İşçi, emek, sendika denildiğinde ilk akla gelen sol tandanslı ideolojiler oluyor. Bu kavramlar sosyalizmin tekelindeymiş gibi bir düşünce dogmatikleşmiş durumda. Bu düşüncenin oluşmasında sağ ve muhafazakâr eğilimlerin payı muhakkak çok büyük lakin sol ideolojilerin temel dinamiği olan çatışmacı kurama dayalı söylem ve eylemleri de bir o kadar etkin. Sağ eğilimler (kendilerince) ‘uzlaşmacı’ tavırları sebebiyle iktidar ve sermayeyle uyumlu şekilde ilişkilendirilirken, sol eğilimler ‘muhalif’ tavırları nedeniyle iktidar ve sermayenin karşısında konumlandırılmışlardır. Sağ eğilimin duruşu iktidar ve sermayenin lehine yorumlanırken, solun tavrı işçinin ve emeğin hakkını korumaya endeksli hale getirilmiştir. Dolayısıyla, işçi ve emek söz konusu olduğunda bu kavramların daha çok sol eğilimlerin lehine ilişkilendirilmesi -bir anlamda- doğal bir sonuç.
Yukarıdaki değerlendirme her alanda olduğu gibi Batı merkezli bir paradigma ile gerçekleştirilmek zorunda! Zira Batı dışı toplumların ama özellikle Müslümanların her konuda olduğu gibi bu konuda da diyecek pek bir şeyi bulunmuyor. Kötü bir mukallidi olduğumuz Batılı paradigmanın onulmaz takipçileri olarak işçi, emek ve sendika konularında da onların ağzına bakıyoruz. Kurumlarımız, yapılanmasından söylemlerine ve eylemlerine kadar tümüyle taklitten oluşuyor. Bu durumun getirisi olarak, sol ideolojileri bu konularda yetkin kabul eden ‘elit’ bir anlayış bizde de bulunuyor. Bu ‘üst’ anlayışa göre sağ ve muhafazakâr kanat itiraz edemez, hak arayamaz, hakkı teslim edemez. Çünkü Batı’da öyle olmuştur! Bunlardan öte, kendimizi muhafazakâr, sağ ve sol gibi Batı’nın kavramlarıyla tanımlıyor olmamızın başka bir anlam dünyası çıkarmasını düşünmek zaten abes olacaktır. Gelinen aşamada bu paradigmanın mahkûmu olmaktan ziyade meftunuyuz.
Karakum Yayınları tarafından neşredilen İsyan ile İtaat Arasında adlı kitap, Türkiye özelinde bir sendikalaşma tipini ele alıyor. Arafta Bir Sendikal Hareket alt başlığıyla sunulan eser Kemal Temel’e ait. İki yüz elli sayfalık eserde, akademik bir çalışmanın kitaplaştırılması olduğundan çok fazla detay ve tekrar var diyebilirim. Fakat asıl önemli olan çalışmanın temele aldığı konu. Yukarıda da değinildiği gibi işçi, emek ve sendika sol ideolojilerin arka bahçesi haline getirilmiş durumda iken, sağ ideolojiden ziyade İslamcı bir hareketin bu konuda nereye tekabül ettiği önemli bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Kemal Temel çalışmasında bu konuyu ele alarak, Türkiye’deki siyasi gelişmeler ışığında Hak-İş’in ortaya çıkmasında etkin olan unsurlar, kuruluş süreci, kurumsal yapısı, zihniyeti ve geçirdiği değişimleri İslamcılık hareketiyle ve toplumsal dönüşümle bağlantılı olarak değerlendirmiş.
Eser üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde konuyu çerçevelemek adına İslamcılık değerlendiriliyor. İslamcılık Nedir? Dünden Bugüne Değişen İslamcılık adını taşıyan bölümde Osmanlı’nın son dönemine yapılan atıflar mevcut. Fakat bölümün asıl konusu Cumhuriyet dönemindeki İslamcılık hareketleri. Döneme dair İslamcılık hareketi siyasi ve iktisadi olarak ele alınarak İslamcılık ile muhafazakârlığın örtüşüp örtüşmediği değerlendiriliyor. Yapılan değerlendirmede, çok partili döneme kadar fazla bir varlık gösteremeyen İslamcılık hareketinin 1950’lerden itibaren yükselen bir ivme kazandığı görülüyor. Hareket, 1960’ların sonlarında sağ ve muhafazakâr eğilimle kısmen ayrışarak kendi yatağını buluyor denilebilir. 1970’ler siyasi açıdan biraz sıkıntılı geçse de taşların yerine oturduğu dönemdir. 1980’li yıllar darbenin de etkisiyle İslamcılar için biraz pasif geçmiştir fakat sağa yaklaştırılmaya çalışılan İslami eğilimin desteklendiği görülüyor. Geçen süreçte İslamcılığın siyasi ve sendikal tutumunda bazı değişimler ve yumuşama eğilimleri görülmüştür ancak özellikle söylem ilk dönemin sert tavrını korumaktadır. Asıl değişim ve dönüşüm ise 1990’lı yıllarda kendini göstermiştir. Bu yıllardan itibaren gerek söylem gerekse eylemde farklı bir aşamaya geçilmiş, daha kapsayıcı bir yöntem uygulanmaya başlanmıştır. Siyasi alanda elde edilen görece başarı da bu değişim ve dönüşümden sonra gelmiştir. Değişimdeki en önemli etken toplumun -ya da tabanın- talepleridir. Kemal Temel bu süreci ülkenin gidişatı ve siyasi partilerin tutumlarını ele alarak değerlendiriyor.
Türkiye’de Sendikal Hareket ve İslamcılığa Bakış ismini taşıyan ikinci bölüm, sendikal hareketlerin ortaya çıkışından itibaren 1990’lı yılların ortalarına kadar geçen süreci değerlendiriyor. Burada Osmanlı’nın konuya bakışının öneminin altını çizmek gerekiyor zira bu durum sonraki dönemin konuya yaklaşımını da önemli derecede etkiliyor. Devletin işçi ve sendikalaşmaya tedrici bakışı bir yana, gerek Osmanlı’nın son dönemi gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında işçi konusunun çok fazla bir ağırlığı yok. Bunun başlıca sebebi Batı’daki gibi bir işçi sınıfının oluşmamış olması olarak değerlendiriliyor. İşçi konusu özellikle 1950’lerden sonraki nispi sanayileşme ve tarımdaki gelişmeler sonrası kendinden söz ettiriyor. Bu bağlamda ilk olarak (yine Batı’da olduğu gibi) sol ideolojiler kendini gösterse de toplumsal farklılık nedeniyle farklı bir yapılanmaya ihtiyaç hissediliyor. Bu boşluğu dolduracak olan ise, dini duyarlılığı olan kişilerin kurduğu sendikaların bir araya gelerek oluşturacağı Hak-İş oluşumu. Sürecin en önemli yanı, dini hassasiyeti olan işçi ve sendikal hareketlerin, aynı hassasiyete sahip olanların yürüttüğü siyasi gelişmeler ile paralel bir seyir arz etmesi. İslamcılık hareketinin siyasi kanadı ile sendikal yapılanması birbiriyle irtibat halinde ve eşzamanlı gelişim gösteriyor.
Burada söz edilmesi gereken bir diğer önemli durum, sendikal hareketin halk nezdindeki imajı. Sol ideolojilerin militarizme kayan sert söylem ve eylemleri sendikal hareketlerde de kendini gösterdiğinden toplumun sağcı, muhafazakâr, demokrat, liberal ve İslamcı diye tabir edilen kesimleri bu yapılara mesafeli yaklaşıyor. Bu tutum aslında (bugün bile) toplumun konuya bakış açısını göstermesi açısından manidar. Ortaya çıkan boşluğun doldurulması adına özellikle Anadolu’nun belirli yerlerinde başlayan İslamcıların sendikal hareketleri önemli bir karşılık buluyor. Kemal Temel, benzer bir yapılanmanın İslamcılığın siyasi kanadında da görülmesinin tesadüf olmadığını, sürecin aşağı yukarı aynı gittiğini ve görünür etkileşimlerinin 12 Eylül’e kadar devam ettiğini belirtiyor. Cumhuriyetin katı modernleştirici politikalarını tabana ve özellikle taşraya yaymayı başaramaması 1950’li yıllardan itibaren bu kesimlerle ilişkiyi kurabilen oluşumların başarılı olmasına neden olmuştur. Dolayısıyla hem İslamcılığın siyasi kanadı hem de sendikal hareketi toplumda görülen bir talebin karşılığı olarak kendini göstermiştir. Var olan siyasi ve sendikal yapılanmaların toplumun tümünü kucaklamıyor oluşu ve/veya toplumun bu tür yapıların kendisini temsil etmediğini düşünmesi bunda etkindir. Gelen nispi başarı ise güçlenmeyi beraberinde getirmiştir.
Üçüncü bölüm, Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) Alternatif Mücadele Pratikleri başlığını taşıyor. Kemal Temel, değişen üretim biçiminin süreç ve sonuçlarını Cumhuriyet tarihindeki göçler sonucunda değişen toplumsal yapıyla ilişkilendirerek değerlendiriyor. Türkiye’de sendikal harekete bakışın da değerlendirildiği bu bölümde, toplum tarafından sol tavrın çatışmacı olarak ele alındığı, İslamcı sendikal hareketin ise uzlaşmacı olarak tanımlandığı belirtiliyor. Hak-İş hakkındaki bu yargının hem solcu kesim hem de İslamcı kesim tarafından olumsuz olarak değerlendirildiğini belirten Temel’e göre, solcu kesim Hak-İş’i iktidar ve sermayenin istediği gibi hareket ederek işçi ve emeğin aleyhine çalışmakla itham ediyor. Özellikle işyeri sahibi İslamcılar ise Hak-İş’in durumunun (sendikalaşmanın) dinen caiz olup olmadığını sorgulayarak sıcak bakmadıklarını gösteriyorlar. Dindar işyeri sahiplerinin asıl amacının mümkün olduğunca sendikalaşmamak olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu konuda Hak-İş için olumlu görüş belirten tek grubun işçiler olduğu görülüyor. İşçilerin kendileri gibi insanları muhatap olarak görmeleri onları desteklemelerinde etkili oluyor. İşçiler bu anlamda sol sendikalarla aynı iletişimi kuramıyor. Ortaya çıkan bu tablo Hak-İş yöneticileri ve sendika üyelerinin görüşleriyle de destekleniyor. Bu durumun sadece sendikal hareketlerle sınırlı olmadığını belirten Temel, toplumun kendinden gördüğü siyasi yapılara karşı da aynı tutumu sergilediğini belirtiyor.
Cumhuriyet dönemindeki gelişmelerin (özellikle göçler ve görece sanayileşmenin) yeni bir işçi sınıfını oluşturduğunu ve bu sınıfın ortak paydasının din oluşunun altını çizen Temel, dinin bu topluluğu bir arada tutmada bir tutkal görevi gördüğünü belirtiyor. Bununla birlikte, İslamcılık hareketinin gerek siyasi gerekse sendikal yapılanmalarının dini kullanıp kullanmadığı gibi bir soruyla da karşı karşıya kalıyoruz. Esasında tüm çalışma boyunca bu sorgulamayı görmek mümkün. İslamcılık hareketi dini araçsallaştırmış mıdır yoksa icraatları doğal bir gelişmenin (talebin) sonucu olarak ortaya çıkmış mıdır sorusu alt metinde kendini gösteriyor. Bu soruya net bir yanıt vermek güç. Zira Temel’in çalışması, Hak-İş’in ortaya çıktığı yıllar ile geldiği noktadaki tutumunun oldukça değiştiğini gösteriyor. İlk ortaya çıktığında sloganik ve militarist bir söylemi bulunan sendika 1990’lı yıllara geldiğinde demokrasiyi önemseyen, Batı’ya dönük, ılımlı ve uzlaşmacı bir yöntemi benimsiyor. Hak-İş’in geçirdiği değişim ya da dönüşüm üzerinde durulması gereken bir detay. Bu tutum İslamcılığın siyasi kanadı için de geçerlidir. Değişme gösteren bu durum toplumun geçirdiği dönüşümü gösteriyor denilebilir. Temel’e göre bu değişimi toplumsal talebin kurumsal yapılara bir yansıması olarak okumak mümkün. Bu aşamada din yaşam standardını desteklediği ölçüde dikkate alınıyor da denilebilir. Örneğin Hak-İş, işçi ve emek savunması konusunda belirleyici olanın (dinin de cevaz verdiği) evrensel değerleri öne çekerek kapsayıcı bir anlayış ortaya koymaya çalışıyor. Bu tutumun karşılığını dindar olmayan kesimlerin de Hak-İş’e itibar etmesiyle alıyor denilebilir. Diğer yandan, hak ve adaleti gözeten bir dinin müntesiplerince en üst perdeden savunulması gereken işçi ve emek hakkı mücadelesinin Müslümanlar açısından yaşam standartlarını yükseltme kıstasıyla sınırlandırılması ilginç bir detay olarak belirtmek gerekiyor. Bu tutum, toplumun eğilimlerini belirleyenin dinden ziyade yaşam standartları olduğunu gösteriyor. Kemal Temel’in çalışması Müslümanların geçen yüzyıl içinde geçirdiği aşamalara dair sadece siyasi ve sendikal açıdan değil sosyolojik açıdan da veriler sunuyor. Ayrıca alanında çok fazla çalışma olmaması eseri değerli kılan önemli bir etken. Kitapta, İslamcılığın 2000’lerden sonraki siyasi, sendikal ve toplumsal sürecine değinilmemiş olması önemli bir eksiklik diyebilirim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
SAYFALAR
▼
30 Mart 2018 Cuma
Kültür çarpışmaları içinde melezleşen insan aklı
"Her bir sözcüğünün sonu tanrıya varan arap dili, gerçeği kavramak için değil, örtmek için doğmuştur" cümlesini okuduğumda Daryush Shayegan'ın baktığı pencereyi sarsıcı bulmuştum. İran topraklarının ilginçliği olsa gerek, tarihin her devrinde 'deli-dolu' bir düşünür ortaya çıkarmıştır. Ancak o düşünürlerin sesi her zaman kısık olmuştur. Zamanla, her şeyin kutsallaştığı ve mekanik birer puta dönüştüğü şu çağda bazı kısık seslerin daha çok konuşması, yazması gerektiğini yine ve yine düşünmüştüm. Kısık sesler bir araya gelir, güzel bir orkestra çıkar, herkes duyar. Kim bilir.
22 Mart 2018'de Shayegan bu dünyadan göçtü. Türkçemize çevrilmiş iki kitabı da Metis Yayınları etiketli: Yaralı Bilinç (1991) ve Melez Bilinç (2013). İsimleri içeriklerini anlatan bu iki kitaptan ilki çatlamaların, uyumsuzlukların, çarpıklıkların kitabıydı tıpkı bölümleri gibi. Çin ve İslâm dünyası karşılaştırması, kimlik kaybı korkusunun derinliği, çelişkilerin zamanında yaşama çabası, bilinçlerdeki fikirsizlik gibi konuların yanı sıra entelektüeller, ideologlar, teknokratları da hırpalamıştı Shayegan. Bir de 'Tanrı stratejisinin uzmanları'nı. Geleneksel toplumlarda yaşanan kültür şizofrenisi üzerine yazmayı seviyordu Shayegan ve konuşmayı. Yani arada kalmışlığı ve arada kalanları.
Melez Bilinç'de bazı yüzleşmelerin ve helalleşmelerin yapılması gerektiğinden bahsediyor esasen Shayegan. Mimariden kentleşmeye, felsefeden siyasete kadar batılılaşma ve İslamileşme arasında gidip gelen insanların, insanlığın aslında hiçbir yere gidemeyeceğini ve artık bir yönde karar verilmesi gerektiğini söylüyor. Laikliği savunuyor, demokrasiyi savunuyor, inanç adı altında yapılan her türlü sömürünün karşısında duruyor. 'Geleneksel bir okuyucu' epey afallayabilir. Çünkü tam 'ben de böyle düşünüyorum' dediğiniz satırların akabinde 'o kadar da değil' diyebiliyorsunuz. 111 sayfalık kitap bu anlamda 'evet haklı' ya da 'hayır haksız' arasında gidip geliyor. Zaten Shayegan da orta yolu sevmiyor. Bir yöne ama muhakkak belirli bir yöne yürümeli insan. Bunun için de daima düşünmeli: "Düşünmek manen gençleşmektir; 'bir geçmişi yalanlaması gereken ani bir dönüşümü kabul etmek'tir aynı zamanda. Bir dönüşümü kabul etmek, kendini açmaktır; bizi tehlikeli maceralardan ve gaspa uğramaktan koruyan yumuşacık kozamızdan çıkmaktır."
Melez Bilinç küçük küçük bölümlere sahip büyük konuşan bir kitap. Zamanın Shayegan'da açtığı öfke hemen belli oluyor. Ancak metinlerini oldukça edebi, derli toplu kuruyor. Daldan dala atlamıyor, yararlanılması gereken sahalara işaret ediyor. Tek bir okuma türünün ya da düşünce türünün eninde sonunda donuklaşacağını vurguluyor: "Her sicilin kendi dili, her varlık tarzının kendi ortaya çıkışı, her bilginin kendi yorum anahtarı vardır. Mevlana ya da Hafız gibi klasik şairlerimizi okurken başka bir bilgi aygıtından, Descartes'ın ya da bir Kant'ın düşüncesine nüfuz edebilmek içinse başka bir bilgi aygıtından yararlanırız. Bu heterojen dünyaları yüklenen insanda bir şifre çözme anahtarı, uygun bir kavramsal araç takımı olmalıdır. Şizofrenimizi ve çelişkilerimizi ancak bu araçları bilerek kullandığımız takdirde evcilleştirebilir; çok eski zamanların usaresiyle dolu o farklı duyarlılıkların görkemli yelpazesini nihayet belirgin olarak gösterebilir; bundan da önemlisi, tarihsel açıdan çağdaş olmayan karşıt dünyaları aynı anda huzurla yaşayabiliriz."
Shayegan, İran'da Heidegger'in nasıl yorumlandığına ve okunduğuna dair yazdığı metninin hemen ardından batı-dışında sanatın nasıl düşünülebileceğine değiniyor. Okuyucu için metinler gayet güzel düzenlenmiş, sıralama pekiştirici nitelikte. Burada çakışan dünyaların sınırında duruyor Shayegan. O sınırda kültürün taklidi ve dolayısıyla yok oluşu söz konusu. Kültür sahte bir taklit bile değil ona göre: "Geleneksel sanat, daha yerini alacak başka bir şey çıkamadan gerçekten ölüp gitmiştir. Bunun ayırdına varmak için bugün İran'da inşa edilmiş olan sayısız çirkin camiyi görmek yeter. Bu yeni camileri Selçukluların, Timuroğullarının yaratıcı dönemleriyle ya da İsfahan'daki Safevi anıtlarıyla karşılaştırırsak, bu kadar bilinçsiz bir cüretle dikilenlerin, vaktiyle olmuş olanın acayip mi acayip karikatürleri olduğunu anlarız" diyor ve yabancılaşmanın kültür boyutunu şöyle irdeliyor: "Onları düzgün bir şekilde kopyalamayı bile becerememektedirler; ne o eski eserler elden geldiğince taklit edilebilmekte, ne de o anıtlara özelliklerini veren zarif orantılara uyulabilmektedir. Artık yenilik yapılamadığı gibi, geçmişin bu görkemli eserlerine ruhunu veren imaginal bakış da çöllerin kumunda kaybolup gitmiştir. Adeta estetik hafızamızdan ilelebet koparılmışızdır; artık onu küllerinden tekrar yaşama döndüremeyeceğizdir; aramızdaki ilişki tamamen yabancılaşmıştır."
Kitapta 15. yüzyılın sanatına da bir yolculuk yapıyor Shayegan. O yüzyılın öne çıkan değerlerine ve nasıl öne çıktıklarına değiniyor. Batı sanatı tarihinin rönesansla birlikte 'benzersiz' yenilenmesinde iki kişinin katkısını çok ciddi buluyor: Leonardo da Vinci ve Albrecht Dürer. Buradan nefis bir Leonardo biyografisi okumak mümkün. Shakespeare'in çok az Latince ve ondan da az Yunanca bilmesi karşılığında Leonardo'nun kendini 'uomo senza lettere' yani okumamış adam diye nitelemesini tesadüfi bulmuyor, aksine Leonardo için "nesneleri titizlikle gözlemleyerek her şeyi kendi başına öğrenmek istiyordu" diyor. Bu da akıllara 18. yüzyılın müzik dahisi Mozart'ı getiriyor. Shayegan mimariye geçiş yaparken çok doğru bir isimden söz açıyor ki çok doğru bir yer burası: "Rönesans'ta insan modelini belirleyen ideal biçimler, Romalı mimar Vitruvius'un tahayyül etmiş olduğu ilahi orantılardan esinlenmişti. Leonardo'nun bu orantıları isabetle kâğıda döktüğü bir resim amblem haline gelmiştir; onun gözünde mikrokozmosla makrokozmos arasında benzerlik vardır, zira -kendi deyişiyle- tabiat dev bir canlıdır."
