baba, eğitimci öncelikle kendi iç hesaplaşmasını yapmak zorunda kalıyor. Yazarın eleştirileri aslında okurun kendi kendine soru sormasına neden oluyor? Çünkü kitapta anlatılan başkasının değil bizzat okurun öyküsüdür ve okuyucu da bu öykü içerisinde hangi rolde olduğunu tespit ederek kendi boy aynasına bakmak zorundadır.
Kitap, arka kapağında da yazdığı gibi özetle “Geleceğe dair hayal kurarken çocuklardan ve çocukluktan bahsetmiyorsak, o gelecekten umut bekleyemeyiz. İçinde çocuğun ve çocukluğun olmadığı bir gelecek hayali, umutsuz ve ruhsuz bir geleceği işaret eder. Çocuklarımızı böyle bir geleceğe teslim edemeyiz. Onlara dair sorular sorarak işe başlamalıyız. Eğer doğru çözümler arıyorsak en önce doğru soruları sorabilme yeteneği kazanmalıyız. Eleştirmeyi, derinlemesine düşünmeyi asla terk etmemeliyiz. Bu çağda sorulacak doğru soruların hepsinde olduğu gibi aranacak cevaplar arasında da çocuklar ve çocukluk muhakkak yer almalıdır.” ana fikri doğrultusunda kaleme alınmış. Kitap, tüm büyümüş çocuklara unuttukları bir şeyi bir zamanlar çocuk olduklarını hatırlatıyor. Nâzım’ın dediği gibi, ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya da dünyamıza inecek ölüm. Bizler; çocuklarımıza teneffüs ettikleri bu yaşamı güzel kılmak, dünyayı daha da yaşanabilir bir yer yapabilmek için emek vermeye devam ettikçe, umut var olacaktır. Çocukların şeker yiyebilme ümidini yüreğinde saklı tutan eğitimcilerin ve özellikle de babaların bu kitabı okuduktan sonra endişelerinden sıyrılacağını söyleyebilirim.
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
6 Mayıs 2018 Pazar
Deneme vadisinde yeni bir soluk: Ötekiler Günü
Hayat Ağacı dergisi editörü Tekin Şener’in, “Ötekiler Günü: Dil Bahçesinde Cümle Tarhları” adlı deneme kitabı geçtiğimiz aylarda Karakum Yayınları arasından çıktı. Tekin Şener uzun yıllardır yöneticiliğini yaptığı, şehir dergisi hüviyetindeki Hayat Ağacı’nın aynı zamanda önde gelen kalemlerinden biri olması hasebiyle gerek yazı kudretinden gerekse üslûbundan haberdar olduğumuz bir yazar idi. Ne ki onun edebiyatımızın estetik ve ustalık yönünden özellik arz eden bir türü olan denemede bu kadar kıvrak ve derûnî bir üsluba da sahip olduğunun farkında değildik. Bu çalışması bizim için hayranlık uyandırıcı bir eser olarak ortaya çıktı.
Deneme kuşkusuz ki, az kullanılmakla birlikte önemli bir türdür. Bilindiği üzere, deneme türü yazılarda belli bir konu veya düşünce genellikle şahsî bir görüş şeklinde ortaya konulur. Kesin yargılara varmaktan ziyade okuyucunun o konu üzerinde düşünmesi ya da bir bakış açısı kazanması hedeflenir. İşlenen konularda herhangi bir sınırlama zorunluluğunun olmadığı bu edebî türde yazar, kendi kendiyle konuşur havasındadır. Ataç’ın söyleyişiyle “Ben’in ülkesidir.”. Bu nedenle deneme; felsefî boyutu bir yana; bir açıdan söyleşi, bir açıdan eleştiri, bir bakıma da deyini çeşnisi verir.
Denemenin babası dünya edebiyatında Montaigne’dir. “Denemeler” adını verdiği yazıları (ki bunların yazılışı 1580- 95 arasıdır) bu yolda adeta bir çığır açmıştır. Onun denemeleri, Avrupa’da Rönesans’la ortaya çıkan yeni bir hayat anlayışının ve dünya görüşünün ürünleri olarak kabul edilir. Kişisellik ya da birey özgürlüğü gibi kavramlar, henüz oluşmaya başlayan burjuvazinin felsefesinin bir anlamda temel ilkeleridir de. Burjuvazinin çağdaş bir kültür oluşturması, yeni değer ölçüleri getirmesiyle sağlanacaktır ki, işte bu görevi “deneme” üstlenmiştir.