Melez Bilinç'in son bölümü Tahran'ın amblem niteliğinde bir kent olup olmadığını sorguluyor. Amblet kentlere Shayegan'ın gözünden birkaç örnek: İsfahan, İstanbul, Floransa, Roma, Toledo. Burada Tahran'ın günümüzdeki hâliyle Shayegan'ın çocukluk günlerindeki hâli kıyaslanıyor ve ortaya kentleşmeden neoliberal mimariye uzanan o dev illüzyon çıkıyor. Yorum özellikle kentleşmenin geleneksel toplumlarda ve elbette devlet biçimlerinde nasıl yanlış yorumlandığını ortaya çıkarıyor: "Mesken yani inşa edilmiş mekân ile, şehir ile zihinsel mekân arasında, muhtelif denklikler vardı; bunların birinde değişikliğe gitmek, ister istemez diğerini bozuyordu; eninde sonunda bir şehrin yaşam alanı ve ruhunu şekillendirip yapılandıran da zihinsel mekândı. Düşünce patladığı zaman, ağırlık merkezini yitirerek yönünü şaşırdığı zaman, en akıl almazına varıncaya kadar bütün sapmalara tanık olunur. Maalesef günümüzde Güney'in megapollerinde ortaya çıktığı görülen de budur: Sadece havayı kirletmekle kalmayıp ruhumuzu zehirleyen, ahtapot gibi kollarıyla etrafımızı saran canavar şehirler. Zira çirkinlik sadece herhangi bir kirlenme değildir, estetik duygumuza hakiki bir tecavüzdür de."
İran gençlerinin (muhafazakarlar kastediliyor) makyaj, giyim, abartı ve yozlaşma konularında ciddi bir başkaldırı gerçekleştirdiğini düşünüyor Shayegan. Bilhassa Tahran'ın büyük bir dönüşüm içinde olduğunu düşünüyor. Bu 'kasvetli kent'in çevresinde eskisinden çok farklı yeni bir dünyanın ortaya çıktığını, kültürler arası kaynaşmayla beraber 'beklentilerin' tersyüz olacağını söylüyor. Bu tersyüz olma durumu aslında şimdiye kadar olması gereken bir durumdur ona göre: "İslami olduğu söylenen toplumun derinliklerinden taptaze su yüzüne çıkan laiklikltir bu."
Başta da belirttiğim gibi bu kısa kitap hem İranlı bir düşünürün kavramlara bakış açısı hem de geçmişle günümüz ve sanatla politika arasında kurduğu bağ açısından önemli. Şaşırtıcı ve sarsıcı. Shayegan'ın fikirlerini beğenmeyebiliriz ama önemseyebiliriz. Bilhassa doğu ve ortadoğu halklarının vaziyeti ile akıbeti için.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Mart 2018'de Shayegan bu dünyadan göçtü. Türkçemize çevrilmiş iki kitabı da Metis Yayınları etiketli: Yaralı Bilinç (1991) ve Melez Bilinç (2013). İsimleri içeriklerini anlatan bu iki kitaptan ilki çatlamaların, uyumsuzlukların, çarpıklıkların kitabıydı tıpkı bölümleri gibi. Çin ve İslâm dünyası karşılaştırması, kimlik kaybı korkusunun derinliği, çelişkilerin zamanında yaşama çabası, bilinçlerdeki fikirsizlik gibi konuların yanı sıra entelektüeller, ideologlar, teknokratları da hırpalamıştı Shayegan. Bir de 'Tanrı stratejisinin uzmanları'nı. Geleneksel toplumlarda yaşanan kültür şizofrenisi üzerine yazmayı seviyordu Shayegan ve konuşmayı. Yani arada kalmışlığı ve arada kalanları.
Melez Bilinç'de bazı yüzleşmelerin ve helalleşmelerin yapılması gerektiğinden bahsediyor esasen Shayegan. Mimariden kentleşmeye, felsefeden siyasete kadar batılılaşma ve İslamileşme arasında gidip gelen insanların, insanlığın aslında hiçbir yere gidemeyeceğini ve artık bir yönde karar verilmesi gerektiğini söylüyor. Laikliği savunuyor, demokrasiyi savunuyor, inanç adı altında yapılan her türlü sömürünün karşısında duruyor. 'Geleneksel bir okuyucu' epey afallayabilir. Çünkü tam 'ben de böyle düşünüyorum' dediğiniz satırların akabinde 'o kadar da değil' diyebiliyorsunuz. 111 sayfalık kitap bu anlamda 'evet haklı' ya da 'hayır haksız' arasında gidip geliyor. Zaten Shayegan da orta yolu sevmiyor. Bir yöne ama muhakkak belirli bir yöne yürümeli insan. Bunun için de daima düşünmeli: "Düşünmek manen gençleşmektir; 'bir geçmişi yalanlaması gereken ani bir dönüşümü kabul etmek'tir aynı zamanda. Bir dönüşümü kabul etmek, kendini açmaktır; bizi tehlikeli maceralardan ve gaspa uğramaktan koruyan yumuşacık kozamızdan çıkmaktır."
Melez Bilinç küçük küçük bölümlere sahip büyük konuşan bir kitap. Zamanın Shayegan'da açtığı öfke hemen belli oluyor. Ancak metinlerini oldukça edebi, derli toplu kuruyor. Daldan dala atlamıyor, yararlanılması gereken sahalara işaret ediyor. Tek bir okuma türünün ya da düşünce türünün eninde sonunda donuklaşacağını vurguluyor: "Her sicilin kendi dili, her varlık tarzının kendi ortaya çıkışı, her bilginin kendi yorum anahtarı vardır. Mevlana ya da Hafız gibi klasik şairlerimizi okurken başka bir bilgi aygıtından, Descartes'ın ya da bir Kant'ın düşüncesine nüfuz edebilmek içinse başka bir bilgi aygıtından yararlanırız. Bu heterojen dünyaları yüklenen insanda bir şifre çözme anahtarı, uygun bir kavramsal araç takımı olmalıdır. Şizofrenimizi ve çelişkilerimizi ancak bu araçları bilerek kullandığımız takdirde evcilleştirebilir; çok eski zamanların usaresiyle dolu o farklı duyarlılıkların görkemli yelpazesini nihayet belirgin olarak gösterebilir; bundan da önemlisi, tarihsel açıdan çağdaş olmayan karşıt dünyaları aynı anda huzurla yaşayabiliriz."
Shayegan, İran'da Heidegger'in nasıl yorumlandığına ve okunduğuna dair yazdığı metninin hemen ardından batı-dışında sanatın nasıl düşünülebileceğine değiniyor. Okuyucu için metinler gayet güzel düzenlenmiş, sıralama pekiştirici nitelikte. Burada çakışan dünyaların sınırında duruyor Shayegan. O sınırda kültürün taklidi ve dolayısıyla yok oluşu söz konusu. Kültür sahte bir taklit bile değil ona göre: "Geleneksel sanat, daha yerini alacak başka bir şey çıkamadan gerçekten ölüp gitmiştir. Bunun ayırdına varmak için bugün İran'da inşa edilmiş olan sayısız çirkin camiyi görmek yeter. Bu yeni camileri Selçukluların, Timuroğullarının yaratıcı dönemleriyle ya da İsfahan'daki Safevi anıtlarıyla karşılaştırırsak, bu kadar bilinçsiz bir cüretle dikilenlerin, vaktiyle olmuş olanın acayip mi acayip karikatürleri olduğunu anlarız" diyor ve yabancılaşmanın kültür boyutunu şöyle irdeliyor: "Onları düzgün bir şekilde kopyalamayı bile becerememektedirler; ne o eski eserler elden geldiğince taklit edilebilmekte, ne de o anıtlara özelliklerini veren zarif orantılara uyulabilmektedir. Artık yenilik yapılamadığı gibi, geçmişin bu görkemli eserlerine ruhunu veren imaginal bakış da çöllerin kumunda kaybolup gitmiştir. Adeta estetik hafızamızdan ilelebet koparılmışızdır; artık onu küllerinden tekrar yaşama döndüremeyeceğizdir; aramızdaki ilişki tamamen yabancılaşmıştır."
Kitapta 15. yüzyılın sanatına da bir yolculuk yapıyor Shayegan. O yüzyılın öne çıkan değerlerine ve nasıl öne çıktıklarına değiniyor. Batı sanatı tarihinin rönesansla birlikte 'benzersiz' yenilenmesinde iki kişinin katkısını çok ciddi buluyor: Leonardo da Vinci ve Albrecht Dürer. Buradan nefis bir Leonardo biyografisi okumak mümkün. Shakespeare'in çok az Latince ve ondan da az Yunanca bilmesi karşılığında Leonardo'nun kendini 'uomo senza lettere' yani okumamış adam diye nitelemesini tesadüfi bulmuyor, aksine Leonardo için "nesneleri titizlikle gözlemleyerek her şeyi kendi başına öğrenmek istiyordu" diyor. Bu da akıllara 18. yüzyılın müzik dahisi Mozart'ı getiriyor. Shayegan mimariye geçiş yaparken çok doğru bir isimden söz açıyor ki çok doğru bir yer burası: "Rönesans'ta insan modelini belirleyen ideal biçimler, Romalı mimar Vitruvius'un tahayyül etmiş olduğu ilahi orantılardan esinlenmişti. Leonardo'nun bu orantıları isabetle kâğıda döktüğü bir resim amblem haline gelmiştir; onun gözünde mikrokozmosla makrokozmos arasında benzerlik vardır, zira -kendi deyişiyle- tabiat dev bir canlıdır."
Melez Bilinç'in son bölümü Tahran'ın amblem niteliğinde bir kent olup olmadığını sorguluyor. Amblet kentlere Shayegan'ın gözünden birkaç örnek: İsfahan, İstanbul, Floransa, Roma, Toledo. Burada Tahran'ın günümüzdeki hâliyle Shayegan'ın çocukluk günlerindeki hâli kıyaslanıyor ve ortaya kentleşmeden neoliberal mimariye uzanan o dev illüzyon çıkıyor. Yorum özellikle kentleşmenin geleneksel toplumlarda ve elbette devlet biçimlerinde nasıl yanlış yorumlandığını ortaya çıkarıyor: "Mesken yani inşa edilmiş mekân ile, şehir ile zihinsel mekân arasında, muhtelif denklikler vardı; bunların birinde değişikliğe gitmek, ister istemez diğerini bozuyordu; eninde sonunda bir şehrin yaşam alanı ve ruhunu şekillendirip yapılandıran da zihinsel mekândı. Düşünce patladığı zaman, ağırlık merkezini yitirerek yönünü şaşırdığı zaman, en akıl almazına varıncaya kadar bütün sapmalara tanık olunur. Maalesef günümüzde Güney'in megapollerinde ortaya çıktığı görülen de budur: Sadece havayı kirletmekle kalmayıp ruhumuzu zehirleyen, ahtapot gibi kollarıyla etrafımızı saran canavar şehirler. Zira çirkinlik sadece herhangi bir kirlenme değildir, estetik duygumuza hakiki bir tecavüzdür de."
İran gençlerinin (muhafazakarlar kastediliyor) makyaj, giyim, abartı ve yozlaşma konularında ciddi bir başkaldırı gerçekleştirdiğini düşünüyor Shayegan. Bilhassa Tahran'ın büyük bir dönüşüm içinde olduğunu düşünüyor. Bu 'kasvetli kent'in çevresinde eskisinden çok farklı yeni bir dünyanın ortaya çıktığını, kültürler arası kaynaşmayla beraber 'beklentilerin' tersyüz olacağını söylüyor. Bu tersyüz olma durumu aslında şimdiye kadar olması gereken bir durumdur ona göre: "İslami olduğu söylenen toplumun derinliklerinden taptaze su yüzüne çıkan laiklikltir bu."
Başta da belirttiğim gibi bu kısa kitap hem İranlı bir düşünürün kavramlara bakış açısı hem de geçmişle günümüz ve sanatla politika arasında kurduğu bağ açısından önemli. Şaşırtıcı ve sarsıcı. Shayegan'ın fikirlerini beğenmeyebiliriz ama önemseyebiliriz. Bilhassa doğu ve ortadoğu halklarının vaziyeti ile akıbeti için.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
26 Mart 2018 Pazartesi
İnsan Gibi ya da Cesur Yeni Dünya
Toplumda yatay ve dikey bölümlenmeler zorunludur. Toplumu oluşturan “insan” için ise zorunlulukların başında Nurettin Topçu’nun Var Olmak’da felsefesini ortaya koyduğu üzere hareket etmek gelir. Hırsları, arzuları, kayıpları, kazanımları hülasa bütün duygu düşüncesi ile “insan” toplumdaki bu yatay ve dikey bölümlerde hareket eder. Hareketin yukarı yönlü olma eğilimi iktidarı elinde tutanlar için gücün paylaşılması manasına gelir. Muktedirler için idealize edilmiş tolum yatay ve dikey çizgilerinin kalınca çizildiği yani geçirgenliğin -hareketin- en aza indirildiği mümkünse topyekûn ortadan kaldırıldığı modeldir. Bu modelde özellikle dikey hareketliliğe neden olacak etkenler ortadan kaldırılmalı, herkes çekmecesinde kilitli kalmaktan memnun olmalıdır. Aldous Huxley önsözünde “ Gerçekten etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmadan kontrol ettikleri devlettir” diyerek Cesur Yeni Dünya’nın üyelerine müreffeh bir yaşamı nasıl sağlayacağının ipuçlarını verir.
Cesur Yeni Dünya’nın üyeleri sabit kılınmış kişilik ve toplumsal konumlarını öncelikle biyolojik/genetik mühendisliğe ve tekrarlı şartlandırma seanslarına borçludur. Çocuklar normal yollardan doğmak yerine “Bokanovski” adı verilen bir çeşit klonlama/çoğaltma yöntemi ile tüplerde standardize olarak üretilir sonrasında ise tekrarlanan telkinler ile şartlandırılarak bu dünyanın üyeleri haline getirilirler. Tüplere çeşitli kimyasal uygulamalar sonucu alfa, beta, epsilon gibi türleri elde edilen ve binlerce tekrarlarla kaçınılmaz toplumsal yargılarını sevmeye şartlandırılan bu “insan gibi” varlıklar toplum içinde yer bulduklarında düzenin istikrarını bozmasınlar diye de bir dizi önlem alınmıştır. Çünkü “insan gibi” de olsa bu üyeler hala biraz yargılama, arzulama ve karar verme yetisine sahiptir. “Soma” denen “Hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahip ama yan etkisi olamayan” bir çeşit uyuşturucu bu yetilerin insanı mutsuz etmesine izin vermez. Tüm bu şartlardan bağımsız olarak birde “Ayrık bölge” diye adlandırılan hastalıklar, batıl inançlar ve ilkellik ile çevrili bir alternatif dünya mevcuttur. Yazar yine kitabın önsözünde kahramanlarını bu hangisi daha kötü diye karar verilemeyen iki dünya arasında seçim yapmaya zorlanmasının kusur olduğunu belirterek bir üçüncü ihtimalin seçenekler arasında olmamasından dolayı özeleştiride bulunur.
Cesur Yeni Dünya’nın en önemli sloganı istikrardır. Mezdek inancının “bütün paranın ve kadınların ortak kullanımı” prensibine benzer bir şekilde burada cinsel olarak herkes herkese aittir. Anne, baba, aile, hamilelik, namus, akrabalık gibi kavramlar müstehcen olarak kabul ettirilmekte ve bu sayede klon üretiminin devamlılığı sağlanmaktadır. Sürekli tüketime özendirme ekonomik istikrar için gereklidir. (Bu bölümler Keynes’in ekonomik modelinin bir eleştirisi olarak da okunabilir). Yalnız kalmak başta olmak üzere insanı mutsuz ederek istikrarı bozabilecek bütün olumsuzluklar ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bedenler de istikrarını korur, yaşlanma söz konusu değildir.
Hikâyenin kırılma noktası Ayrık bölgede normal yollarla dünyaya gelen Vahşi John’un Cesur Yeni Dünya’ya ayak basması ile başlar. Vahşi John genel olarak bu “insan gibi” varlıkların sahte mutluluklar üzerine kurulmuş hayatlarına mana veremez. Özel olarak ise Cesur Yeni Dünya’nın bir üyesi olan, derin hisler beslediği Lenina isimli karakterin kendi duygularına karşılık ancak tiksindirici bulduğu cinsel arzularla karşılık vermesini kabullenemez. Onları özgürleştirmek ister ama pek tabi başarılı olamayarak “romantik” bir münzeviliğin içerisinde kendisini bulur. Çünkü toplum kendisine benzetir bu mümkün olmadığında ise ötekileştirir.
1997’de Dolly ismi verilen koyunun klonlanmasından sonra bugün bilim insanları artık bir insanın klonlanabileceğine dair bütün deneyime sahip olduklarını söylüyorlar. Genetik zenginleştirme yada eliminasyon ile ırk özelliklerinin iyileştirileceği en azından kalıtsal hastalıkların ortadan kaldırılmasının önündeki tek engelin etiğinin hala bu konularda ki itidalli tutumu. Genetik bilimindeki bu gelişmelerle beraber günümüzde insanların mutlu olabilmek adına nelere bağımlı hale geldiklerini görüyoruz. Günümüzde şartlandırma ise Huxley’in deyişiyle “propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir.”. 1932’de kaleme alınan eser şüphesiz ki bu veçhelerden bakıldığında zamanın ötesini iyi okumuştur. Cesur Yeni Dünya; olay örgüsü, mekân, zaman veya karakterler açısından birçok övgüye layıktır ama belki de en çarpıcı tarafı başlangıç cümlesidir. “Sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina.”. Evet! Cesur Yeni Dünya için sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina...
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
Cesur Yeni Dünya’nın üyeleri sabit kılınmış kişilik ve toplumsal konumlarını öncelikle biyolojik/genetik mühendisliğe ve tekrarlı şartlandırma seanslarına borçludur. Çocuklar normal yollardan doğmak yerine “Bokanovski” adı verilen bir çeşit klonlama/çoğaltma yöntemi ile tüplerde standardize olarak üretilir sonrasında ise tekrarlanan telkinler ile şartlandırılarak bu dünyanın üyeleri haline getirilirler. Tüplere çeşitli kimyasal uygulamalar sonucu alfa, beta, epsilon gibi türleri elde edilen ve binlerce tekrarlarla kaçınılmaz toplumsal yargılarını sevmeye şartlandırılan bu “insan gibi” varlıklar toplum içinde yer bulduklarında düzenin istikrarını bozmasınlar diye de bir dizi önlem alınmıştır. Çünkü “insan gibi” de olsa bu üyeler hala biraz yargılama, arzulama ve karar verme yetisine sahiptir. “Soma” denen “Hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahip ama yan etkisi olamayan” bir çeşit uyuşturucu bu yetilerin insanı mutsuz etmesine izin vermez. Tüm bu şartlardan bağımsız olarak birde “Ayrık bölge” diye adlandırılan hastalıklar, batıl inançlar ve ilkellik ile çevrili bir alternatif dünya mevcuttur. Yazar yine kitabın önsözünde kahramanlarını bu hangisi daha kötü diye karar verilemeyen iki dünya arasında seçim yapmaya zorlanmasının kusur olduğunu belirterek bir üçüncü ihtimalin seçenekler arasında olmamasından dolayı özeleştiride bulunur.
Cesur Yeni Dünya’nın en önemli sloganı istikrardır. Mezdek inancının “bütün paranın ve kadınların ortak kullanımı” prensibine benzer bir şekilde burada cinsel olarak herkes herkese aittir. Anne, baba, aile, hamilelik, namus, akrabalık gibi kavramlar müstehcen olarak kabul ettirilmekte ve bu sayede klon üretiminin devamlılığı sağlanmaktadır. Sürekli tüketime özendirme ekonomik istikrar için gereklidir. (Bu bölümler Keynes’in ekonomik modelinin bir eleştirisi olarak da okunabilir). Yalnız kalmak başta olmak üzere insanı mutsuz ederek istikrarı bozabilecek bütün olumsuzluklar ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bedenler de istikrarını korur, yaşlanma söz konusu değildir.
Hikâyenin kırılma noktası Ayrık bölgede normal yollarla dünyaya gelen Vahşi John’un Cesur Yeni Dünya’ya ayak basması ile başlar. Vahşi John genel olarak bu “insan gibi” varlıkların sahte mutluluklar üzerine kurulmuş hayatlarına mana veremez. Özel olarak ise Cesur Yeni Dünya’nın bir üyesi olan, derin hisler beslediği Lenina isimli karakterin kendi duygularına karşılık ancak tiksindirici bulduğu cinsel arzularla karşılık vermesini kabullenemez. Onları özgürleştirmek ister ama pek tabi başarılı olamayarak “romantik” bir münzeviliğin içerisinde kendisini bulur. Çünkü toplum kendisine benzetir bu mümkün olmadığında ise ötekileştirir.
1997’de Dolly ismi verilen koyunun klonlanmasından sonra bugün bilim insanları artık bir insanın klonlanabileceğine dair bütün deneyime sahip olduklarını söylüyorlar. Genetik zenginleştirme yada eliminasyon ile ırk özelliklerinin iyileştirileceği en azından kalıtsal hastalıkların ortadan kaldırılmasının önündeki tek engelin etiğinin hala bu konularda ki itidalli tutumu. Genetik bilimindeki bu gelişmelerle beraber günümüzde insanların mutlu olabilmek adına nelere bağımlı hale geldiklerini görüyoruz. Günümüzde şartlandırma ise Huxley’in deyişiyle “propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir.”. 1932’de kaleme alınan eser şüphesiz ki bu veçhelerden bakıldığında zamanın ötesini iyi okumuştur. Cesur Yeni Dünya; olay örgüsü, mekân, zaman veya karakterler açısından birçok övgüye layıktır ama belki de en çarpıcı tarafı başlangıç cümlesidir. “Sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina.”. Evet! Cesur Yeni Dünya için sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina...
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
23 Mart 2018 Cuma
Sevabın ağırlığını hissettiren bir dua kitabı
"Bir kimse din bakımından selamette, beden ve kalp yönünden rahatta olmak isterse halktan ayrılıp uzlete çekilsin. Çünkü şu zaman halktan sıkılacak zamandır."
- Cüneyd-i Bağdâdî [k.s]
Okuma yolculuğunun beyni ve ruhu ayrı ayrı yorduğu zamanlar olur. Bu zamanlarda ya okumadan uzaklaşmak ya da farklı okumalar yapmak tercih edilir. Kitapla ciddi bir ünsiyet kurmuş okurlar için kitaplardan uzaklaşmak güçtür, mutsuzluktur ve bu durum hayatı çekilmez kılar. Yapılabilecek belki de en doğru şey, insanın içine seslenen metinlerle hemhâl olmak. Bu metinler hem insan ruhuna farklı bir iklim kazandıracak hem de kaybolan hassasiyetleri onarmak için kişiyi harekete geçirecek. Belki her ikisi de olmayacak ama neticede okuyan ruh, bir farkındalığı öyle veya böyle yaşayacak.
- Cüneyd-i Bağdâdî [k.s]
Okuma yolculuğunun beyni ve ruhu ayrı ayrı yorduğu zamanlar olur. Bu zamanlarda ya okumadan uzaklaşmak ya da farklı okumalar yapmak tercih edilir. Kitapla ciddi bir ünsiyet kurmuş okurlar için kitaplardan uzaklaşmak güçtür, mutsuzluktur ve bu durum hayatı çekilmez kılar. Yapılabilecek belki de en doğru şey, insanın içine seslenen metinlerle hemhâl olmak. Bu metinler hem insan ruhuna farklı bir iklim kazandıracak hem de kaybolan hassasiyetleri onarmak için kişiyi harekete geçirecek. Belki her ikisi de olmayacak ama neticede okuyan ruh, bir farkındalığı öyle veya böyle yaşayacak.
Mustafa Kutlu'nun metinleri; ister hikâye ister deneme olsun, insanı çok farklı iklimlere götüren ve o iklimi enine boyuna yaşatan bir kurguya sahip. Kutlu belki de bu kurguyu hiç 'kurmadan' yapıyor, bir solukta yazıyor, hissedip tekrar yazıyor, ancak okuyucuda bu durum farklı vücut buluyor. Biz arafta kalmaya meyilli ve arafın içine zincirlenmiş insanlar, bu metinlerle kendimize farklı bir yol haritası çizebiliyoruz zaman zaman. Nefes alıyoruz, dinleniyoruz ve her şeye rağmen o yüce umutla yeniden yola koyuluyoruz.
İlmihal Yahut Arzuhal; insanın içinde artık gömülü kalmış olan ve yüzeye çıkması gereken hasletlerine eğilen bir kitap, 174 sayfa, elbette Dergâh Yayınları'ndan. Ne demek haslet? İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy diyor TDK. Huy değişmez. Bunun için huylu huyundan vazgeçmez denir. Ancak davranış değişir, değiştirilebilir. Eşref-i mahlukat olan insan, yaradılışından gelen, yani fıtratında olan huylarıyla yeniden yüzleşebilirse şüphesiz davranışlarını da değiştirebilecektir. Kelime olarak küçük olsa da millet olma mücadelemiz için büyük olan birkaç misal: vicdanlı olmak, yardım eli uzatmak, yalandan uzak durmak, dünyalık telaşıyla ömrü geçirmemek, şükürsüz olmamak, daima kanaat etmek, muhabbet etmek, hüzün sahibi olmak, sabretmek, ekmeği bölüşmek, hayâlı olmak, bereketten paylaşmak, rahmet ve merhamet duacısı olmak, tevekkül etmek, huşûya yakın olmak, uzleti göze almak, benlik dâvâsı gütmemek ve hepsini tamamlayacak olana başvurmak: dua.
Kutlu'nun metinlerini birer öğüt gibi okuyup anlamak, hayatı ne kadar illüzyon içinde yaşadığımızı gösterir. O illüzyondan sıyrıldığımız her an, öğüt gibi okuyup anladığımız metinlerin her birinin aslında ne kadar içimizde yer aldığını görebiliriz. Bu görüş, yeniden diriliş kazandırabilir bize. Hayat tekdüze değildir, işaretlerle iç içedir. Bu işaretler bir fıkrada da yer alabilir, bir rüyada da. Bazen de bir olayla. Olayın kahramanı, kitaba da 'bir iki söz' yazmış olan İsmail Kara. Okuyalım:
"Bir eski Plymouth veya Dodge, her neyse o koca taksilerden biri, tam da Çemberlitaş'ın dibinde arıza yapmış. Yolu tıkadığı için vasıtalar habire korna çalıyor. "Çek şunu şurdan be adam" diyen el-kol işaretleri, şoför çaresiz, eli böğründe gelip geçenlerden yardım istiyor. Kimse oralı değil. İsmail elindeki [her zaman kitap dolu] çantasını yere indirerek şoföre: "Dayan hemşerim, itelim" diye sesleniyor. Şoför memnun, bir eli direksiyonda omuzuyla abanıyor arabaya. Bir, iki... I... Ih... Mübarek sanki gavur ölüsü, kıpırdamıyor. Derken o hengâmede İsmail'in kaportaya uzanan kollarının yanına pırasa sapı kadar ince; zayıflıktan, yaşlılıktan damarları fırlamış iki kol uzanıyor. Ey bu kolun sahibi, yahu sen bu kollarla arabayı itsen ne olacak, itmesen ne olacak. İsmail "Kim acaba?" diye şöyle bir dönüp bakıyor. Kim dersiniz? Kırçıl sakalı, gülen gözleri, pembeleşmiş yanaklarıyla büyük İslâm âlimi Muhammed Hamidullah. O yıllarda İstanbul'da bulunuyor ve İsmail'in tanıdığı bir sima. Siz belki inanmakta zorlanacaksınız ama, "hoca arabaya el atınca, o koca alâmet yürüdü" diyor İsmail... Kim zor durumda olan bir müslümana kolaylık gösterirse, Allah da ona en hem dünyada hem âhırette kolaylık ihsan eder." [sf.66-67]
Camilerde, sokaklarda, arkadaş sohbetlerinde tanık olduğu meseleleri bize anlatırken Mustafa Kutlu, hep yaptığı gibi atasözlerinden, deyimlerden, türkülerden faydalanıyor. Ama bu kitapta hadislerden de çok faydalanıyor. Bir de 'eski insan'larımızın hatıralarından: "Babaannem 'Yalan söyleyenin dumanı tepesinden çıkar' derdi. Çocukken birlikte bir kabahat işlediğimiz zaman, bunu kem-küm ederek inkâra yeltendiğimizde kızkardeşimin sarışın başına bakardım, duman ne zaman çıkacak diye." [sf.113]
Günümüzde neredeyse hor gördüğümüz, alay ettiğimiz bazı davranışlar ve hatta tepkiler var. Yüz kızarması gibi. Yüzü kızaran, kızarabilen insanla neredeyse alay ediliyor. "Ooo hemen de kızarır" deniyor. Mesela bunu diyen insanların yüzü hiç kızarmaz mı? Vicdandan, dürüstlükten, adil olmaktan bu kadar uzaklaştılar mı? Merak ediyorum. Merakım, yüzlerinin sahiden de hiç kızarmadığını gördükçe bir telaşa, sinire dönüşüyor. "Bana göre hatası olan, ayıp bir iş yapan, kusur işleyen kişinin eğer yüzü kızarıyorsa bu onun en azından kalben hayâ sahibi olduğuna en büyük delildir. O kişinin yüz kızarıklığı ayıbının örtülmesini, affını gerektirir. Bildiğiniz gibi af adaletten daha yukarıdadır" diyor Kutlu. Manevî hayatımızın temelinde hayâ olduğunu yeniden ve yeniden hatırlatarak.
Ansızın önümüze serilmiş bir dua kitabı sanki İlmihal Yahut Arzuhal. Soluk kesen bir tavrı da var, durup dinlendiren de. Ama duaya çağrıyor, tevekküle, sabra, şükre. Rahmetin ve merhametin o ulu gölgesine: "Ey kalbi kırık olanlar, işleri yolunda gitmeyenler, elleri koynunda kalanlar, kan yutup kızılcık şerbeti içtim diyenler, tünelin ucunu göremeyenler; kimsesiz, çaresiz, boynu bükük kalanlar, unutmayın: Allah bes, baki heves." [sf.122]
Bir arada yaşıyoruz birbirimizden habersiz. Kimlerle beraberiz? Kişi sevdiğiyle beraberdir. Şunu da hiç unutmamalı: Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Bu kitap bana uzletin ve tek başına olmanın, yalnız kalabilmenin sırlı, şifalı yanlarını da hatırlattı: "Bir mucizenin orta yerindeyim. Yalnızım." [sf.133]
Bazı ölümlerin ardından o kişinin akıbeti için 'sevabı günahından ağır gelsin' diye dua edilir. Mustafa Kutlu'nun İlmihal Yahut Arzuhal'i sevabın ağırlığını hissettiren bir kitap, dua kitabı.
Yağız Gönüler
Bir liberalin Kemalizm eleştirisi
Sıradışı bir karakter olan Fikret Başkaya’nın ufuk açıcı eseri Paradigmanın İflası’nı okuduğumda epeyce şaşırmıştım. Kitap, resmi tarihin sistemi meşrulaştırmak için oluşturulmuş, mitler, hurafeler ve efsanelerden oluştuğunu ortaya koyuyordu. İlkelerini ve icraatlarını sol (ideoloji) üzerinden kurgulayan devlet mekanizmasını solcu birisinin bu kadar sert eleştirmesi alışıldık bir şey değildi. Alışıldık olan, söylemlerini mitlerle bezeyen ‘muhafazakârların’ kuru hamaseti ve kendini solcu diye takdim eden şiddet temelli örgütlenmelerin militanlarınca yapılan ‘saldırılardı’. Daha kötüsü, kanıksanmış olanıydı ki o, bu hezeyanları eleştiri sanmaktı. Sistem eleştirisi ciddi bir iştir fakat bizde bu kültür de gelişmediği için sulandırılır, magazinleştirilir, hamasete ve sığ düşünceye kurban edilir. Oysa Fikret Başkaya eleştirisini belirli bir disiplin çerçevesinde fikir temelli yapıyor ve sistemin açıklarını, çelişkilerini ve ‘yalanlarını’ sol bir tavırla ortaya koyuyordu.
Bir yerden sonra Türkiye’deki sistem eleştirisi üzerine okuma yapmak zül gelse de farklı açılımlar sunma ihtimali olan çalışmaları es geçmemek gerekiyor. Şansımı, Atilla Yayla’nın Liberte Yayınları tarafından yayınlanan Kemalizm adlı yüz on iki sayfalık eseriyle denedim. Liberal Açıdan Bir Tahlil alt başlığını taşıyan kitapta Yayla’nın daha önce farklı yerlerde kamuoyuna sunduğu yedi yazısı bulunuyor. Bu yazılardan gazete yazısı olan üçü haricindeki yazılar oldukça doyurucu diyebilirim. Hatta gazete yazıları olmasa kitap daha makbul olurmuş.
Atilla Yayla’ya göre şiddet ile entelektüellik arasındaki ilişki gibi Kemalizm ile entelektüellik arasındaki ilişki de zıt yönlüdür. Buna göre şiddet ve Kemalizm arasındaki ilişki otomatikman örtüşmektedir. Kemalizm derinliği olmayan şiddet eğilimli bir (ideoloji değil) ideolojimsidir. İdeoloji ve totaliter rejimler bağlamında Kemalizm konjonktürel olarak faşist ve nasyonal sosyalist yapılarda benzeşmektedir. Bu benzeşim Kemalizm’in demokrasiyle olan (ters) ilişkisini de ortaya koymaktadır. Bir baskı aygıtı olan Kemalizm tarihi tahrif ederek güç devşirmektedir. Oysa Kemalizm’i o tahrif ettiği tarih doğurmuştur.
Türkiye’nin bürokratik olarak Osmanlı’nın mirasçısı ve dolayısıyla devamı olduğunu söyleyen yazara göre kurulan yeni devlet Osmanlı bürokrasisinin tüm özelliklerini taşımaktadır. Bu açıdan ‘istibdatçı’ olan Kemalizm’in refleksleri yüzünden donuklaşan düşüncel yapı nedeniyle sağlıklı bir Kemalizm eleştirisi yapılamazken Kemalizm övgüsü olabildiğince abartılmaktadır. Ayrıca bir Kemalizm kazanımı olarak addedilen cumhuriyet rejimine içeriğine bakılmadan aşırı anlam yüklenmektedir. Oysa içinde demokratik değerler bulunmayan cumhuriyet rejimi insanlık için sorunludur ve demokrasi üzerinden değerlendirildiğinde Türkiye’deki cumhuriyet olgusu çelişkiler barındırmaktadır.
Yayla’ya göre dinsel bir form kazandırılan Kemalist düşüncenin ürettiği tek parti mantığı ve Ebedi Şef, Milli Şef, Altı Ok gibi tanımlar sistemin otoriter olmasından ziyade totaliter özellikler taşıdığının göstergeleridir. Bu durumu propaganda yöntemleriyle savunan Kemalistler ise anakronizm yaşayan birer muhafazakâra dönüşmüştür. Oysa (söylemde) Kemalizm pozitivist unsurlar taşımaktadır ve dini reddeden bir eğilim gösterir. Yayla’ya göre bu durum, “Marksizm’in reddettiği Hıristiyanlığın özelliklerine bürünmesine” benzemektedir. Diğer yandan, Kemalizm’in pozitivizmi yani akıl ve bilimi önceleyen tavrı da sorunludur. Bilimsel olan tartışılabilir, kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir olandır. Fakat Kemalizm tam tersidir, dogmatiktir.
Atilla Yayla, Kemalizm’in neden ideoloji ya da fikir sistemi olamayacağı üzerinde duruyor ve Kemalizm’in savunduğu ilkelerin evrensellik taşımamasının olağan olduğunu belirtiyor. Çünkü yapısal olarak herhangi bir özgünlüğü bulunmayan Kemalizm, zaman açısından konjonktürel, mekân açısından ise (yerli değil) yereldir. Zira tümüyle ithal edilmiştir. Cumhuriyet tarihine bakıldığında darbeler ile Kemalizm arasında doğrusal bir ilişki bulunduğunu belirten yazar, bir meşrulaştırma biçimine dönüştürülen Atatürkçülük ile Kemalizm arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Muasır medeniyet retoriği geliştiren Kemalizm bağlamında medeniyet/uygarlık sorgulaması yaparak medeniyetler sınıflandırması üzerinden Türkiye’nin neden medenileşemediğine cevap arayan Yayla’ya göre Batı, medeni ve gayri medeni öğeleri bir arada barındırmaktadır.
Kemalizm’in özelliklerini ve işleyiş mantığını anlamaya yardımcı olan eser okuyucuyu yakın tarihe dair kısa bir gezintiye çıkarıyor. Bu açıdan Türkiye tarihinin (bir anlamda iktisadi ve özgürlükçü) bir yorumlaması olarak ele alınabilir. Kitaptaki tüm değerlendirmeler, eleştiriler, çözüm önerileri liberalizm güzellemesi üzerinde gerçekleşiyor. Bunda elbette yazarın katı liberal kimliği etkilidir fakat bazı bölümlerde aşırı liberalizm övgüsü kekremsi bir tat veriyor diyebilirim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Bir yerden sonra Türkiye’deki sistem eleştirisi üzerine okuma yapmak zül gelse de farklı açılımlar sunma ihtimali olan çalışmaları es geçmemek gerekiyor. Şansımı, Atilla Yayla’nın Liberte Yayınları tarafından yayınlanan Kemalizm adlı yüz on iki sayfalık eseriyle denedim. Liberal Açıdan Bir Tahlil alt başlığını taşıyan kitapta Yayla’nın daha önce farklı yerlerde kamuoyuna sunduğu yedi yazısı bulunuyor. Bu yazılardan gazete yazısı olan üçü haricindeki yazılar oldukça doyurucu diyebilirim. Hatta gazete yazıları olmasa kitap daha makbul olurmuş.
Atilla Yayla’ya göre şiddet ile entelektüellik arasındaki ilişki gibi Kemalizm ile entelektüellik arasındaki ilişki de zıt yönlüdür. Buna göre şiddet ve Kemalizm arasındaki ilişki otomatikman örtüşmektedir. Kemalizm derinliği olmayan şiddet eğilimli bir (ideoloji değil) ideolojimsidir. İdeoloji ve totaliter rejimler bağlamında Kemalizm konjonktürel olarak faşist ve nasyonal sosyalist yapılarda benzeşmektedir. Bu benzeşim Kemalizm’in demokrasiyle olan (ters) ilişkisini de ortaya koymaktadır. Bir baskı aygıtı olan Kemalizm tarihi tahrif ederek güç devşirmektedir. Oysa Kemalizm’i o tahrif ettiği tarih doğurmuştur.
Türkiye’nin bürokratik olarak Osmanlı’nın mirasçısı ve dolayısıyla devamı olduğunu söyleyen yazara göre kurulan yeni devlet Osmanlı bürokrasisinin tüm özelliklerini taşımaktadır. Bu açıdan ‘istibdatçı’ olan Kemalizm’in refleksleri yüzünden donuklaşan düşüncel yapı nedeniyle sağlıklı bir Kemalizm eleştirisi yapılamazken Kemalizm övgüsü olabildiğince abartılmaktadır. Ayrıca bir Kemalizm kazanımı olarak addedilen cumhuriyet rejimine içeriğine bakılmadan aşırı anlam yüklenmektedir. Oysa içinde demokratik değerler bulunmayan cumhuriyet rejimi insanlık için sorunludur ve demokrasi üzerinden değerlendirildiğinde Türkiye’deki cumhuriyet olgusu çelişkiler barındırmaktadır.
Yayla’ya göre dinsel bir form kazandırılan Kemalist düşüncenin ürettiği tek parti mantığı ve Ebedi Şef, Milli Şef, Altı Ok gibi tanımlar sistemin otoriter olmasından ziyade totaliter özellikler taşıdığının göstergeleridir. Bu durumu propaganda yöntemleriyle savunan Kemalistler ise anakronizm yaşayan birer muhafazakâra dönüşmüştür. Oysa (söylemde) Kemalizm pozitivist unsurlar taşımaktadır ve dini reddeden bir eğilim gösterir. Yayla’ya göre bu durum, “Marksizm’in reddettiği Hıristiyanlığın özelliklerine bürünmesine” benzemektedir. Diğer yandan, Kemalizm’in pozitivizmi yani akıl ve bilimi önceleyen tavrı da sorunludur. Bilimsel olan tartışılabilir, kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir olandır. Fakat Kemalizm tam tersidir, dogmatiktir.