Bize gelince… Bizde deneme türü Tanzimat’tan sonra görülür. Ne var ki; Şinasi gibi, Namık Kemal gibi Tanzimat yazarlarının dahi başarılı birer denemeci oldukları söylenemez. Zira onlarda görülen şey, Avrupa’da olduğu gibi düşünce üretilmesi değil, doğrudan bilgi aktarımıdır. Onların, Avrupa’da görülen yapısal değişimi bizzat yaşamamalarını veya işin ayrımında olmamalarını bunun nedeni olarak ortaya koyabiliriz. Birey kavramına yabancıdırlar, bireyselleşmenin ayrımında da değildirler. Bu yüzden temeli Edebiyat-ı Cedide’de atılmış denemenin, ilk olgun örnekleri 1908 Meşrutiyetinden sonra Cenap Şahabettin, Ahmet Rasim, Yakup Kadri gibi yazarlar tarafından verilmiştir. Türkçede denemenin asıl geliştiği dönem Cumhuriyet’tir ve bu vadide akla gelen en önemli isim de tartışmasız Nurullah Ataç’tır. Diğer bir önemli deneme yazarı da Sabahattin Eyüboğlu’dur. Ataç daha ziyade edebiyatın çevresinde dolaşırken Eyüboğlu bir kültürü bütünüyle ele almaya çalışır.
Evrensel ve ulusal düzeyde bahsettiğimiz bu deneme ustalarına, çok fazla tanınmayan fakat kaleminin yetkinliğiyle diğerlerinden aşağı kalmayan Muhlis Nafiz Günay’ı da eklemek gerekir. Rahmetli Günay daha ziyade şiir, roman, öykü gibi fazlaca bilinen edebî formlarda ürünler vermiş olmakla birlikte, çok yaman bir deneme ustasıydı. Onun gerek kitaplaşamamış birçok yazılarında ve özellikle köşe yazılarında yaşam, ölüm, cinsellik, özgürlük, hümanizma, siyasal oluşumlar vb. konularda kaleme aldığı özgün metinlerin yüksek edebî estetiği ve düşünsel boyutu vardır. Tekin Şener, Muhlis Günay’la aynı şehirde yaşayan ve bu türü ustaca kullanan bir diğer kalem erbabıdır. Aralarındaki mevcut kuşak farkına rağmen, Şener’in denemeleri Muhlis Nafiz Bey’in denemelerini kimi yerde aşan bir yetkinlik düzeyindedir. Bu vadide araştırma yapacak olanların bu iki kalem ustasının ve bu toprağın yetiştirdiği diğer denemecilerin ürünlerini ele alırken bu gerçeği daha iyi kavrayacağı kuşkusuzdur. Bu gerçeğin en somut ifadesi ve kanıtı elbette ki Tekin Şener’in denemelerinden imkânlar nisbetinde yapacağımız alıntılarla daha iyi kendini gösterecektir. Zira denemelerinde yazar; çok ilginç, realist, kimi yerde sorgulayıcı kimi yerde sergileyici bir gözlem gücüyle, pürfelsefî ve mantıksal bir fikir örgüsü içinde konuları ele almıştır. Bu fikrî bütünlüğü sağlayan en başat unsurun dil olduğu kuşkusuzdur. Nitekim yazar denemelerinin fikrî altyapısını oluştururken bunları okuyucusuna en estetik şekilde sunabilme gayesiyle dili de bir mücevher ustası titizliği ile işlemiştir. Bu cümleden olarak yazıların hemen hiçbirinde herhangi bir dil yanlışına, bir anlatım potluğuna, bir ifade düşüklüğüne tesadüf etmek mümkün değildir. Bu kitaptaki denemeleri değerli ve benzerlerinden farklı kılan en önemli özellik elbette ki bu dil yapısıdır. Günümüz yazı hayatında birbirine ekleştirdiği üç cümlenin zamanlamasını bile ayarlayamayan sözüm ona kalem sahiplerinin arz- ı endam ettiğine maalesef tanık olmaktayız. Her konuda olduğu gibi yazı tekniğinde de muhteva ile şekil birlikte ele alınmasına rağmen, şeklin muhtevadan önde olduğu genellikle kabul gören bir gerçektir. Ötekiler Günü’ndeki denemelerde bu gerçeğin göz ardı edilmediği yakınen görülmektedir. İşte örnekleri:
“Her çocuk, başta ailesi olmak üzere yakın ve uzak çevresinden aldığı sevgiyi, nefreti, mutluluğu ve acıyı kendi varlığında büyüterek geleceğe taşır. Onlara bugün verdiğimiz iyilikler, güzellikler yarın bize katlanarak dönecektir; tıpkı kötülükler ve yoksunluklar gibi…” sh. 13.