Atilla Yayla, Kemalizm’in neden ideoloji ya da fikir sistemi olamayacağı üzerinde duruyor ve Kemalizm’in savunduğu ilkelerin evrensellik taşımamasının olağan olduğunu belirtiyor. Çünkü yapısal olarak herhangi bir özgünlüğü bulunmayan Kemalizm, zaman açısından konjonktürel, mekân açısından ise (yerli değil) yereldir. Zira tümüyle ithal edilmiştir. Cumhuriyet tarihine bakıldığında darbeler ile Kemalizm arasında doğrusal bir ilişki bulunduğunu belirten yazar, bir meşrulaştırma biçimine dönüştürülen Atatürkçülük ile Kemalizm arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Muasır medeniyet retoriği geliştiren Kemalizm bağlamında medeniyet/uygarlık sorgulaması yaparak medeniyetler sınıflandırması üzerinden Türkiye’nin neden medenileşemediğine cevap arayan Yayla’ya göre Batı, medeni ve gayri medeni öğeleri bir arada barındırmaktadır.
Kemalizm’in özelliklerini ve işleyiş mantığını anlamaya yardımcı olan eser okuyucuyu yakın tarihe dair kısa bir gezintiye çıkarıyor. Bu açıdan Türkiye tarihinin (bir anlamda iktisadi ve özgürlükçü) bir yorumlaması olarak ele alınabilir. Kitaptaki tüm değerlendirmeler, eleştiriler, çözüm önerileri liberalizm güzellemesi üzerinde gerçekleşiyor. Bunda elbette yazarın katı liberal kimliği etkilidir fakat bazı bölümlerde aşırı liberalizm övgüsü kekremsi bir tat veriyor diyebilirim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
22 Mart 2018 Perşembe
Bir birikimin söz aracılığıyla ölümsüzleştirilmesi: Hâtem-i Tâî hikâyeleri
"Tükendi kıssa-i Mecnûn ki hep bir tamâm oldu
Ez in canip hikâyat-ı dil-i nâ-şâda geldik biz."
(Mecnun’un hikâyesi bir bir anlatıldı bitti
Şimdi bize kederli gönlün hikâyesi kaldı)
Cemal Şakar hocayla bir sohbetimizde bir de ondan duymak için öykü ile hikâyenin arasındaki farkı sorduğumda “hikâye özetlenebilir olan, öykü ise özetlenemeyen diye kısa bir açıklama getirebiliriz ama aslında konu bundan daha derin” demişti. Hâtem-i Tâî hikâyelerini okuduktan sonra o derin mevzunun cevabına bir adım daha yaklaşmış hissettim kendimi. Öykü modern insanın açmazlarına ve ruhuna değinirken tahkiyenin bambaşka işlevleri de var. Tahkiyenin vatanı olan doğuda hikâye sadece sözden ya da bahisten çok daha fazlası. Bir kere toplumsal bir karşılığı ve zengin bir damarı var tahkiyenin. Doğu toplumları kitaba inanır gibi hikâyeye de inanıyor ve onunla yaşıyor. Hikmetli dersleri nesillerin zihinlerine nakşetme işi hikâye aracılığıyla yapılıyor. Hâtem-i Tâî hikâyelerinde de bir birikimin söz aracılığıyla ölümsüzleştirilmesini görüyoruz. Bu yönüyle doğuda hikâye bir eğitim unsuru olarak pekâlâ değerlendirilebilir. Tıpkı Dede Korkut'un hikâyeleri ile Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı gibi.
“Hikâye Peşinde Koşan Padişah” ya da “Hâtem-i Tâî Hikâyeleri” 13. yüzyılda cömertliğiyle nam salmış Basra padişahının kendinden daha cömert bir kız padişahın hikâyesini öğrenebilmek için uzak diyarlara yaptığı yolculukta başına gelenleri anlatıyor. Bu öyle bir yolculuk ki esrarı için yanıp tutuştuğunuz, çöller arşınladığınız hikâye sizi başka diyarlara sürüklüyor. Üç ay sürmesi planlanan yolculuk üç yıldan daha uzun bir zamana yayılan serüvene dönüşüyor. Zira cevaplar birbirine gebe, hikâyeler uyutmayacak seviyede sırlanmış vaziyette.
Yolculuğa çıkmadan evvel büyük bir ziyafet veren Hatem-i Tâi misafirlerine hediyeler verdiği vakit çölde gezmeye çıkıyor. Bakıyor ki ihtiyar ve fakir bir adam çölde sırtında dikenli bir çalıyı taşımaya çalışıyor, taşırken de etine dikenler batıp onu kanatıyor. Cömert padişah dayanamıyor ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:
“- Hatem-i Tai, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.
- Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hatem-i Tâi’nin minnetini almam."
Sonra Hatem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”
Demiş: “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”
Kendisinden daha cömert bir padişahın varlığını öğrenen Hâtem bu kız padişahın diyarına gidip meseleyi yerinde görmek ister. Söylenenlerin doğruluğunu gözleriyle gören kahramanımız meselenin aslını öğrenmek için kız padişahın huzura varır ancak cevabı öğrenebilmesi için bu kız padişahın içini kemiren başka bir hikâyenin cevabını ona getirmesi gerekir. Hikâyeyi dinleyen Hâtem de meraktan beri duramaz ve yola revan olur. Bir yan da bir başına koyup gittiği halkı öbür yan da sırrını öğrenmek için yanıp tutuştuğu hikâyeler.
Alıştığımız batı formu türlerin çok uzağında tamamen doğuya ait dil ve üslup ile karşılaşıyorsunuz. Bu da sizde efsunlu bir etki bırakıyor. Bunda eseri günümüz Türkçesi ile yayına hazırlayan Ahmet Özalp’ın da payı olsa gerek. Oldukça zahmetli bir çalışma olduğunu tahmin edebiliyorum. Hikâyeler böylece sizi içine çekerek yolculuğa dâhil edip Hâtem’e yoldaşlık ettiriyor. Bu yoldaşlıkta divan edebiyatından şiirler de size eşlik ediyor. Şiirlerin günümüz Türkçesine çevrilmiş formlarının da sunulması divan şiirine uzak okuyucular için bir avantaja dönüştürülmüş.
Birbirine geçmiş bu hikâyeler tam da doğuya yaraşır biçimde bolca hikmet de barındırıyor. Daha çok zevk ve sefa içinde tüm varını heba etmiş, darlığa düşmüş insanların hikâyesi konu ediniliyor. Darlığa düşünce aldıkları ahval ise merakımızın merkez noktası. Mesela bir adamın tam da çarşının ortasında kendi parasıyla ensesine tokat attırıp “müstahakkımı buldum” demesi gibi ilginç hadiselerle karşılaşıyorsunuz.
Kibrine yenik düşüp yollara düşen padişahın macerası son bulup Basra diyarına, kendi topraklarına vardığında anlıyoruz ki almış olduğu yol onu bambaşka biri haline getirmiştir. Yolculuk onu pişirmiş ve zahmeti boşa gitmemiştir. Varılacak yerden ziyade gidilen yoldur hayat. Kişinin kendine yaptığı yolculuk ise keşiflerin en kıymetlisidir demeğe getiriyor bize hikâyeler.
Masalsı bir yanı da olan hikâyeleri okurken aklınıza ister istemez “Binbir Gece Masalları” geliyor. Nice hikâyenin etrafında dolaşırken şaşkınlığınızı gizleyemeyip hayret makamında gezinip duruyorsunuz.
Doğunun tılsımlı havası sayfalara öylesine sirayet etmiş olmalı ki kitap size kim olduğunuzu da fısıldıyor.
Hint sinemasına da defalarca konu olmuş kitaptaki hikâyeler özenli bir çeviri ile Kapı Yayınları’ndan çıktı.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Ez in canip hikâyat-ı dil-i nâ-şâda geldik biz."
(Mecnun’un hikâyesi bir bir anlatıldı bitti
Şimdi bize kederli gönlün hikâyesi kaldı)
Cemal Şakar hocayla bir sohbetimizde bir de ondan duymak için öykü ile hikâyenin arasındaki farkı sorduğumda “hikâye özetlenebilir olan, öykü ise özetlenemeyen diye kısa bir açıklama getirebiliriz ama aslında konu bundan daha derin” demişti. Hâtem-i Tâî hikâyelerini okuduktan sonra o derin mevzunun cevabına bir adım daha yaklaşmış hissettim kendimi. Öykü modern insanın açmazlarına ve ruhuna değinirken tahkiyenin bambaşka işlevleri de var. Tahkiyenin vatanı olan doğuda hikâye sadece sözden ya da bahisten çok daha fazlası. Bir kere toplumsal bir karşılığı ve zengin bir damarı var tahkiyenin. Doğu toplumları kitaba inanır gibi hikâyeye de inanıyor ve onunla yaşıyor. Hikmetli dersleri nesillerin zihinlerine nakşetme işi hikâye aracılığıyla yapılıyor. Hâtem-i Tâî hikâyelerinde de bir birikimin söz aracılığıyla ölümsüzleştirilmesini görüyoruz. Bu yönüyle doğuda hikâye bir eğitim unsuru olarak pekâlâ değerlendirilebilir. Tıpkı Dede Korkut'un hikâyeleri ile Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı gibi.
“Hikâye Peşinde Koşan Padişah” ya da “Hâtem-i Tâî Hikâyeleri” 13. yüzyılda cömertliğiyle nam salmış Basra padişahının kendinden daha cömert bir kız padişahın hikâyesini öğrenebilmek için uzak diyarlara yaptığı yolculukta başına gelenleri anlatıyor. Bu öyle bir yolculuk ki esrarı için yanıp tutuştuğunuz, çöller arşınladığınız hikâye sizi başka diyarlara sürüklüyor. Üç ay sürmesi planlanan yolculuk üç yıldan daha uzun bir zamana yayılan serüvene dönüşüyor. Zira cevaplar birbirine gebe, hikâyeler uyutmayacak seviyede sırlanmış vaziyette.
Yolculuğa çıkmadan evvel büyük bir ziyafet veren Hatem-i Tâi misafirlerine hediyeler verdiği vakit çölde gezmeye çıkıyor. Bakıyor ki ihtiyar ve fakir bir adam çölde sırtında dikenli bir çalıyı taşımaya çalışıyor, taşırken de etine dikenler batıp onu kanatıyor. Cömert padişah dayanamıyor ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:
“- Hatem-i Tai, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.
- Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hatem-i Tâi’nin minnetini almam."
Sonra Hatem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”
Demiş: “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”
Kendisinden daha cömert bir padişahın varlığını öğrenen Hâtem bu kız padişahın diyarına gidip meseleyi yerinde görmek ister. Söylenenlerin doğruluğunu gözleriyle gören kahramanımız meselenin aslını öğrenmek için kız padişahın huzura varır ancak cevabı öğrenebilmesi için bu kız padişahın içini kemiren başka bir hikâyenin cevabını ona getirmesi gerekir. Hikâyeyi dinleyen Hâtem de meraktan beri duramaz ve yola revan olur. Bir yan da bir başına koyup gittiği halkı öbür yan da sırrını öğrenmek için yanıp tutuştuğu hikâyeler.
Alıştığımız batı formu türlerin çok uzağında tamamen doğuya ait dil ve üslup ile karşılaşıyorsunuz. Bu da sizde efsunlu bir etki bırakıyor. Bunda eseri günümüz Türkçesi ile yayına hazırlayan Ahmet Özalp’ın da payı olsa gerek. Oldukça zahmetli bir çalışma olduğunu tahmin edebiliyorum. Hikâyeler böylece sizi içine çekerek yolculuğa dâhil edip Hâtem’e yoldaşlık ettiriyor. Bu yoldaşlıkta divan edebiyatından şiirler de size eşlik ediyor. Şiirlerin günümüz Türkçesine çevrilmiş formlarının da sunulması divan şiirine uzak okuyucular için bir avantaja dönüştürülmüş.
Birbirine geçmiş bu hikâyeler tam da doğuya yaraşır biçimde bolca hikmet de barındırıyor. Daha çok zevk ve sefa içinde tüm varını heba etmiş, darlığa düşmüş insanların hikâyesi konu ediniliyor. Darlığa düşünce aldıkları ahval ise merakımızın merkez noktası. Mesela bir adamın tam da çarşının ortasında kendi parasıyla ensesine tokat attırıp “müstahakkımı buldum” demesi gibi ilginç hadiselerle karşılaşıyorsunuz.
Kibrine yenik düşüp yollara düşen padişahın macerası son bulup Basra diyarına, kendi topraklarına vardığında anlıyoruz ki almış olduğu yol onu bambaşka biri haline getirmiştir. Yolculuk onu pişirmiş ve zahmeti boşa gitmemiştir. Varılacak yerden ziyade gidilen yoldur hayat. Kişinin kendine yaptığı yolculuk ise keşiflerin en kıymetlisidir demeğe getiriyor bize hikâyeler.
Masalsı bir yanı da olan hikâyeleri okurken aklınıza ister istemez “Binbir Gece Masalları” geliyor. Nice hikâyenin etrafında dolaşırken şaşkınlığınızı gizleyemeyip hayret makamında gezinip duruyorsunuz.
Doğunun tılsımlı havası sayfalara öylesine sirayet etmiş olmalı ki kitap size kim olduğunuzu da fısıldıyor.
Hint sinemasına da defalarca konu olmuş kitaptaki hikâyeler özenli bir çeviri ile Kapı Yayınları’ndan çıktı.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Çayın güzel olan her şeyle ilişkisine dair
Bazı coğrafyaların kendine has içecekleri vardır bu içecekler yaşamın her anını renklendirir, çeşitlendirir. Bu öyle bir çeşittir ki yazma ve okuma eyleminden muhabbete ve hatta ibadete kadar uzanır. Çay, ucu bucağı belli olmayan coğrafyaların içeceğidir. Toplamasından paketlenmesine, demlenmesinden içilmesine dek 'sırlı' ritüellere sahiptir. Her coğrafya çayı farklı yorumlar, farklı demler, farklı sunar. Dolayısıyla çayın tarihi incelendiğinde aynı zamanda geçmişten günümüze çok ciddi bir kültür araştırması da yapılmış olur.
Japon Güzel Sanatlar Akademisi'nin kurucularından (1890) biri olan Okakura Kakuzo, Boston Güzel Sanatlar Müzesi Asya Sanat Bölümü'nün ilk başkanı (1904) aynı zamanda. Avrupa, ABD, Çin ve Hindistan gibi ülkelerde Japon geleneksel sanatlarını araştırmış, Batı kültürünün taarruzu altındaki Doğu kültürünün en ciddi temsilcilerinden biri olmuş. Japon kültürel mirasını korumak için sürekli yazmış, tüm dünya bu kültürü tanısın istediğinden İngilizce yazmış. Martin Heidegger, Ezra Pound, Rabindranath Tagore ve Isabella Stewart Gardner gibi isimlerle arkadaşlık kurmuş, onlar üzerinde etkiler bırakmış. 1863 - 1913 yılları arasında yaşamış Kakuzo, Japonya dışında da çok sevilmiş olan The Book of Tea adlı kitabın yazarı. Kitabın dilimize çevrilmiş bir baskısını geçtiğimiz günlerde Palto Yayınevi neşretti, Özge Özkan çevirisiyle. "Yaşama Sanatının Dini" alt başlığını taşıyor: Çay Kitabı.
Kakuzo kitabının başında, bir ilaç olarak ortaya çıkan ve bir içeceğe dönüşen çayı, felsefî olarak yorumluyor. Bu felsefenin bir adı var: çayizm. İçinde estetizmi, hijyeni, ekonomiyi ve ahlaki bir geometriyi barındırıyor bu felsefe. Çay felsefesi "doğu'nun gerçek demokrasi ruhunu temsil eder" yazara göre. Japon kültürünün her meraklısı ve öğrencisi muhakkak çayla yola revan olur. Japon mimarisi, çiçekçiliği ve dili, çaydan nasibini alır: "Gündelik dilimizde, kişisel dramanın yarı ciddi yarı şaka yönlerine duyarsız olan insanlara 'çaysız' deriz. Yine benzer şekilde, sıradan trajediye tamamen duyarsız olup, özgürlüğe kavuşma duygularıyla ayaklanma çıkaranlara da 'çayı fazla kaçmış' deriz." [sf.6]
Kitapta yoğun biçimde batı-doğu 'kapışmaları'na da değiniyor yazar. Özellikle Japonların kültürleri ve yaşam biçimleri (âdetler, gelenekleri vs.) dolayısıyla duyarsız, rahat, zevk düşkünü olarak gösterilmesine tahammülü yok. "Kendilerinde önemli noktaların eksikliğini hissedemeyenler, önemsiz noktalardaki büyüklüğü de görmezden gelirler." derken yazar, doğuda iltifata cevap verildiğini belirtiyor; anlamsız sataşmalara ve dalaşmalara değil. Modern insanlığın zenginliği ve gücü cennet olarak tasavvur ettiğini, bunun da sonsuz bir bencillik ve kabalık yarattığını düşünüyor yazar. Vicdanların satın alınabilir bir şey olduğuna değinerek iyi niyetin bir çıkar amacı olduğunu söylüyor. Çayımızdan bir yudum almaya davet ederken bizleri, 'şeylerin tatlı sarhoşluğu'nda yaşamın gizemini keşfetmemiz gerektiğini öğütlüyor.
Çay Kitabı'nın en ilginç bölümlerinden biri; çay ekolleri. Burada çay bir sanat olarak yorumlanıyor, dolayısıyla usta ellere olan ihtiyacından bahsediliyor. Her coğrafyanın çayı farklı yöntemlerle içmesinin altında "yaşam bir ifadedir" sözü anlam buluyor. Mimari olarak Japonya'da çayın ayrı bir yeri var: çay odaları. Taoizm etkisiyle birlikte çay ve çay odaları, bizde dergâhlar için yapılan yorumlara benzer bir yorum buluyordu; şifa sunmak ve şifa arayana yol göstermek. Yazardan okuyalım: "Çay, saflığa ve arınmaya tapmanın bahanesi oldu; ev sahibinin ve konuğun dünyevilik içinde mümkün olabilecek güzelliği ortaya çıkarmak için bir araya geldikleri kutsal bir ritüel haline geldi. Çay odaları, varoluşun kasvetli çölünde, sanat severliğin ortak pınarından içebilmek için yorgun gezginlerin bir araya gelebildikleri bir vaha idi. Seremoni, ana fikri çay, çiçekler ve tablolar üzerine örülmüş doğaçlama bir tiyatrodur. Ne odanın nüansını bozacak bir renk ne nesnelerin ritmini bozacak bir ses ne ahenk üzerine empoze edilecek bir jest ne de ortamın birliğini kıracak bir kelime... Tüm hareketler çay seremonisinin amacına uygun olarak basitçe ve doğal olarak yerine getirilmeliydi ve gariptir ki genelde de bu konuda başarılı olunurdu. Her şeyin altında kurnaz bir felsefe yatmaktaydı: Çayizm, Taoizm'in kılık değiştirmiş bir haliydi." [sf.20-21]
Kitabın en felsefî bölümü Taoizm ve Zen. Her iki inancın çayla olan irtibatının yanı sıra yaşama ve sanata bakış noktaları da okura sunuluyor. Oldukça zevkli ve tahrik edici bir bölüm. İnsan bu bölümden sonra kitaba mola verip Taoizm ve Zen üzerine bir şeyler okumak istiyor. Yazara göre ne Taoizm ne de Zen adına başka dillerde yapılmış yeterli bir sunum yok (yazarın yaşadığı yılları hatırlayalım). Kakuzo kısa tanımlamalarla okuyucuya yardımcı oluyor, elbette Taoizm'i önceliyor. "Yaşama sanatı çevremizde sürekli kendimizi adapte edip, onunla uyum içinde olmaktır. Taoizm dünyayı olduğu gibi kabul eder; Konfüçyüsçülük ve Budizm'in aksine, dünyamızın güzelliğini endişe ve üzüntünün içinde bulmaya çalışır" cümlelerini okurken Müslüman bir insanın aklına şüphesiz 'havf ve reca' geliyor.
Merhamet, tasarruf ve tevazu; Taocu görüşe göre hayatın üç cevheri. Bu üç cevher, çayla somutlaşıyor bir nevi. Çünkü çay gerek toplanma ve demlenme sürecinde, gerekse sunumunda merhametli ve tasarruflu olmayı, daima tevazuda kalmayı tabiri caizse emrediyor. Çayın, tüm içenlerle birlikte ciddi tartışmaları ve tefekkür anlarını da beraberinde getirdiği muhakkak. Bu anlamda yazar için Taoizm'in getirdiğini Zen tamamlar: "Çayizme dair tüm idealler Zen'in yaşamın en küçük olaylarında bile mükemmeli görme algısından kaynaklanmaktadır. Taoizm, estetik ideallerin temelini oluşturmuş, Zen de onları hayata geçirmiştir." [sf.32]
Çay odası ve mimari bölümü, meraklısı için çok cezbedici. İnsan birkaç fotoğrafa ihtiyaç duyabiliyor okurken. Genel düşünce bu odaların bol rehavet, miskinlik ve dalgınlık hâli getirdiği yönünde olsa da aslında durum tam tersi. Çay odalarının mimarisiyle ilk beklenen uyanık bir ruh hali yaratmak. Çünkü ancak uyanık bir ruhun farkındalığı yüksektir, kendiyle olan iletişimi. Bu odalara bir samuray girecekse kılıcını bırakmalıdır evvela. Kim olursa olsun tapınağa sessizce yaklaşmalı ve o yüksekliği en fazla bir metre olan kapıdan geçmelidir. Yani eğilmelidir. Unvan ve rütbe 'yerlerde' olmalıdır. Bu mimari anlayışı "tevazuyu pekiştirmeyi amaçlar" Kakuzo için ve yazar sorar: "Sanatçı ruhların özgürce birleşmesi için mümkün olan tek fırsat bu odaydı. Harika bir sanat eseri karşısında daimyo, samuray ve sıradan halk arasında bir ayrım yoktu. Günümüzde tüm dünyaya hakim olan sanayileşme, gerçek arınmayı her geçen gün gittikçe zorlaştırıyor. Acaba günümüzde çay odasına her zamankinden daha fazla mı ihtiyacımız var?" [sf.43]
Sanat anlayışı, çiçekler ve çay ustaları kitabın son üç bölümü. Bu üç bölümde de güzeli ortaya çıkarmanın kısa misalleri ve günümüzde her yanı kaplayan çirkinliğe önemli eleştiriler var. Yazar burada herkese aslında ne çayın ne de geçmişteki çay göreneklerinin romantizmden ibaret olduğunu söylüyor, gösteriyor. Çünkü insan öyle veya böyle aslında güzeli arıyor. Ne zaman güzelle buluşsa orada kendini de buluyor. Çay da Okakura Kakuzo için bu buluşmanın en eski araçlarından biri. Sanatla ya da çiçeklerle meşgulken de çay, insan ruhunun dehlizlerini yoklayan, kimi zaman harekete geçiren kimi zaman da düşünce ve eleştiri gücünü artıran bir içecek.
Japon kültüründe sanata büyük hizmetlerde bulunmuş bir grup; çay ustaları. Şöyle diyor Kakuzo: "Klasik mimari ve iç dekorasyonda tamamen devrim yapmışlar ve 16. yüzyıldan sonra yapılan sarayları ve manastırları etkileyerek yeni bir tarz yaratmışlardır... Japonya'nın tüm ünlü çay bahçeleri çay ustaları tarafından düzenlenmiştir. Çanak çömleğimiz çay ustalarına ilham vermiş olmasaydı muhtemelen bugünkü mertebeye ulaşamazdı. Çünlü çay seremonilerinde kullanılan çanak çömleklerin yapımı çok ince işçilik ve zekâ gerektirmektedir... Tekstil fabrikalarının çoğu renklerini ve desenlerini tasarlayan çay ustalarının adını taşımaktadır. Doğruyu söylemek gerekirse, çay ustalarımızın dehasının izlerini taşımayan bir sanat dalı bulmak imkânsızdır. Resme ve vernik sanatına yaptıkları muazzam katkıdan bahsetmeye gerek bile yok." [sf.65-66]
Çay ve çay ustaları, sadece damak tadına değil 'yaşama felsefesi'ne lezzet katmışlardır. Böylece değerleriyle yaşayan bir gelecek ve unutulmaz bir gelenek inşa etmişlerdir. Kakuzo, "Yalnızca güzellikle yaşayan güzel ölebilir" derken buna en büyük örnek olarak çay ustalarını gösteriyor. Çünkü: "Büyük çay ustalarının son anları da hayatları gibi enfes bir zarafetle doluydu. Her zaman evrenin içindeki ritimle uyumlu olmak için çabalamış olduklarından bilinmeyene gitmeye hazırdılar." [sf.67]
Bu küçük kitap, aslında bizlere varlığın ve yokluğun nasıl bir sonsuzluğa ait olduğunu lezzetli ve doyurucu biçimde aktarıyor. Çay da öyle değil mi? Bittikçe yeniden başlar, sonsuz bir döngü. Bizim gibi. Çünkü biz de "her dem yeniden doğarız"...
Yağız Gönüler
21 Mart 2018 Çarşamba
Aydınlanma’ya rağmen aydınlanamamak
Geçtiğimiz günlerde Dedalus Kitap tarafından yeniden basıldığını görünce eski hesabı kapatmak istedim. Ahmet Çiğdem’in ‘gençlik’ yıllarının ürünü olan yüz kırk sayfalık kitap, Batı felsefesi özelinde Aydınlanma Düşüncesi’ni kapsamlı olarak ele alınıyor. Esasında, Ahmet Çiğdem’in de dediği gibi Aydınlanma çok saçaklı ve kapsamlı bir süreç/kavram. O yüzden anlam derinliği çok fazla ve oldukça karmaşık. Aydınlanma, hakkında öncesi ve sonrasına dair farklı bağlamlardan ne kadar çok araştırma ve okuma yapılırsa o kadar iyi anlaşılabilecek bir kavram.
Kitap sırasıyla Aydınlanma nedir?, Aydınlanma’nın Toplumsal Portresi, Fransız Aydınlanması, İngiliz Aydınlanması, Amerikan Aydınlanması, Alman Aydınlanması, Aydınlanma’ya Dair Bir Epilog ve Şimdi Soru Olarak Aydınlanma Nedir? başlıklı bölümlerden oluşuyor.
Önsöz’de, Aydınlanma’yı “bütünsel bir portre olarak ele alamadıklarını” söylediği iki farklı görüşe değinen Çiğdem, Aydınlanma’nın “ilk kez felsefe ve düşünce tarihinde ölçütler ve kavramlar getirilerek, deyim yerindeyse felsefeye pratik bir müdahalede bulunularak oluşturulmuş bir birikimi ifade ettiğini” söylüyor. Yazara göre iyi kötü belirli yaptırımlarına mecburen maruz kaldığımız ve “modernite dediğimiz geri döndürülemez, karşı konulamaz ve meydan okunamaz tarihsel süreci yaşadığımız bugünle ilgili her momentinde Aydınlanma’yı tekrar tekrar ve yeniden kurmak zorundayız”. Çiğdem amacının Aydınlanma’yı temize çekmek ya da ona tümüyle kötülük vehmetmek olmadığının altının çiziyor. Ona göre Aydınlanma “bir düşünce olduğu kadar edimdir, bir öğrenme idealidir, öğrenmeye açık olma hali ve bu açıklığın sürekliliğinin sağlanmasıdır”.
Eserin önemli bulduğum iki yanı var. Birincisi, Aydınlanma’ya dair müstakil bir eserle karşı karşıya olmak yeterli alt yapıyı sağlamış okuyucu için önemli bir kolaylık oluşturuyor. Dolayısıyla konunun ilgilisi için eser tam isabet diyebilirim. İkincisi ise, kitap, Aydınlanma Düşüncesi’ne dair çok da aşina olmadığımız bir şeye dikkat çekiyor. Kapsamlı araştırma ya da okuma yapmayanlar için Aydınlanma kavramını tek bir düşünme/düşünce biçimi olarak tanımlamak mümkün. En azından, kendi içinde/içeriğinde farklı eğilimlerin olduğu bilinmeyen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple Avrupa ve kısmen Amerika’daki Aydınlanma hareketinin ‘komple bir yapı’ olduğu gibi bir izlenime sahibiz. Bu düşünce bir yere kadar doğru fakat felsefi açıdan sorunlu olduğu kolaylıkla görülebiliyor. Aydınlanma’nın ortaya çıktığı ve yayıldığı bölgelerde farklı dinamiklerin oluşu bunun en büyük kanıtı. Ahmet Çiğdem bu eseriyle Aydınlanma Düşüncesi üzerine sahip olduğumuz bu tek düzeliliği ortadan kaldırıyor. Kitabın okura en önemli katkısı da bu diyebiliriz. Ahmet Çiğdem, Aydınlanma’nın ne anlama geldiği, nasıl değerlendirildiği, oluşum süreçleri ve sonuçları gibi konulara değiniyor lakin asıl yaptığı iş Aydınlanma Düşüncesi’ni kendi içerisinde kategorize ederek izlerini sürüyor olması.
Aydınlanma sürecinde Fransız, İngiliz, Almanya ve Amerika’daki siyasi, kültürel, sosyal, dini ve ekonomik değişimler farklılık arz ediyor. Elbette temelde omurga aynı; akıl ve bilimin en üst düzeyde belirleyici olması Aydınlanma Düşüncesi’nin temel yapısını oluşturuyor. Fakat buradaki dört farklı toplumun devlete, topluma, tarihe, felsefeye, dine bakışı ve gelişmeler aynı ya eş değil. Dolayısıyla bu farklı yapı farklılaşan Aydınlanma biçimlerini doğuruyor. Yazar bu farklılıklara dikkat çekerek bir anlamda söz konusu farklılıkların bugüne yansımalarına da ışık tutmuş oluyor.
Kitapta Aydınlanma’ya rağmen aydınlanamama konusu etrafında yapılan değerlendirmede Aydınlanma-modernizm ilişkilerinin yanı sıra yer yer Batı dışı toplumlar ile Aydınlanma Düşüncesi arasındaki etkileşime değiniliyor. Bu bağlamda yazar, bir Türk Aydınlanması’nın olup olmadığını tartışarak Müslümanlar için bu durumun ne anlama geldiğini sorguluyor. Farklı toplumlara, düşünürlere, siyasi görüşlere ve ideolojilere göre farklı Aydınlanma tanımlarının olduğunu belirten yazara göre ‘Aydınlanma nedir’ sorusuna verilebilecek esaslı bir cevap bizi başkasının vesayetinden kurtararak kendimize yönlendirirken imkânlarımızı ve sınırlarımızı da belirleyecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
19 Mart 2018 Pazartesi
Sabrı büyüten bir kitap
“ismini ezelden koyduğum korkunç mahâretin
bir gün aydınlık kapıları yakın kılacağına inansam da…
içimdeki çocuk karın yağmamış olduğunu görmemek için
perdeleri açmıyor.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Şiir Ölüyor mu?” yazısını yeni okuduğum günlerden birinde, Elif Nuray adında bir şairin varlığından haberdar oldum. “Şiir Ölüyor mu?” gibi ağır bir soruyla muhatap olduktan sonra, “çiçek gibi” bir şairin dizeleri gönlüme adeta su serpti. “O Korkunç Mahâret” diye bir kitabının olduğunu öğrendim sonra. Ben de sordum kendime ve üzerinde çok düşündüm: “O korkunç mahâretin adı niçin sabır?”
Kitaba geçmeden evvel, biraz Elif Nuray’dan bahsetmek istiyorum. Çünkü kitabı bir an önce okumak istememe sebep olan şeylerden biri de şairin samimiyetiydi. Konuk olduğu iki televizyon programını izledim. Kitabı için şunları söylüyordu: “Benim için çok farklı ma’nâları var bu kitabın. Şiir benim için tahammül mülkü bir yerde. O tahammül mülkünü diri diri elimde tuttuğumu hissettim kitabı ilk aldığımda.”. Şair kitabını öyle güzel anlatıyor ki şiirle yakından alakası olan birinin merak edip okumak istemesi sanki zarûrî bir hâl alıyor. Şair, “Neden şiir yazıyorsunuz?” sorusunu ise “Derdimi başka türlü anlatamıyorum. Başka bir yol bilmiyorum. Bilseydim belki orayı seçerdim.” diye yanıtlayarak, kitaba olan merakımı daha da çoğaltıyor. Son olarak Elif Nuray’ın “çünkü şiir kehânettir” görüşünü açıkladığı cümleleri de ekleyerek kitaba geçmek istiyorum. “Ne yazarsam yazayım, bir şekilde onun dönüşüp hayatımın tam ortasına oturduğunu gördüm yıllardır. Mesela şiirin birinde ‘ola ki bir sevinç bulsam, bilirim benim değil’ diyorum, bulduğum bütün sevinçler bir bakıyorum benim değil gerçekten. Bu kehânet kısmından o kadar korkuyorum ki o yüzden çok az şiir yazıyorum. Senede iki veya üç…”. Kendini edebiyatçı ilan edip yılda bir iki kitap çıkaranları gördükten sonra, senede iki veya üç şiir yazacak kadar kelimeleri koruyup kollayan matematikçi bir şair, şiire ve edebiyata değer veren herkesin gönlüne su serpmeye kâfî olur elbette.
Kitap, gönül verdiğim ve hâlen üzerinde çalıştığım divan şiirinden bir beyitle başlıyor. Yani kalbimin sesinin beni niye ısrarla bu kitaba götürdüğünü açıklamaya daha başlamadan yetiyor. “O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm / Bize hisse-i muhabbet dil-i pâre pâre düştü”. (Şeyh Galib)
Geceyi uzatan, derde dert, hayata ma’nâ ekleyen bir cümleyle devam ediyor O Korkunç Mahâret: “nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor” diye soruyor şair. Ben de nâçîzâne soruyorum: “Nasıl oluyor da tek başına alelâde olan bu kelimeler, bir araya gelince bir bayram yerine dönüşebiliyor?”
“Şair”, farklı farklı tanımlanabilecek bir kelime elbet. Kubbealtı Lugati’ndeki “Yaratılışında güzellikleri görme, sırlı ma’nâlara erme ve geniş hayal kurma yeteneği olan kimse” tanımı, aklıma Elif Nuray’ı düşürdü. Öyle ki kitabın devamında yer alan “kapılar açıldı sandım, kapılar yakın / sonra beni bir yokuşta unuttular” dizelerini okuyunca, unutulmak diyorum, böyle güzel mi anlatılır?
İlerleyen sayfalarda yer alan “Çeper” şiiri “hep dümdüz yürürdüm bu yokuşları kim çıkardı” diye başlıyor. Büyümenin sancısını hissediyorum bu cümleyi okuyunca. Öyle ya çocukken hayat, dümdüz bir ovadan farksızdı. Her yol yakın, her oyun mubâhtı. Büyüyünce ise aşmaya çalışırken yenildiğimiz, düşmeden tecrübe edemediğimiz sarp yokuşlarla doldu ömrümüz. “Bu yokuşları kim çıkardı” sorusu da aklıma ister istemez, muhatabı olduğumuz ‘yokuşları’ düşürdü. Şair, bu şiiri annesine ithâf etmiş. Zaten insan büyüdüğünü en çok da annesinden uzaktayken fark etmiyor mu? Şiir ise insanın göğüs kafesini daraltan şu mısralarla son buluyor: “ya silinsin bellek, ya çevir bu mevsimi / perdeler açılmıyor, adım yazılmıyor bahara / yokluğun ilminden ne olur beni aldır / hızla daralıyor kalbimin çeperi leylâ”.
Elif Nuray; duyguları avuçlarımızın içinde tutuyormuşuz, o acının / sevincin / melâlin tam ortasındaymışız gibi hissettirmeyi kelimeleriyle ustalıkla başarıyor. “Beklenen” şiirindeki “Beklemek tütünden beterdir, bıraktım” dizesini okuyunca, beklemenin ardında bıraktığı olumsuz hisleri insan tasavvur etmekte çok da zorlanmıyor. Beklemekten doğan boşluğu da şair şu mısralarla anlatıyor: “tutmayan dualar düşer / o huzursuz boşluğa” Beklemişsin, acı çekmişsin, iyileşmek için dualar etmişsin; lakin gelmeyecek olan yine gelmemiş, olmayacak olan yine olmamış. Nihâyetinde ise elinde kalan “huzursuz bir boşluk”tan fazlası olmamış. Sonrası ise ma’lûm sükût: “bir çocuk susarsa reddi âlemdir / kar serpiyor Allah içimin sıkıntısına” diye anlattığı şairin… Çünkü insan sabrının mükâfatını mutlaka alıyor, Allah geride kalan o boşluğu asla boynu bükük bırakmıyor.
“İncirin kalbinden söküldü ilkin / ümidim, inancım, çocukluğum / gözlerim / ummak sıkıntısı bana kimden kaldıysa / düşüşüm ondan uzun, yenilgim ondan / toprak da mı yetmez boşluğu azaltmaya.”
Toprak, boşluğu azaltmaya yeter mi bilmiyorum; fakat içimizdeki taşlar, daralan göğüs kafesimiz, nihâyetinde ise kaçınılmaz o kırgınlık hep ummak sıkıntısından.
Son olarak, Bakara Sûresi’nde ”Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” diye buyrulmuştu ya bize… O Korkunç Mahâret’in adı, bu yüzden sabırdır belki de…
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
bir gün aydınlık kapıları yakın kılacağına inansam da…
içimdeki çocuk karın yağmamış olduğunu görmemek için
perdeleri açmıyor.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Şiir Ölüyor mu?” yazısını yeni okuduğum günlerden birinde, Elif Nuray adında bir şairin varlığından haberdar oldum. “Şiir Ölüyor mu?” gibi ağır bir soruyla muhatap olduktan sonra, “çiçek gibi” bir şairin dizeleri gönlüme adeta su serpti. “O Korkunç Mahâret” diye bir kitabının olduğunu öğrendim sonra. Ben de sordum kendime ve üzerinde çok düşündüm: “O korkunç mahâretin adı niçin sabır?”
Kitaba geçmeden evvel, biraz Elif Nuray’dan bahsetmek istiyorum. Çünkü kitabı bir an önce okumak istememe sebep olan şeylerden biri de şairin samimiyetiydi. Konuk olduğu iki televizyon programını izledim. Kitabı için şunları söylüyordu: “Benim için çok farklı ma’nâları var bu kitabın. Şiir benim için tahammül mülkü bir yerde. O tahammül mülkünü diri diri elimde tuttuğumu hissettim kitabı ilk aldığımda.”. Şair kitabını öyle güzel anlatıyor ki şiirle yakından alakası olan birinin merak edip okumak istemesi sanki zarûrî bir hâl alıyor. Şair, “Neden şiir yazıyorsunuz?” sorusunu ise “Derdimi başka türlü anlatamıyorum. Başka bir yol bilmiyorum. Bilseydim belki orayı seçerdim.” diye yanıtlayarak, kitaba olan merakımı daha da çoğaltıyor. Son olarak Elif Nuray’ın “çünkü şiir kehânettir” görüşünü açıkladığı cümleleri de ekleyerek kitaba geçmek istiyorum. “Ne yazarsam yazayım, bir şekilde onun dönüşüp hayatımın tam ortasına oturduğunu gördüm yıllardır. Mesela şiirin birinde ‘ola ki bir sevinç bulsam, bilirim benim değil’ diyorum, bulduğum bütün sevinçler bir bakıyorum benim değil gerçekten. Bu kehânet kısmından o kadar korkuyorum ki o yüzden çok az şiir yazıyorum. Senede iki veya üç…”. Kendini edebiyatçı ilan edip yılda bir iki kitap çıkaranları gördükten sonra, senede iki veya üç şiir yazacak kadar kelimeleri koruyup kollayan matematikçi bir şair, şiire ve edebiyata değer veren herkesin gönlüne su serpmeye kâfî olur elbette.
Kitap, gönül verdiğim ve hâlen üzerinde çalıştığım divan şiirinden bir beyitle başlıyor. Yani kalbimin sesinin beni niye ısrarla bu kitaba götürdüğünü açıklamaya daha başlamadan yetiyor. “O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm / Bize hisse-i muhabbet dil-i pâre pâre düştü”. (Şeyh Galib)
Geceyi uzatan, derde dert, hayata ma’nâ ekleyen bir cümleyle devam ediyor O Korkunç Mahâret: “nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor” diye soruyor şair. Ben de nâçîzâne soruyorum: “Nasıl oluyor da tek başına alelâde olan bu kelimeler, bir araya gelince bir bayram yerine dönüşebiliyor?”
“Şair”, farklı farklı tanımlanabilecek bir kelime elbet. Kubbealtı Lugati’ndeki “Yaratılışında güzellikleri görme, sırlı ma’nâlara erme ve geniş hayal kurma yeteneği olan kimse” tanımı, aklıma Elif Nuray’ı düşürdü. Öyle ki kitabın devamında yer alan “kapılar açıldı sandım, kapılar yakın / sonra beni bir yokuşta unuttular” dizelerini okuyunca, unutulmak diyorum, böyle güzel mi anlatılır?