“Bir mecburiyetler silsilesine ve boyun eğişler manzumesine dönüşüyor hayatımız, farkında mısınız?” sh. 32.
“Sınaî kapitalizmin ürettiğine yabancı kıldığı insan, enformatik tüketim çağında tükettiğine de yabancı hâle geldi.” sh. 33.
“Fizikî ve zihnî varlığımız, yani bir bütün olarak insanî varoluşumuz; şöyle bir göz ucuyla bakmaya, uzaktan soğukça dokunmaya, kulak vermeye, tadına bakmaya indirgeniyor. Bir eşyaya, bir ürüne etiket fiyatının ötesinde bir değer atfetmiyoruz artık.” sh. 33.
“Hayatımızda müziğin birincil faaliyet olarak değil, yan faaliyet olarak yeri var.” sh. 35.
“Birbirimize hiç benzemediğimiz hâlde, çok benziyormuş gibi yaşıyoruz.” sh. 37.
“Serî üretimden serî tüketime, oradan da serî kültüre adım adım geçiyoruz. Çoktan seçmeli eğitim sisteminin tornasından geçen nesillerde giderek çoktan seçmeli bir dünya tasavvuru gelişiyor.” sh. 37.
“Medenî izlere bakarak dünya maceramızı, kalıcı olanla geçici olanı, fena ile bekayı daha derinden kavrayabiliriz.” sh. 46.
“Nimetleri ve külfetleri bol olan ciddî bir iştir bu ülkede yaşamak; onu sahiplenmek, sakini ve hamisi olmak…” sh. 50.
“İnsan varlığının en kırılgan üç yanı ve en savunmasız noktaları; kalbi, hayalhanesi ve gururudur. Dünya ile alışverişimizin titreşimleri bu noktalara düşer.” sh. 63.
“Hayal etmekle hayalperest olmak, gururunu sakınmakla megaloman olmak ve kalbini açmakla melankoliye düşmek arasında derece farkı değil mahiyet farkı vardır.” sh. 64.
“Gurur, gönül ve hayal; irade ve aklın denetimine alındıkları ölçüde ehlileşir.” sh. 64.
“İnsan için dünyadaki asıl müşkül, aynı anda birkaç sahnede boy gösterme gereği ve sahnelerin de sürekli değişiyor oluşudur.” sh. 87.
“İnsanın değeri, anlık onaylarla değil geniş zamandaki kabullerle tesbit edilir.” Sh. 99.
“Bitmez tükenmez değişmenin, sonsuz çeşitliliğin, sürekli oluşun ve bozuluşun ve bin bir tezadın bahçesidir hayat…” sh.105.
Alıntılar örnek kabilinden. Oysa alıntılanmaya hatta abartısız söylüyorum çerçevelenip duvara asmaya layık öyle çok aforizma var ki kitapta…
Neylersin ki vakit dar olsa gerek zira gün akşam oldu. İyisi mi her okur kendine düşenlerin bir seçkisini yapsın ve bu ibretamiz fikir bahçesinden nasiplensin. Şahsen, bunca yılın amansız bir okuru olarak Ötekiler Günü’nden çok etkilendim. Darısı bütün okurların başına…
Halûk Çağdaş
Deneme kuşkusuz ki, az kullanılmakla birlikte önemli bir türdür. Bilindiği üzere, deneme türü yazılarda belli bir konu veya düşünce genellikle şahsî bir görüş şeklinde ortaya konulur. Kesin yargılara varmaktan ziyade okuyucunun o konu üzerinde düşünmesi ya da bir bakış açısı kazanması hedeflenir. İşlenen konularda herhangi bir sınırlama zorunluluğunun olmadığı bu edebî türde yazar, kendi kendiyle konuşur havasındadır. Ataç’ın söyleyişiyle “Ben’in ülkesidir.”. Bu nedenle deneme; felsefî boyutu bir yana; bir açıdan söyleşi, bir açıdan eleştiri, bir bakıma da deyini çeşnisi verir.