İlerleyen sayfalarda yer alan “Çeper” şiiri “hep dümdüz yürürdüm bu yokuşları kim çıkardı” diye başlıyor. Büyümenin sancısını hissediyorum bu cümleyi okuyunca. Öyle ya çocukken hayat, dümdüz bir ovadan farksızdı. Her yol yakın, her oyun mubâhtı. Büyüyünce ise aşmaya çalışırken yenildiğimiz, düşmeden tecrübe edemediğimiz sarp yokuşlarla doldu ömrümüz. “Bu yokuşları kim çıkardı” sorusu da aklıma ister istemez, muhatabı olduğumuz ‘yokuşları’ düşürdü. Şair, bu şiiri annesine ithâf etmiş. Zaten insan büyüdüğünü en çok da annesinden uzaktayken fark etmiyor mu? Şiir ise insanın göğüs kafesini daraltan şu mısralarla son buluyor: “ya silinsin bellek, ya çevir bu mevsimi / perdeler açılmıyor, adım yazılmıyor bahara / yokluğun ilminden ne olur beni aldır / hızla daralıyor kalbimin çeperi leylâ”.
Elif Nuray; duyguları avuçlarımızın içinde tutuyormuşuz, o acının / sevincin / melâlin tam ortasındaymışız gibi hissettirmeyi kelimeleriyle ustalıkla başarıyor. “Beklenen” şiirindeki “Beklemek tütünden beterdir, bıraktım” dizesini okuyunca, beklemenin ardında bıraktığı olumsuz hisleri insan tasavvur etmekte çok da zorlanmıyor. Beklemekten doğan boşluğu da şair şu mısralarla anlatıyor: “tutmayan dualar düşer / o huzursuz boşluğa” Beklemişsin, acı çekmişsin, iyileşmek için dualar etmişsin; lakin gelmeyecek olan yine gelmemiş, olmayacak olan yine olmamış. Nihâyetinde ise elinde kalan “huzursuz bir boşluk”tan fazlası olmamış. Sonrası ise ma’lûm sükût: “bir çocuk susarsa reddi âlemdir / kar serpiyor Allah içimin sıkıntısına” diye anlattığı şairin… Çünkü insan sabrının mükâfatını mutlaka alıyor, Allah geride kalan o boşluğu asla boynu bükük bırakmıyor.
“İncirin kalbinden söküldü ilkin / ümidim, inancım, çocukluğum / gözlerim / ummak sıkıntısı bana kimden kaldıysa / düşüşüm ondan uzun, yenilgim ondan / toprak da mı yetmez boşluğu azaltmaya.”
Toprak, boşluğu azaltmaya yeter mi bilmiyorum; fakat içimizdeki taşlar, daralan göğüs kafesimiz, nihâyetinde ise kaçınılmaz o kırgınlık hep ummak sıkıntısından.
Son olarak, Bakara Sûresi’nde ”Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” diye buyrulmuştu ya bize… O Korkunç Mahâret’in adı, bu yüzden sabırdır belki de…
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
16 Mart 2018 Cuma
Rus edebiyatının dönemi geçmeyen karakteri: "gereksiz insan"
XIX. yüzyıl Avrupası çevresindeki coğrafyaların sadece siyasi gidişatını değil oralarda yaşayan toplumların dünya algısı ve yaşayış biçimini de oldukça fazla etkilemiştir. Kendilerine Avrupalı diyebileceğimiz Doğu Avrupa toplumlarını saymazsak Osmanlı ve Rus toplumları bu dalgadan en çok nasibini alanlardır. O dönem için Avrupa görmüş olmak önemli bir ayrıcalık, bir statü meselesidir. Özellikle Paris’in havasını koklamak, kafe ve salonlarında bulunmak, gece hayatını deneyimlemek medeni olmanın alametidir. Fakat Avrupa’ya gidebilmek çok kolay olmadığı gibi içine girilen ortamlar da sıradan yerler değildir. Evvela kişinin maddiyat sorununun olmaması gerekir. Avrupa’ya yapılan geziler, kültür turizminin ötesinde biraz hovarda biraz entelektüel bir etkileşimdir. Bu açıdan ikinci lazım olan şey iyi bir eğitim görmüş olmaktır. Kısacası para, bilgi ve fikir sahibi olmayanın o meclislerde yeri yoktur. Avrupa’ya gidenler artık belirli bir seviyeyi yakalamış olarak geri döner. Medenilik rüştünü ispat etmiş bu kişiler Avrupalı ol(a)masalar bile ‘Avrupai’dirler. Bir anlamda kendi ülkesinde medeniliğin şubesi olmuşlardır. Yerli toplum eksiktir, eğitimsizdir, bilmemektedir, öğrenmemektedir. Avrupai bireyin çevresindeki insanları aydınlatmak gibi kendiliğinden oluşan bir misyonu vardır. Bu amaçla organizasyonlar tertiplenir, insanlara medeniyet öğretilir. Tuhaftır; Avrupa’ya gidemeyenler de onlara bu gözle bakar.
Edebiyatımızdaki ilk realist roman olarak tanımlanan Recaizade Mahmut Ekrem’in (1847-1914) Araba Sevdası adlı eserindeki Bihruz Bey alafranga bir karakterdir. Alafrangalık Avrupai olmaktır. Bihruz Bey, bir Osmanlı paşası olan babasının ölümünden sonra annesiyle birlikte İstanbul’daki yalılarında yaşamaya başlar. Ölmüş babasının nüfuzu sayesinde bulunan işe ara sıra uğrar. Babasından hatırı sayılır bir miras kalmıştır fakat o çalışmayarak para harcayan bir mirasyedidir. Zamanını arabasıyla seyfiye yerlerini gezmek, pahalı elbise ve ayakkabılar almak, berbere uğramak gibi faaliyetlere harcar. Avrupa’ya gitmemişse de babasının tuttuğu özel hocalardan ders almıştır. Biraz Fransızca bilir, gösterişi ve süsü hastalık derecesinde sever, son derece şımarıktır, ukaladır. En önemlisi kendini Batılı gibi görür ve öyle göstermek ister. Hıristiyanların sahibi olduğu işyerlerine uğrayarak az buçuk bildiği Fransızcasıyla konuşmaya çalışır. Ortaya Osmanlıca-Fransızca karışımı bir dil çıkar. Ona göre Osmanlı’da konuşulan dil yetersiz ve kabadır fakat kendisi ne Osmanlıcaya ne de Fransızcaya yeterince hâkimdir. Kim olduğunu bilmediği bir kadına zihninde bir imaj çizerek âşık olur. Uzun süre sonra tekrar karşılaştığında o kadının zihninde tasarlayıp âşık olduğu karakter olmadığını anlar ve dünyası yıkılır. Bu arada mirası da yemiş bitirmiştir. 1889’da yazımı tamamlanmasına karşın kitap olarak 1898’de basılan eserde hikâye 1870’lerin İstanbul’unda geçer. Recaizade Mahmut Ekrem dönemin anlayışını hicvetmiştir. Aynı zihniyete sahip olan aydınlardan ziyade özellikle yeni nesil üstünkörü bir alafrangalığa (Batılılaşmaya) özenmektedir. Roman hakkındaki genel kanaate göre eser, dönemin baskın eğilimi olan yanlış/sorunlu Batılılaşma biçiminin bir eleştirisidir.
XIX. yüzyıl Rus toplumu, Osmanlı gibi Avrupa kültüründen -teknik anlamda- benzer şekilde etkilenmiştir. Fakir olan bir toplumda durumu biraz iyi olanlar Avrupa’ya seyahati düşünür. Daha da önemlisi Avrupai bir yaşam biçimine özenir. Rus edebiyatının o döneme ait eserlerinde bu tip konulara sıkça rastlanır. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Akrabalar adlı Rus klasiği de onlardan. Ivan Ivanoviç Panayev’e (1812-1862) ait olan yüz kırk sayfalık eser Türkçeye Duygu İkisivri tarafından çevrilmiş. Sunuş kısmında Ivan Panayev’in "öne çıkan büyük Rus yazarlardan biri olmamasına rağmen ilgiye değer ve kendine özgü bir kişilik” olduğu söyleniyor. “1840-1860’lı yıllardaki toplumsal düşüncenin öncü akımlarıyla kopmaz bağlar kuran” biri olarak değerlendirilen Panayev, toplumda yaşanılanları, sınıfsal farklılıkları, köylüyü, taşrayı, manevi yozlaşmaları, insani ilişkileri, karakterleri ve adaletsiz töreyi “gerçekçi bir dille betimlemeye çalışmıştır” deniliyor. Ivan Panayev 1847 yılında yazdığı Akrabalar isimli eserini de benzer konular etrafında şekillendiriyor.
Kitapta, akrabalar arasındaki kıskançlık hatta düşmanlık derecesindeki çekişmeleri içinde bir aşk hikâyesi anlatılıyor. Rus edebiyatının o kendine has psikolojik-romantik tadı fazlasıyla mevcut. Zengin toprak sahiplerinin baskısı altında yaşamaya çalışan son derece fakir köylülerin çektiği sıkıntılara tanık oluyoruz. Fakir ailelerden birinin erkek çocuğu zengin bir toprak sahibi tarafından yetiştiriliyor. Çocuğun babasının ölümüyle başlayan eğitim süreci üniversiteye girecek seviyeye gelinceye kadar devam ediyor. Eğitimin yarıda kalmaması için zengin adam tarafından şehre getirilen genç burada yeni insanlarla tanışıyor. Edebiyat ve düşünce odaklı toplantılara katılıyor, tartışmalara giriyor. Bu toplantılarda aristokratlarla tanışıyor. Aralarına girmek istiyor lakin hiçbir açıdan gerekli yeterliliğe sahip olmadığını deneyimliyor. Geçmişinden gelen soylu olmama ve fakirlik yakasını bırakmıyor. Annesinin ölümüyle kendine miras kalan araziyi satarak Avrupa’ya seyahat ediyor. Bu geziyi toplantılarda tanıştığı bir aristokrat ile yapıyor. Avrupa’dan Rusya’ya döndüklerinde aristokrat dostu bir süre kendisiyle kalmasını teklif ediyor. Yapacak bir şeyi olmadığını düşünen genç kendini beklediğini düşündüğü felaketi ertelemek adına teklifi geri çevirmiyor ve aristokratın evine yerleşiyor. Onun akrabalarıyla tanıştığında kuzinlerinden birine âşık oluyor ve bir şekilde evlilik teklifi ediyor. Kızın annesi bu aşka en baştan tepkisini koyuyor. Kendinden emin kız ısrar ediyor, kafası karışık genç geri çekiliyor. Burada olay zengin kız-fakir oğlan hikâyesine dönse de Rus kültürünün kendine has özelliklerini fazlasıyla görebiliyoruz.
Kitap açısından en ilginç bölüm ‘Sonsöz’ bölümü diyebilirim. Eğer konulmasaymış epey bir eksiklik olurmuş. Zira eseri dönemin tartışmalarından bağımsız klasik bir eser olarak okumamak için hiçbir neden yok. Romandaki genç karakter Rus edebiyatında kullanılan “gereksiz insan” kavramının karşılığı olarak değerlendiriliyor. Gereksiz insan tabiri Rus yazarların hem kavram açıklamaları üzerinden hem de eserlerinde oluşturdukları tiplemelerin özellikleri açısından söyle tanımlanıyor: “Gereksiz insan ifadesi, 19. yüzyıl başlarındaki Rus toplumsal yaşamının doğurduğu bir tipi tanımlar. Söz konusu Rus insanının değerleri ve özellikleri aracılığıyla, 19. yüzyılda Rus edebiyatında öne çıkan bir tipin örneği temsil edilir.../… “gereksiz insan” soyluların genç temsilcisidir. Rus kültüründen uzak bir şekilde, farklı Avrupa ekolleri ile eğitim alır. Edebiyat, felsefe ve Avrupa dilleri ile ilgilenir. Birey, toplum, aşk, eylem, inanç gibi temel yaşam konuları üzerine düşünür. Ancak çok büyük çelişkilere düşer. Bu çelişkileri yaşamında eylem haline getirip çözememe sorunu yaşar. Düşüncelerini uygulamaya geçirme aşamasında edindiği bilgiler, güzel konuşma yeteneği ve iradesi yetersiz kalır.../… “gereksiz insan”, aşka karşı bile yeteneksizdir. Ne âşık olduğu insanı mutlu edebilir ne de kendi mutlu olabilir. Herhangi bir alandaki işe yöneliminin daimi sonucu bellidir: başarısızlık. Kendi hayatı için bir amaç belirlememiştir. Öyle ki, kendini tabi olduğu soylular sınıfına bile ait hissetmez. Sonuç olarak “gereksiz insan”, yabancı bir kültürden gelen bilgisi, çelişkileri, iradesizliği, eylemden yoksunluğu, aşka yeteneksizliği, aidiyet duygusunun doymamışlığı, amaçsızlığı ve karamsarlığıyla mutsuz ya da uzaklaşacağı yaşamından selam çakarak oradan ayrılır.” (sf.138-139)
Gerek Akrabalar’da gerekse Araba Sevdası’nda benzer bir sorunsal mevcut. Farklı kültürlere dâhil olmuş olsalar da burada söz konusu olan çalışma hayatından uzak, aristokratlığa özenen ve kendi toplumu içinde barınamayarak boşlukta savrulan pasif karakterlerdir. Öz değerlerine yabancılaşan bu karakter özgüvenini yitirmiş, insani kapasitesini ve iş yapabilme kabiliyetini de kaybetmiştir. Dönemsel olarak her iki eserin Avrupa’nın etkinliğinin çok fazla olduğu bir tarihe denk geldiğini görüyoruz. Bu yanıyla okuyucuya edebi zevkin yanında siyasi ve sosyo-kültürel analiz sunuyor diyebiliriz. Diğer yandan söz konusu anlayışın günümüzdeki yansımaları bakımından önemli açılımlar sunduğu görülebilir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Edebiyatımızdaki ilk realist roman olarak tanımlanan Recaizade Mahmut Ekrem’in (1847-1914) Araba Sevdası adlı eserindeki Bihruz Bey alafranga bir karakterdir. Alafrangalık Avrupai olmaktır. Bihruz Bey, bir Osmanlı paşası olan babasının ölümünden sonra annesiyle birlikte İstanbul’daki yalılarında yaşamaya başlar. Ölmüş babasının nüfuzu sayesinde bulunan işe ara sıra uğrar. Babasından hatırı sayılır bir miras kalmıştır fakat o çalışmayarak para harcayan bir mirasyedidir. Zamanını arabasıyla seyfiye yerlerini gezmek, pahalı elbise ve ayakkabılar almak, berbere uğramak gibi faaliyetlere harcar. Avrupa’ya gitmemişse de babasının tuttuğu özel hocalardan ders almıştır. Biraz Fransızca bilir, gösterişi ve süsü hastalık derecesinde sever, son derece şımarıktır, ukaladır. En önemlisi kendini Batılı gibi görür ve öyle göstermek ister. Hıristiyanların sahibi olduğu işyerlerine uğrayarak az buçuk bildiği Fransızcasıyla konuşmaya çalışır. Ortaya Osmanlıca-Fransızca karışımı bir dil çıkar. Ona göre Osmanlı’da konuşulan dil yetersiz ve kabadır fakat kendisi ne Osmanlıcaya ne de Fransızcaya yeterince hâkimdir. Kim olduğunu bilmediği bir kadına zihninde bir imaj çizerek âşık olur. Uzun süre sonra tekrar karşılaştığında o kadının zihninde tasarlayıp âşık olduğu karakter olmadığını anlar ve dünyası yıkılır. Bu arada mirası da yemiş bitirmiştir. 1889’da yazımı tamamlanmasına karşın kitap olarak 1898’de basılan eserde hikâye 1870’lerin İstanbul’unda geçer. Recaizade Mahmut Ekrem dönemin anlayışını hicvetmiştir. Aynı zihniyete sahip olan aydınlardan ziyade özellikle yeni nesil üstünkörü bir alafrangalığa (Batılılaşmaya) özenmektedir. Roman hakkındaki genel kanaate göre eser, dönemin baskın eğilimi olan yanlış/sorunlu Batılılaşma biçiminin bir eleştirisidir.
XIX. yüzyıl Rus toplumu, Osmanlı gibi Avrupa kültüründen -teknik anlamda- benzer şekilde etkilenmiştir. Fakir olan bir toplumda durumu biraz iyi olanlar Avrupa’ya seyahati düşünür. Daha da önemlisi Avrupai bir yaşam biçimine özenir. Rus edebiyatının o döneme ait eserlerinde bu tip konulara sıkça rastlanır. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Akrabalar adlı Rus klasiği de onlardan. Ivan Ivanoviç Panayev’e (1812-1862) ait olan yüz kırk sayfalık eser Türkçeye Duygu İkisivri tarafından çevrilmiş. Sunuş kısmında Ivan Panayev’in "öne çıkan büyük Rus yazarlardan biri olmamasına rağmen ilgiye değer ve kendine özgü bir kişilik” olduğu söyleniyor. “1840-1860’lı yıllardaki toplumsal düşüncenin öncü akımlarıyla kopmaz bağlar kuran” biri olarak değerlendirilen Panayev, toplumda yaşanılanları, sınıfsal farklılıkları, köylüyü, taşrayı, manevi yozlaşmaları, insani ilişkileri, karakterleri ve adaletsiz töreyi “gerçekçi bir dille betimlemeye çalışmıştır” deniliyor. Ivan Panayev 1847 yılında yazdığı Akrabalar isimli eserini de benzer konular etrafında şekillendiriyor.
Kitapta, akrabalar arasındaki kıskançlık hatta düşmanlık derecesindeki çekişmeleri içinde bir aşk hikâyesi anlatılıyor. Rus edebiyatının o kendine has psikolojik-romantik tadı fazlasıyla mevcut. Zengin toprak sahiplerinin baskısı altında yaşamaya çalışan son derece fakir köylülerin çektiği sıkıntılara tanık oluyoruz. Fakir ailelerden birinin erkek çocuğu zengin bir toprak sahibi tarafından yetiştiriliyor. Çocuğun babasının ölümüyle başlayan eğitim süreci üniversiteye girecek seviyeye gelinceye kadar devam ediyor. Eğitimin yarıda kalmaması için zengin adam tarafından şehre getirilen genç burada yeni insanlarla tanışıyor. Edebiyat ve düşünce odaklı toplantılara katılıyor, tartışmalara giriyor. Bu toplantılarda aristokratlarla tanışıyor. Aralarına girmek istiyor lakin hiçbir açıdan gerekli yeterliliğe sahip olmadığını deneyimliyor. Geçmişinden gelen soylu olmama ve fakirlik yakasını bırakmıyor. Annesinin ölümüyle kendine miras kalan araziyi satarak Avrupa’ya seyahat ediyor. Bu geziyi toplantılarda tanıştığı bir aristokrat ile yapıyor. Avrupa’dan Rusya’ya döndüklerinde aristokrat dostu bir süre kendisiyle kalmasını teklif ediyor. Yapacak bir şeyi olmadığını düşünen genç kendini beklediğini düşündüğü felaketi ertelemek adına teklifi geri çevirmiyor ve aristokratın evine yerleşiyor. Onun akrabalarıyla tanıştığında kuzinlerinden birine âşık oluyor ve bir şekilde evlilik teklifi ediyor. Kızın annesi bu aşka en baştan tepkisini koyuyor. Kendinden emin kız ısrar ediyor, kafası karışık genç geri çekiliyor. Burada olay zengin kız-fakir oğlan hikâyesine dönse de Rus kültürünün kendine has özelliklerini fazlasıyla görebiliyoruz.