Denemenin babası dünya edebiyatında Montaigne’dir. “Denemeler” adını verdiği yazıları (ki bunların yazılışı 1580- 95 arasıdır) bu yolda adeta bir çığır açmıştır. Onun denemeleri, Avrupa’da Rönesans’la ortaya çıkan yeni bir hayat anlayışının ve dünya görüşünün ürünleri olarak kabul edilir. Kişisellik ya da birey özgürlüğü gibi kavramlar, henüz oluşmaya başlayan burjuvazinin felsefesinin bir anlamda temel ilkeleridir de. Burjuvazinin çağdaş bir kültür oluşturması, yeni değer ölçüleri getirmesiyle sağlanacaktır ki, işte bu görevi “deneme” üstlenmiştir.
Bize gelince… Bizde deneme türü Tanzimat’tan sonra görülür. Ne var ki; Şinasi gibi, Namık Kemal gibi Tanzimat yazarlarının dahi başarılı birer denemeci oldukları söylenemez. Zira onlarda görülen şey, Avrupa’da olduğu gibi düşünce üretilmesi değil, doğrudan bilgi aktarımıdır. Onların, Avrupa’da görülen yapısal değişimi bizzat yaşamamalarını veya işin ayrımında olmamalarını bunun nedeni olarak ortaya koyabiliriz. Birey kavramına yabancıdırlar, bireyselleşmenin ayrımında da değildirler. Bu yüzden temeli Edebiyat-ı Cedide’de atılmış denemenin, ilk olgun örnekleri 1908 Meşrutiyetinden sonra Cenap Şahabettin, Ahmet Rasim, Yakup Kadri gibi yazarlar tarafından verilmiştir. Türkçede denemenin asıl geliştiği dönem Cumhuriyet’tir ve bu vadide akla gelen en önemli isim de tartışmasız Nurullah Ataç’tır. Diğer bir önemli deneme yazarı da Sabahattin Eyüboğlu’dur. Ataç daha ziyade edebiyatın çevresinde dolaşırken Eyüboğlu bir kültürü bütünüyle ele almaya çalışır.
Evrensel ve ulusal düzeyde bahsettiğimiz bu deneme ustalarına, çok fazla tanınmayan fakat kaleminin yetkinliğiyle diğerlerinden aşağı kalmayan Muhlis Nafiz Günay’ı da eklemek gerekir. Rahmetli Günay daha ziyade şiir, roman, öykü gibi fazlaca bilinen edebî formlarda ürünler vermiş olmakla birlikte, çok yaman bir deneme ustasıydı. Onun gerek kitaplaşamamış birçok yazılarında ve özellikle köşe yazılarında yaşam, ölüm, cinsellik, özgürlük, hümanizma, siyasal oluşumlar vb. konularda kaleme aldığı özgün metinlerin yüksek edebî estetiği ve düşünsel boyutu vardır. Tekin Şener, Muhlis Günay’la aynı şehirde yaşayan ve bu türü ustaca kullanan bir diğer kalem erbabıdır. Aralarındaki mevcut kuşak farkına rağmen, Şener’in denemeleri Muhlis Nafiz Bey’in denemelerini kimi yerde aşan bir yetkinlik düzeyindedir. Bu vadide araştırma yapacak olanların bu iki kalem ustasının ve bu toprağın yetiştirdiği diğer denemecilerin ürünlerini ele alırken bu gerçeği daha iyi kavrayacağı kuşkusuzdur. Bu gerçeğin en somut ifadesi ve kanıtı elbette ki Tekin Şener’in denemelerinden imkânlar nisbetinde yapacağımız alıntılarla daha iyi kendini gösterecektir. Zira denemelerinde yazar; çok ilginç, realist, kimi yerde sorgulayıcı kimi yerde sergileyici bir gözlem gücüyle, pürfelsefî ve mantıksal bir fikir örgüsü içinde konuları ele almıştır. Bu fikrî bütünlüğü sağlayan en başat unsurun dil olduğu kuşkusuzdur. Nitekim yazar denemelerinin fikrî altyapısını oluştururken bunları okuyucusuna en estetik şekilde sunabilme gayesiyle dili de bir mücevher ustası titizliği ile işlemiştir. Bu cümleden olarak yazıların hemen hiçbirinde herhangi bir dil yanlışına, bir anlatım potluğuna, bir ifade düşüklüğüne tesadüf etmek mümkün değildir. Bu kitaptaki denemeleri değerli ve benzerlerinden farklı kılan en önemli özellik elbette ki bu dil yapısıdır. Günümüz yazı hayatında birbirine ekleştirdiği üç cümlenin zamanlamasını bile ayarlayamayan sözüm ona kalem sahiplerinin arz- ı endam ettiğine maalesef tanık olmaktayız. Her konuda olduğu gibi yazı tekniğinde de muhteva ile şekil birlikte ele alınmasına rağmen, şeklin muhtevadan önde olduğu genellikle kabul gören bir gerçektir. Ötekiler Günü’ndeki denemelerde bu gerçeğin göz ardı edilmediği yakınen görülmektedir. İşte örnekleri:
“Her çocuk, başta ailesi olmak üzere yakın ve uzak çevresinden aldığı sevgiyi, nefreti, mutluluğu ve acıyı kendi varlığında büyüterek geleceğe taşır. Onlara bugün verdiğimiz iyilikler, güzellikler yarın bize katlanarak dönecektir; tıpkı kötülükler ve yoksunluklar gibi…” sh. 13.
“Bir mecburiyetler silsilesine ve boyun eğişler manzumesine dönüşüyor hayatımız, farkında mısınız?” sh. 32.
“Sınaî kapitalizmin ürettiğine yabancı kıldığı insan, enformatik tüketim çağında tükettiğine de yabancı hâle geldi.” sh. 33.
“Fizikî ve zihnî varlığımız, yani bir bütün olarak insanî varoluşumuz; şöyle bir göz ucuyla bakmaya, uzaktan soğukça dokunmaya, kulak vermeye, tadına bakmaya indirgeniyor. Bir eşyaya, bir ürüne etiket fiyatının ötesinde bir değer atfetmiyoruz artık.” sh. 33.
“Hayatımızda müziğin birincil faaliyet olarak değil, yan faaliyet olarak yeri var.” sh. 35.
“Birbirimize hiç benzemediğimiz hâlde, çok benziyormuş gibi yaşıyoruz.” sh. 37.
“Serî üretimden serî tüketime, oradan da serî kültüre adım adım geçiyoruz. Çoktan seçmeli eğitim sisteminin tornasından geçen nesillerde giderek çoktan seçmeli bir dünya tasavvuru gelişiyor.” sh. 37.
“Medenî izlere bakarak dünya maceramızı, kalıcı olanla geçici olanı, fena ile bekayı daha derinden kavrayabiliriz.” sh. 46.
“Nimetleri ve külfetleri bol olan ciddî bir iştir bu ülkede yaşamak; onu sahiplenmek, sakini ve hamisi olmak…” sh. 50.
“İnsan varlığının en kırılgan üç yanı ve en savunmasız noktaları; kalbi, hayalhanesi ve gururudur. Dünya ile alışverişimizin titreşimleri bu noktalara düşer.” sh. 63.
“Hayal etmekle hayalperest olmak, gururunu sakınmakla megaloman olmak ve kalbini açmakla melankoliye düşmek arasında derece farkı değil mahiyet farkı vardır.” sh. 64.
“Gurur, gönül ve hayal; irade ve aklın denetimine alındıkları ölçüde ehlileşir.” sh. 64.
“İnsan için dünyadaki asıl müşkül, aynı anda birkaç sahnede boy gösterme gereği ve sahnelerin de sürekli değişiyor oluşudur.” sh. 87.
“İnsanın değeri, anlık onaylarla değil geniş zamandaki kabullerle tesbit edilir.” Sh. 99.
“Bitmez tükenmez değişmenin, sonsuz çeşitliliğin, sürekli oluşun ve bozuluşun ve bin bir tezadın bahçesidir hayat…” sh.105.
Alıntılar örnek kabilinden. Oysa alıntılanmaya hatta abartısız söylüyorum çerçevelenip duvara asmaya layık öyle çok aforizma var ki kitapta…
Neylersin ki vakit dar olsa gerek zira gün akşam oldu. İyisi mi her okur kendine düşenlerin bir seçkisini yapsın ve bu ibretamiz fikir bahçesinden nasiplensin. Şahsen, bunca yılın amansız bir okuru olarak Ötekiler Günü’nden çok etkilendim. Darısı bütün okurların başına…
Halûk Çağdaş