Kitap açısından en ilginç bölüm ‘Sonsöz’ bölümü diyebilirim. Eğer konulmasaymış epey bir eksiklik olurmuş. Zira eseri dönemin tartışmalarından bağımsız klasik bir eser olarak okumamak için hiçbir neden yok. Romandaki genç karakter Rus edebiyatında kullanılan “gereksiz insan” kavramının karşılığı olarak değerlendiriliyor. Gereksiz insan tabiri Rus yazarların hem kavram açıklamaları üzerinden hem de eserlerinde oluşturdukları tiplemelerin özellikleri açısından söyle tanımlanıyor: “Gereksiz insan ifadesi, 19. yüzyıl başlarındaki Rus toplumsal yaşamının doğurduğu bir tipi tanımlar. Söz konusu Rus insanının değerleri ve özellikleri aracılığıyla, 19. yüzyılda Rus edebiyatında öne çıkan bir tipin örneği temsil edilir.../… “gereksiz insan” soyluların genç temsilcisidir. Rus kültüründen uzak bir şekilde, farklı Avrupa ekolleri ile eğitim alır. Edebiyat, felsefe ve Avrupa dilleri ile ilgilenir. Birey, toplum, aşk, eylem, inanç gibi temel yaşam konuları üzerine düşünür. Ancak çok büyük çelişkilere düşer. Bu çelişkileri yaşamında eylem haline getirip çözememe sorunu yaşar. Düşüncelerini uygulamaya geçirme aşamasında edindiği bilgiler, güzel konuşma yeteneği ve iradesi yetersiz kalır.../… “gereksiz insan”, aşka karşı bile yeteneksizdir. Ne âşık olduğu insanı mutlu edebilir ne de kendi mutlu olabilir. Herhangi bir alandaki işe yöneliminin daimi sonucu bellidir: başarısızlık. Kendi hayatı için bir amaç belirlememiştir. Öyle ki, kendini tabi olduğu soylular sınıfına bile ait hissetmez. Sonuç olarak “gereksiz insan”, yabancı bir kültürden gelen bilgisi, çelişkileri, iradesizliği, eylemden yoksunluğu, aşka yeteneksizliği, aidiyet duygusunun doymamışlığı, amaçsızlığı ve karamsarlığıyla mutsuz ya da uzaklaşacağı yaşamından selam çakarak oradan ayrılır.” (sf.138-139)
Gerek Akrabalar’da gerekse Araba Sevdası’nda benzer bir sorunsal mevcut. Farklı kültürlere dâhil olmuş olsalar da burada söz konusu olan çalışma hayatından uzak, aristokratlığa özenen ve kendi toplumu içinde barınamayarak boşlukta savrulan pasif karakterlerdir. Öz değerlerine yabancılaşan bu karakter özgüvenini yitirmiş, insani kapasitesini ve iş yapabilme kabiliyetini de kaybetmiştir. Dönemsel olarak her iki eserin Avrupa’nın etkinliğinin çok fazla olduğu bir tarihe denk geldiğini görüyoruz. Bu yanıyla okuyucuya edebi zevkin yanında siyasi ve sosyo-kültürel analiz sunuyor diyebiliriz. Diğer yandan söz konusu anlayışın günümüzdeki yansımaları bakımından önemli açılımlar sunduğu görülebilir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Ancak yaralanmış olan anlar yaralananı
"İnsan yalnızca acıyla büyür. Bunun farkında olmak ve başa gelen talihsizliği kabul etmek iyidir. Böylece insan isteyerek sırtlandığı yükleri hafifletir."
- Lev Tolstoy, 1909
"İnsan kendi kişisel düşüncesinin işleyişini susturmalı, kalbindeki huzursuzluğu, kendisine rahatsızlık veren uğultuları, her türlü dalgınlığı dindirmelidir. Sessizlik ile söz arasındaki karşılıklı ilişkiyi en iyi şekilde anlamamızı sağlayan şey dinleme, gerçek dinlemedir."
- Giovanni Pozzi
Hepimizin yeni bir kitabı dilimize kavuşsun diye beklediği yazarları vardır. Yazarları diyorum çünkü bilhassa felsefe, psikoloji gibi alanlara ait metinler; aslında beklediğimiz yani ihtiyacımız olan metinlerdir. Eugenio Borgna benim için böyle bir yazar. Çünkü onda tıpkı kitaplarının isimleri gibi bekleyişlerime, umutlarıma, melankolime, ruhumun yalnızlığına ve nihayet kırılganlıklarıma dair çok şey bulabiliyorum. Onunla beraber çıktığım bu yolculuklar kendimi daha derinlemesine keşfetmeme imkân tanıyor. İyi ki yazıyor diyorum 1930 Borgomanero (Novara) doğumlu bu psikiyatrist için.
Bekleyiş ve Umut, Melankoli, Ruhun Yalnızlığı; harikulade kitaplardı. Şu Bizim Kırılganlığımız onlar kadar uzun bir metin taşımıyor ama onlar kadar hassas bir meseleye eğiliyor: kırılganlıklarımıza. Sadece 76 sayfalık bu kitap hem 'kendini tanıma işi'nin meraklısına hem de bu işin profesyoneline seslenen bir manifesto. Bu manifestoyu açmaya başlarken, dünyada hâkim olan sloganların ve işleyişin kırılganlığı alaya aldığını, oysa kırılganlıkta hem kendimizi hem de başkalarını anlayabilmek adına kuvvetli bir sezgi ilhamı olduğunu söylüyor Borgna. Kırılganlıkların farkına varan insanın başkalarının ruh halleriyle, duygularıyla, varoluş tarzlarıyla daha kolay ve şevkle özleşme imkânı kazanabileceğini söylüyor. Kırılganlığı enine boyuna yorumlarken, incinebilirlik ve duyarlılık gibi 'uçları birbirine değen' alanları da ele alıyor.
Sözcüklerle yola çıkıyor Borgna: "Sözcükler: Soğuk ve sönük, acımasız ve taşlaşmış, aşkınlıktan yoksun ve içkinliğe dalmış ya da hafif ve derin, ışık saçan ve ölçülü, narin ve umuda açık, kırılgan ve ufalanır, karşılaşma ve diyaloga, ruh hali değişimlerine ve durumlara açık olan sözcükler, her birimizin hayatıyla ama özellikle de psikiyatriyle ilişki içindedir."
Bu konuya sonraki sayfalarda sık sık temas eden yazar sarsıcı bir örnek veriyor. Mesela tıbben ömrünü tamamlamasına altı ay kalmış bir hasta düşünülim. Onun karşısına geçip "altı ayın kaldı, geriye kalan günlerini dilediğin gibi yaşamaya bak!" demenin hiçbir faydası olmadığı, aksine kişinin içinde bulunduğu durumu yeniden hatırlatıp son derece yıkıcı bir sona götürdüğü oldukça kritik bir gerçek. Bunun yerine "sen bu hayatta birçok insanın kalbine dokundun, harikulade hatıraların var, iz bıraktın, anılar bıraktın, bunu sakın unutma ve daima hatırla!" demek; o kişiye yaşıyor oluşunu hissettirdiği gibi, süreci sapasağlam bir ruhla geçmesini sağlayabilir. Hatta tedavinin ansızın 'tuhaf' bir gelişim göstermesine de kapı aralayabilir. Çünkü sözcükler hayat verir, hayat alabildiği gibi. Şöyle diyor Borgna: "Hastalıktan yara almış ne çok kişi, doktorların kendilerine yönelttiği fazla şiddet içeren, fazla katı, insancıllıktan yoksun sözcükler yüzünden yıpranır. Koridorda ayaküstü söylenmiş ya da telesekretere bırakılmış bir teşhis, kayıtsızlık ya da endişe izlenimi uyandıran belli belirsiz bir hareket, bir soru karşısında kaçırılan bir bakış, her şey ama her şey kaygı ve umutsuzluğa neden olabilir. Bu nedenle de hemen anlaşılabilecek ve yaralamayacak sözcükler bulmak gereklidir. Bu, tedavi eden kişilerin, kolay olmamakla birlikte zaruri olan görevidir: Hastalara anlaşıldıklarını, kırılganlıklarının ve zayıflıklarının kabul edildiğini hissettiren insani ilişkiler kurmalıdırlar."
Kırılırsak çekinmeye başlarız. Kırılma devam ettikçe ucu bucağı olmayan bir çekingenliğe dalmış oluruz. Bir hareketten çok, almadığımız bir tebessüm ve teşekkür bizi kırabilir. Duyduğumuz sözcükler bizi kırgınlık ormanında yalnız bırakabilir. Açık yaralar daima hırpalar. Kırgınlık; çocuklukta, ergenlikte, gençlikte ve ihtiyarlıkta olduğu gibi erkek ve kadın ruhunda ayrı ayrı tepkiler çıkarır ortaya. Borgna bilhassa kadınlarda kırgınlığın daha içsel bir süreç olduğunu söylüyor. Bu durum kadınların daha güçlü olmalarını sağlayabiliyor. Nitekim kadınlar sıkıntılara daha güçlü göğüs gerebiliyor ve yeniden ayağa kalkmayı daha doğal biçimde yaşayabiliyor: "Kadın, içe dönme, içsel hayatında kesintisiz olarak olup bitenleri daha kolay tanır ve onları görmezden gelip reddetmez, cesaret ve kararlılıkla kabul eder. Ancak bu yaralara ve onlara eşlik eden acılı deneyimlere adını koymak kolay değildir ve kadın bunda, bunda da, daha başarılıdır: Ne hissettiğini sözcüklerin, sesin ve çehrenin, bakışların ve gözyaşlarının, tebessümün ve sessizliğin dili olan yaşayan bedenin diliyle ifade etmekte ustadır. Aynı şekilde, kadın kendi ruhunun yaralarını göstermekten, yardım istemekten ve de gerekli olduğu takdirde, tedaviyi kabul etmekten utanmaz."
Kırılganlık, acı çekmiş olmak mıdır? Elbette öyledir. Acı çekmişseniz bir kere dahi olsa kırılmışsınızdır. Bu acı çekmiş olma hâli her ne kadar sizi kırgınlaştırsa da yaşam tecrübesi anlamında sizi geliştirmiştir. Kişisel değil, tam manasıyla ruhsal bir gelişim. Tıpkı bağışıklık sistemini güçlendirmek gibi. Yeniden aynı durumla karşılaşıldığında hemen yara almamak gibi. Yazar, kendimizi içimizdeki ve başkalarının içindeki kırılganlığı tanıma konusunda daima eğitmemiz gerektiğini savunuyor. "Bu, herkesin çağrılı olduğu ahlaki bir görevdir" diyor ve şöyle devam ediyor: "Sadece gündelik karşılaşmalarımızda değil, özellikle de kırılganlık, güvensizlik, zayıflık ve kalbin Agustinusçu anlamdaki huzursuzluğu tarafından yutulmuş hastalarla olan karşılaşmalarımızda da, sessizlik içinde diyalog kurmanın gizemli anlamına kulak vermeli ve onu yorumlayabilmeliyiz; bunu, karşımızdaki kişinin ne ve nasıl hissettiği, ne gibi umutları ve huzursuzlukları olduğunu, hayatının ufuklarına inen gölgelerin neler olduğunu sezmek için yapmalıyız."
Kitabın son makale başlığı, tedavi ekibine yönelik. Nasıl bir tedavi ekibiyle kırılganlık daha kolay onarılabilir sorusunun cevabı yatıyor bu kısa makalede. Oldukça açık. Borgna her şeyden önce sadece profesyonel bir ekiple ve profesyonel düşüncelerle bu işin çözümlenemeyeceğini ifade ediyor. Çünkü ona göre tedavi ekibinde olmak, bir hayat biçimini de beraberinde getiriyor. Herkesin davetli olduğu bir biçim bu. Umut ancak böyle bir toplulukla yeniden yeşerebilir yazara göre.
Borgna'nın son cümlesi, bu yazının başındaki Tolstoy sözünü hem destekleyen hem de belki daha derinleştiren bir sözü içeriyor: "Ancak gözyaşlarıyla ıslanmış gözlerin görebileceği bir imge yeniden filizlenir" diyor o. Yani ancak yaralanmış olan anlar yaralananı...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Lev Tolstoy, 1909
"İnsan kendi kişisel düşüncesinin işleyişini susturmalı, kalbindeki huzursuzluğu, kendisine rahatsızlık veren uğultuları, her türlü dalgınlığı dindirmelidir. Sessizlik ile söz arasındaki karşılıklı ilişkiyi en iyi şekilde anlamamızı sağlayan şey dinleme, gerçek dinlemedir."
- Giovanni Pozzi
Hepimizin yeni bir kitabı dilimize kavuşsun diye beklediği yazarları vardır. Yazarları diyorum çünkü bilhassa felsefe, psikoloji gibi alanlara ait metinler; aslında beklediğimiz yani ihtiyacımız olan metinlerdir. Eugenio Borgna benim için böyle bir yazar. Çünkü onda tıpkı kitaplarının isimleri gibi bekleyişlerime, umutlarıma, melankolime, ruhumun yalnızlığına ve nihayet kırılganlıklarıma dair çok şey bulabiliyorum. Onunla beraber çıktığım bu yolculuklar kendimi daha derinlemesine keşfetmeme imkân tanıyor. İyi ki yazıyor diyorum 1930 Borgomanero (Novara) doğumlu bu psikiyatrist için.
Bekleyiş ve Umut, Melankoli, Ruhun Yalnızlığı; harikulade kitaplardı. Şu Bizim Kırılganlığımız onlar kadar uzun bir metin taşımıyor ama onlar kadar hassas bir meseleye eğiliyor: kırılganlıklarımıza. Sadece 76 sayfalık bu kitap hem 'kendini tanıma işi'nin meraklısına hem de bu işin profesyoneline seslenen bir manifesto. Bu manifestoyu açmaya başlarken, dünyada hâkim olan sloganların ve işleyişin kırılganlığı alaya aldığını, oysa kırılganlıkta hem kendimizi hem de başkalarını anlayabilmek adına kuvvetli bir sezgi ilhamı olduğunu söylüyor Borgna. Kırılganlıkların farkına varan insanın başkalarının ruh halleriyle, duygularıyla, varoluş tarzlarıyla daha kolay ve şevkle özleşme imkânı kazanabileceğini söylüyor. Kırılganlığı enine boyuna yorumlarken, incinebilirlik ve duyarlılık gibi 'uçları birbirine değen' alanları da ele alıyor.
Sözcüklerle yola çıkıyor Borgna: "Sözcükler: Soğuk ve sönük, acımasız ve taşlaşmış, aşkınlıktan yoksun ve içkinliğe dalmış ya da hafif ve derin, ışık saçan ve ölçülü, narin ve umuda açık, kırılgan ve ufalanır, karşılaşma ve diyaloga, ruh hali değişimlerine ve durumlara açık olan sözcükler, her birimizin hayatıyla ama özellikle de psikiyatriyle ilişki içindedir."
Bu konuya sonraki sayfalarda sık sık temas eden yazar sarsıcı bir örnek veriyor. Mesela tıbben ömrünü tamamlamasına altı ay kalmış bir hasta düşünülim. Onun karşısına geçip "altı ayın kaldı, geriye kalan günlerini dilediğin gibi yaşamaya bak!" demenin hiçbir faydası olmadığı, aksine kişinin içinde bulunduğu durumu yeniden hatırlatıp son derece yıkıcı bir sona götürdüğü oldukça kritik bir gerçek. Bunun yerine "sen bu hayatta birçok insanın kalbine dokundun, harikulade hatıraların var, iz bıraktın, anılar bıraktın, bunu sakın unutma ve daima hatırla!" demek; o kişiye yaşıyor oluşunu hissettirdiği gibi, süreci sapasağlam bir ruhla geçmesini sağlayabilir. Hatta tedavinin ansızın 'tuhaf' bir gelişim göstermesine de kapı aralayabilir. Çünkü sözcükler hayat verir, hayat alabildiği gibi. Şöyle diyor Borgna: "Hastalıktan yara almış ne çok kişi, doktorların kendilerine yönelttiği fazla şiddet içeren, fazla katı, insancıllıktan yoksun sözcükler yüzünden yıpranır. Koridorda ayaküstü söylenmiş ya da telesekretere bırakılmış bir teşhis, kayıtsızlık ya da endişe izlenimi uyandıran belli belirsiz bir hareket, bir soru karşısında kaçırılan bir bakış, her şey ama her şey kaygı ve umutsuzluğa neden olabilir. Bu nedenle de hemen anlaşılabilecek ve yaralamayacak sözcükler bulmak gereklidir. Bu, tedavi eden kişilerin, kolay olmamakla birlikte zaruri olan görevidir: Hastalara anlaşıldıklarını, kırılganlıklarının ve zayıflıklarının kabul edildiğini hissettiren insani ilişkiler kurmalıdırlar."
Kırılırsak çekinmeye başlarız. Kırılma devam ettikçe ucu bucağı olmayan bir çekingenliğe dalmış oluruz. Bir hareketten çok, almadığımız bir tebessüm ve teşekkür bizi kırabilir. Duyduğumuz sözcükler bizi kırgınlık ormanında yalnız bırakabilir. Açık yaralar daima hırpalar. Kırgınlık; çocuklukta, ergenlikte, gençlikte ve ihtiyarlıkta olduğu gibi erkek ve kadın ruhunda ayrı ayrı tepkiler çıkarır ortaya. Borgna bilhassa kadınlarda kırgınlığın daha içsel bir süreç olduğunu söylüyor. Bu durum kadınların daha güçlü olmalarını sağlayabiliyor. Nitekim kadınlar sıkıntılara daha güçlü göğüs gerebiliyor ve yeniden ayağa kalkmayı daha doğal biçimde yaşayabiliyor: "Kadın, içe dönme, içsel hayatında kesintisiz olarak olup bitenleri daha kolay tanır ve onları görmezden gelip reddetmez, cesaret ve kararlılıkla kabul eder. Ancak bu yaralara ve onlara eşlik eden acılı deneyimlere adını koymak kolay değildir ve kadın bunda, bunda da, daha başarılıdır: Ne hissettiğini sözcüklerin, sesin ve çehrenin, bakışların ve gözyaşlarının, tebessümün ve sessizliğin dili olan yaşayan bedenin diliyle ifade etmekte ustadır. Aynı şekilde, kadın kendi ruhunun yaralarını göstermekten, yardım istemekten ve de gerekli olduğu takdirde, tedaviyi kabul etmekten utanmaz."
Kırılganlık, acı çekmiş olmak mıdır? Elbette öyledir. Acı çekmişseniz bir kere dahi olsa kırılmışsınızdır. Bu acı çekmiş olma hâli her ne kadar sizi kırgınlaştırsa da yaşam tecrübesi anlamında sizi geliştirmiştir. Kişisel değil, tam manasıyla ruhsal bir gelişim. Tıpkı bağışıklık sistemini güçlendirmek gibi. Yeniden aynı durumla karşılaşıldığında hemen yara almamak gibi. Yazar, kendimizi içimizdeki ve başkalarının içindeki kırılganlığı tanıma konusunda daima eğitmemiz gerektiğini savunuyor. "Bu, herkesin çağrılı olduğu ahlaki bir görevdir" diyor ve şöyle devam ediyor: "Sadece gündelik karşılaşmalarımızda değil, özellikle de kırılganlık, güvensizlik, zayıflık ve kalbin Agustinusçu anlamdaki huzursuzluğu tarafından yutulmuş hastalarla olan karşılaşmalarımızda da, sessizlik içinde diyalog kurmanın gizemli anlamına kulak vermeli ve onu yorumlayabilmeliyiz; bunu, karşımızdaki kişinin ne ve nasıl hissettiği, ne gibi umutları ve huzursuzlukları olduğunu, hayatının ufuklarına inen gölgelerin neler olduğunu sezmek için yapmalıyız."
Kitabın son makale başlığı, tedavi ekibine yönelik. Nasıl bir tedavi ekibiyle kırılganlık daha kolay onarılabilir sorusunun cevabı yatıyor bu kısa makalede. Oldukça açık. Borgna her şeyden önce sadece profesyonel bir ekiple ve profesyonel düşüncelerle bu işin çözümlenemeyeceğini ifade ediyor. Çünkü ona göre tedavi ekibinde olmak, bir hayat biçimini de beraberinde getiriyor. Herkesin davetli olduğu bir biçim bu. Umut ancak böyle bir toplulukla yeniden yeşerebilir yazara göre.
Borgna'nın son cümlesi, bu yazının başındaki Tolstoy sözünü hem destekleyen hem de belki daha derinleştiren bir sözü içeriyor: "Ancak gözyaşlarıyla ıslanmış gözlerin görebileceği bir imge yeniden filizlenir" diyor o. Yani ancak yaralanmış olan anlar yaralananı...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Laf kalabalığı çağında sözü yeniden inşa etme niyeti
İlginç bir çağda yaşıyoruz ve gelen her gün bir öncekini “ilginçlik” konusunda geride bırakmayı başarıyor. Bu hızlı değişim ve dönüşüm, ayaklarımızı yerden kesiyor ve sürüklenmeye başlıyoruz. Kimilerimiz ise bu sürüklenmenin dışında kalmak için kendilerine tutunacak dallar arıyor. Mürsel Sönmez için yazmak bu arayışın bir aracı. İki şiir arasındaki zaman dilimini susarak beklemekle geçirmeyen, derdini nesirle ifade etme ihtiyacı duyan her şair gibi o da nesre yönelmiş. Dar Vakit Günleri ve Su Terazisi, işte bu nesir mesaisinin iki meyvesi.
Vaktin darlığı biraz faniliğimizle biraz da yaşanan olayların kritikliğiyle ilgili. Zamanı bir zarf yaşananları da mazruf olarak tanımlayabiliriz. Dar Vakit Günleri, şimdilerde bin yıl önce yaşanmış gibi anlatılsa da bin yıl süreceği dayatılmaya çalışılan 28 Şubat döneminin “darlığını” imleyen yazılardan oluşuyor. Ancak Mürsel Sönmez yine de bu yazılarında şimdi bulunduğumuz zaman ve mekân darlığında da kulak vermemiz gereken sözlere imza atıyor.
Nasıl mı? Öncelik elbette niyette. Yaşadığımız laf kalabalığı çağında sözü yeniden inşa etmeye niyet eden Mürsel Sönmez, sahih bir cümle kapısından geçiriyor okurunu. Üç bölümden oluşuyor kitap. Her bölüm bir türkü mısraından almış adını. “Kalededen iniş m’olur”, “Yazımı kışa çevirdin” ve “Zülüf dökülmüş yüze”… “Haberimizin olmadığı zulümlerden bile üzerimize düşen bir pay vardır!” ihtarında bulunan “sorumluluğa” çağıran, hatta sorumluluğa icabet etmenin bir kaçınılmaz ve görmezden gelinmez bir yük/yükümlülük olduğunu hatırlatan bir kitap Dar Vakit Günleri. Buna rağmen ferah da bir kitap aynı zamanda.
Niçin mi? Mürsel Sönmez, en sert sözünü bile kovalarcasına, okurunu küçümseyerek kurmuyor da ondan. Bir çağrının latifliği var sözlerinde. Okuruna emeğinin heba olmayacağını muştulayan ve muştu ile yüzüne yüzüne vurmayan yazılar bunlar. Bu kitabı ferah kılan okurunu sahte teselliler serabında terk etmemesi ve yaşadığımız modern çölü aşmaya davet etmesi elbette.
Su terazisi, yüksek semtlere su ulaştırabilmek için inşa edilmiş yapılara verilen isim. Pek çoğu kaybolsa da eski semtlerde hâlâ bu küçük kulelere rastlıyoruz. Anlamın buharlaştırıldığı, bir nevi global Kerbela’ya çevrilmek istenen bugünün dünyasında insanlara “anlamı” hatırlatacak bir “su terazisi” inşa etmek her babayiğidin harcı değil elbette. Bu su terazisinden dağıtılması murat edilen anlam ne peki? Elbette muhabbet. Nitekim Mürsel Sönmez de kendisiyle yapılan bir söyleşide niçin yazdığını şöyle özetliyor: “Bütün gevezeliklerinizin ve bütün entelektüel birikiminizin o muhabbete yakıt olduğu zaman bir kıymeti var¸ yoksa hiçbir kıymeti yok. Muhabbet insanın kendi sınırlarını aşıp mutlak ile buluşma noktasıdır. O noktaya vardığınızda dünyada da mutlu oluruz¸ ahirette de. Yoksa aklın sürekli kavga ve çelişkileriyle¸ benlikteki abuk sabuk fırtınalarla ne yaşamaktan zevk alırız¸ ne de doğal olarak ilâhî buyrukları dinleriz. Ben artık muhabbetin tek şey olduğuna hiçbir delil aramaksızın inanıyorum. Benim kişisel maceramda geldiğim yer burası¸ muhabbeti doyasıya yaşamak susmak¸ kâh¸ ağlayarak kâh gülerek o sevinci yaşamak istiyorum.” Bizde yaşamak bencilce bir nefs doyurma talebi değil başkalarını yaşatmak için fedakarlıkta bulunmaya bağlı bir tavır ve seçimdir. Bu yüzden de kulelerimiz firavunun benlik tasladığı dikilitaşlar değil su terazileridir.
Neredeyse her gün yeni ve kritik bir gündem ile uyanıyoruz. Her gün yeni bir boş sayfa açılıyor önümüzde ve anlık reflekslerle günü kurtarmaya çalışıyoruz. Oysa yazmak anlık reflekslerin ötesinde bir mesaiye talip olmayı gerektirir. Evet, yine Dar Vakit Günleri’ndeyiz. Ancak, hayır! Anlık reflekslerle bir yere varamayız. Mürsel Sönmez’in denemeleri hem nasıl bir mesaiye talip olunacağına dair ipuçları sunuyor hem de nasıl bir meseleye sahip olunacağına dair. Yani hem “su terazisi”nin nasıl inşa edileceğine hem de nasıl kullanılacağına dair metinler bunlar.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Star Kitap'ta yayınlanmıştır.
Vaktin darlığı biraz faniliğimizle biraz da yaşanan olayların kritikliğiyle ilgili. Zamanı bir zarf yaşananları da mazruf olarak tanımlayabiliriz. Dar Vakit Günleri, şimdilerde bin yıl önce yaşanmış gibi anlatılsa da bin yıl süreceği dayatılmaya çalışılan 28 Şubat döneminin “darlığını” imleyen yazılardan oluşuyor. Ancak Mürsel Sönmez yine de bu yazılarında şimdi bulunduğumuz zaman ve mekân darlığında da kulak vermemiz gereken sözlere imza atıyor.
Nasıl mı? Öncelik elbette niyette. Yaşadığımız laf kalabalığı çağında sözü yeniden inşa etmeye niyet eden Mürsel Sönmez, sahih bir cümle kapısından geçiriyor okurunu. Üç bölümden oluşuyor kitap. Her bölüm bir türkü mısraından almış adını. “Kalededen iniş m’olur”, “Yazımı kışa çevirdin” ve “Zülüf dökülmüş yüze”… “Haberimizin olmadığı zulümlerden bile üzerimize düşen bir pay vardır!” ihtarında bulunan “sorumluluğa” çağıran, hatta sorumluluğa icabet etmenin bir kaçınılmaz ve görmezden gelinmez bir yük/yükümlülük olduğunu hatırlatan bir kitap Dar Vakit Günleri. Buna rağmen ferah da bir kitap aynı zamanda.
Niçin mi? Mürsel Sönmez, en sert sözünü bile kovalarcasına, okurunu küçümseyerek kurmuyor da ondan. Bir çağrının latifliği var sözlerinde. Okuruna emeğinin heba olmayacağını muştulayan ve muştu ile yüzüne yüzüne vurmayan yazılar bunlar. Bu kitabı ferah kılan okurunu sahte teselliler serabında terk etmemesi ve yaşadığımız modern çölü aşmaya davet etmesi elbette.
Su terazisi, yüksek semtlere su ulaştırabilmek için inşa edilmiş yapılara verilen isim. Pek çoğu kaybolsa da eski semtlerde hâlâ bu küçük kulelere rastlıyoruz. Anlamın buharlaştırıldığı, bir nevi global Kerbela’ya çevrilmek istenen bugünün dünyasında insanlara “anlamı” hatırlatacak bir “su terazisi” inşa etmek her babayiğidin harcı değil elbette. Bu su terazisinden dağıtılması murat edilen anlam ne peki? Elbette muhabbet. Nitekim Mürsel Sönmez de kendisiyle yapılan bir söyleşide niçin yazdığını şöyle özetliyor: “Bütün gevezeliklerinizin ve bütün entelektüel birikiminizin o muhabbete yakıt olduğu zaman bir kıymeti var¸ yoksa hiçbir kıymeti yok. Muhabbet insanın kendi sınırlarını aşıp mutlak ile buluşma noktasıdır. O noktaya vardığınızda dünyada da mutlu oluruz¸ ahirette de. Yoksa aklın sürekli kavga ve çelişkileriyle¸ benlikteki abuk sabuk fırtınalarla ne yaşamaktan zevk alırız¸ ne de doğal olarak ilâhî buyrukları dinleriz. Ben artık muhabbetin tek şey olduğuna hiçbir delil aramaksızın inanıyorum. Benim kişisel maceramda geldiğim yer burası¸ muhabbeti doyasıya yaşamak susmak¸ kâh¸ ağlayarak kâh gülerek o sevinci yaşamak istiyorum.” Bizde yaşamak bencilce bir nefs doyurma talebi değil başkalarını yaşatmak için fedakarlıkta bulunmaya bağlı bir tavır ve seçimdir. Bu yüzden de kulelerimiz firavunun benlik tasladığı dikilitaşlar değil su terazileridir.
Neredeyse her gün yeni ve kritik bir gündem ile uyanıyoruz. Her gün yeni bir boş sayfa açılıyor önümüzde ve anlık reflekslerle günü kurtarmaya çalışıyoruz. Oysa yazmak anlık reflekslerin ötesinde bir mesaiye talip olmayı gerektirir. Evet, yine Dar Vakit Günleri’ndeyiz. Ancak, hayır! Anlık reflekslerle bir yere varamayız. Mürsel Sönmez’in denemeleri hem nasıl bir mesaiye talip olunacağına dair ipuçları sunuyor hem de nasıl bir meseleye sahip olunacağına dair. Yani hem “su terazisi”nin nasıl inşa edileceğine hem de nasıl kullanılacağına dair metinler bunlar.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Star Kitap'ta yayınlanmıştır.
9 Mart 2018 Cuma
Hangi İsa? - II
Hangi İsa? - I başlıklı bir önceki yazımda Mustafa Akyol’un Yahudilerin Mesihi, İslam'ın Peygamberi Meryemoğlu İsa isimli eserini değerlendirmiştim. Bu yazı aynı konuya ilişkin bir başka kitaba dair değerlendirmeyi içeriyor. Kudüs Komplosu alt başlığıyla İsa Kimdi? adlı Mahya Yayınları’ndan çıkan kitabın çevirisi Fuat Aydın’a ait. Yazarı Kemal Süleyman Salibi tarih ve arkeoloji profesörü olduğundan meseleyi -kendi deyimiyle- akademik bir yöntemle ele alıyor. İki yüz beş sayfalık eser önsöz, giriş ve sonsöz hariç on iki başlıktan oluşuyor. Bölüm başlıkları Problem, Elçilerin İşleri Pavlus Hakkında Neyi Söylemedi?, İncil Kanıtı, Kur’ani Tanıklık, Varaka b. Nevfel’in Kayıp İncili, Yuhanna Ne Kadarını Biliyordu?, Arabistan’dan Filistin’e, Mesih, Haç Hanedanlığı, Mesih’e Dönüşen Tanrı, Beytanya’nın Sırları, Yahuda’nın İhaneti şeklinde sıralanmış.
Salibi, “kutsal kitaplar” ve tarihsel verilerden yola çıkarak olay ve olgular arasındaki boşlukları belirli bir tutarlılık çerçevesinde yorumlamaya çalışıyor. Bu yorumlamalar esnasında ortaya çıkan birbirinden farklı İsa anlatılarının oluşum süreçlerinin izini süren yazar, buradaki çoklu İsa anlatılarının en azından Hıristiyanlık teolojisi bağlamında nasıl tek figüre indirgendiğini belirlemeye çalışarak farklı İsa anlatılarındaki karakterlerin niteliklerinin kökenlerine inmeyi deniyor.
Yazar “İsa’nın yaşadığı kesindir ve bunu sadece Hıristiyanlık literatüründe değil Hıristiyanlık dışı metinlerden de anlıyoruz” diyerek çalışmasını temellendiriyor. Fakat buna rağmen “üzerinde uzlaşılmış bir İsa anlatısı bulunmadığını” belirterek kitabın çıkış noktasını ortaya koyuyor. Hıristiyan teolojisinin kanonik ve apokrif metinlerinin (Eski Ahit/Yeni Ahit) yanında Kur’an’ın İsa Aleyhissam tasviriyle birlikte arkeolojik bulguları, mitleri ve pagan anlatılarını karşılaştırmalı olarak yorumlayan Salibi, Kur’an’daki tasvir haricindeki anlatıların Pavlus eliyle nasıl dinleştirildiğini gösteriyor.
Yazarın özellikle arkeolojik bulgular ışığında ileri sürdüğü iddiasına göre Yahudilerin ve Yahudiliğin kökeni bilindiği üzere Kudüs’e değil, Batı Arabistan’a dayanıyor. Salibi ileri sürdüğü iddialarına bölgedeki pagan ve mit anlatılarının Tevrat ve İncil metinlerindeki paralel seyrini kanıt olarak gösteriyor. Eski ve Yeni Ahit’teki bilgilerle Batı Arabistan’a dair elde edilen bulguların benzeşmesinin dışında örtüştüğünü de belirten yazar Pavlus’un bir şekilde buradaki din, pagan ve mit anlatılarını öğrendikten sonra karma haline getirerek bugünkü Hıristiyan teolojisinin akidesini oluşturduğunu ileri sürüyor. Ayrıca çalışmanın önemli bir özelliği de yazarın arkeolojik verilerin yanı sıra bölgedeki yerleşim yerleri başta olmak üzere coğrafyanın topoğrafyasının adlandırılmasından faydalanmasıdır. Söz konusu adlandırmalardaki farklı gibi görülen telaffuzların tarihi ve benzerlikleri üzerinde duruyor.
Yazara göre elde bulunan bilgi ve bulgulardan hareketle üç farklı İsa anlatısı bulunmaktadır. Bunlar, Ezra’dan kısa bir süre sonra peygamberlik yapmış olan ‘Peygamber İsa’, Tevrat’ta belirtildiği üzere Davut’un soyundan gelen ve çarmıha gerilerek öldürülen ‘Mesih İsa’, Batı Arabistan’da öldükten sonra dirilen ‘Bereket Tanrısı İsa’. Çevirmene göre burada yazar üç dese de aslında dört İsa tasvirinden bahsediyor zira yukarıdaki üç İsa tasvirinin birleştirilmesiyle oluşturulan ve İncillerde anlatılan İsa ile dördüncü bir tasvir ortaya çıkıyor: ‘İncillerdeki İsa’. Pavlus’un diğer üç İsa tasvirden faydalanarak oluşturduğu dördüncü İsa karakteri İncillere de bu haliyle girmiştir. Salibi, Pavlus’un oluşturduğu Hıristiyanlık anlayışının kaynağının sadece bunlarla sınırlı olmadığı belirtiyor. Ayrıca Yahudi mistisizmi ve geleneği ile birlikte Grek düşüncesi ve Roma kültüründen de katkılar bulunmaktadır. Yazara göre Kur’an’da anlatılan İsa Aleyhisselam, bu tasvirler içindeki Peygamber İsa ile aynı kişidir.
Konuyu Eski Ahit ve Yeni Ahit üzerine karşılaştırmalı olarak değerlendiren yazar kanonik olarak nitelendirilen ve farklı yıllarda yazılan dört İncil içerisindeki İsa tasvirlerinin çelişkilerini ortaya koymaya çalışıyor. Kutsal metinlerde İsa’nın hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmadığından –ki kutsal metinlerde daha çok onun nasihatleri konu edilmiştir- çoklu İsa anlatılarının boşluk kısımlarını eldeki veriler doğrultusunda akıl yürüterek dolduruyor. Burada yazarın ortaya koymaya çalıştığı şey İsa anlatılarının hem birbiriyle hem de kendi içinde düştüğü çelişkilerdir. Ona göre “İsa’nın ölümünden yıllarca sonra yazılan İnciller onun hakkında çelişkili, uyumsuz ve tutarsız anlatımların kaynağıdır”. Bu bağlamda İncillerin yazılış süreçlerini değerlendiren Salibi, İncillerin yazarları olan Markos, Matta, Luka ve Yuhanna’nın etkilendiği ve/veya direkt bilgilendiği kaynakları ortaya koymaya çalışıyor. Yazara göre İncillerin farklılıklar kronolojik olarak incelendiğinde başka kaynakların varlığının kanıtı olarak değerlendirilebilecek veriler elde etmek mümkün ve bu kaynakların büyük bir kısmı şu an ortada olmayan apokrif metinlerdir. İncillerdeki İsa gibi Pavlus’un hayatı hakkında da çok fazla bilgi bulunmadığını belirten Salibi, buna rağmen Pavlus’un İnciller’in yazılmasındaki etkisinin, Batı düşüncesindeki öneminin, yaptığı yolculuklar ve dinsel mücadelesinin İncillerden açıkça anlaşıldığını ileri sürüyor.
İsa’nın yakınları ile havarilerinin de yaşadığı ve katı kuralların uygulandığı Kudüs’teki Yahudilerin arasına girmek isteyen Pavlus amacını gerçekleştirmek için yeni bir din icat etmiştir. Yazara göre Pavlus bu dini oluşturmadan önce Batı Arabistan’a bir seyahat yapmış ve kullanacağı (pagan-mit) bilgileri toplamıştır. Daha sonra bir seyahati sırasında “İsa’ya ait olduğunu öne sürdüğü bazı görüntüler gördüğünü ve İsa’nın ona öğretisini tebliğ etmesi için görevlendirdiğini” iddia etmiştir. Kendisi bir Yahudi olmayan hatta ilk başlarda Yahudi düşmanı olan Pavlus ihtida ettikten sonra yaydığı öğretinin Yahudi olmayanları (sünnetsizleri) kapsaması ve havariliğini iddia etmesi yüzünden Kudüs ileri gelenlerince kabul görmemiştir. Bu durumu Kudüs dışında kiliseler kurarak aşmaya çalışan Pavlus öğretisini yaymaya devam etmiştir. Pavlus bağlılarına ve kiliselere para yardımında bulunmaktadır. Uzun uğraşları sonunda belirli bir nüfuz elde eden Pavlus Kudüs’e kendisini havari olarak kabul ettirmeyi de başarmıştır. Kitapta anlatılanlar dönüp dolaşıp Pavlus’ta düğümleniyor ve sadece dönemi açısından değil günümüz Hıristiyanlığı açısından da onun önemini ortaya koyuyor.
Yazara göre Pavlus’un öğretisinin dinsel merkezi esasında Kudüs değil Batı Arabistan’dır. Bu bölgede yaşayanlar Arabistan’ın farklı yerlerine dağılmıştır. Kur’an’da İsa Aleyhisselam’a dair anlatılanların bugünkünden farklı bir Hıristiyanlık anlayışı olan kişilere dayandıran yazar Varaka b. Nevfel’i onlardan birisi olarak görüyor. Dolayısıyla kendi okuduğu farklı bir İncil’i bulunan Varaka b. Nevfel’in Hz. Muhammed ile bu konuları konuşması ve bazı şeyleri bilmesi olağandır. Bu bağlamda Salibi’ye göre Kur’an’da anlatılan İsa, Kudüs orijinli İsa (İncillerdeki İsa) değildir ve İncil’de anlatılandan da önce yaşamıştır.
Açıkçası yazar her ne kadar akademik bir yöntem uyguladığını söylese de iddialarını tarihsel gerçeklikten çok spekülatif bir tarih yazımı olarak ele almak mümkün. Yazarın giriş bölümünde çalışmasına dair yaptığı açıklamada “bazı kesimlerin iddialarına karşı sert tepkiler verdiğini” belirtmesi bu minvalde değerlendirilebilir. “Sansasyon oluşturmak, İncillere dair bir skandalı ortaya çıkarmak ya da Hıristiyanlığın bir yanlışını kanıtlamak” gibi niyetinin olmadığını belirten Salibi, bir Hıristiyan olarak amacının “sadece İncillerin tarihsel gizemini ve Hıristiyanlığın doğuşunu araştırmak” olduğunu belirtiyor. Tarihin bilim olup olmadığı tartışma konusu olmaya devam ededursun, kitapta anlatılanlar -yazarının da belirttiği gibi- alternatif bir tarih okuma girişimidir ve ortaya konulan görüş bilimsel verilerle desteklenebilir ve/veya yanlışlanabilir iddialardır. Dolayısıyla burada iddia edilenler farklı bir pencere açması açısından önem arz ediyor. Yazarın bir Hıristiyan olarak, Hıristiyanlığın bir konusu olan Mesih İsa ile ilgili çalışmasında Kur’an’ı kaynakları arasına alması ilginç bir detay olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak ise kitapta anlatılanlar Hıristiyanlar ve/veya Yahudiler açısından olduğu kadar belirli bir vizyonu yakalamak zorunda olan Müslümanlar açısından da önemlilik taşıyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Salibi, “kutsal kitaplar” ve tarihsel verilerden yola çıkarak olay ve olgular arasındaki boşlukları belirli bir tutarlılık çerçevesinde yorumlamaya çalışıyor. Bu yorumlamalar esnasında ortaya çıkan birbirinden farklı İsa anlatılarının oluşum süreçlerinin izini süren yazar, buradaki çoklu İsa anlatılarının en azından Hıristiyanlık teolojisi bağlamında nasıl tek figüre indirgendiğini belirlemeye çalışarak farklı İsa anlatılarındaki karakterlerin niteliklerinin kökenlerine inmeyi deniyor.
Yazar “İsa’nın yaşadığı kesindir ve bunu sadece Hıristiyanlık literatüründe değil Hıristiyanlık dışı metinlerden de anlıyoruz” diyerek çalışmasını temellendiriyor. Fakat buna rağmen “üzerinde uzlaşılmış bir İsa anlatısı bulunmadığını” belirterek kitabın çıkış noktasını ortaya koyuyor. Hıristiyan teolojisinin kanonik ve apokrif metinlerinin (Eski Ahit/Yeni Ahit) yanında Kur’an’ın İsa Aleyhissam tasviriyle birlikte arkeolojik bulguları, mitleri ve pagan anlatılarını karşılaştırmalı olarak yorumlayan Salibi, Kur’an’daki tasvir haricindeki anlatıların Pavlus eliyle nasıl dinleştirildiğini gösteriyor.
Yazarın özellikle arkeolojik bulgular ışığında ileri sürdüğü iddiasına göre Yahudilerin ve Yahudiliğin kökeni bilindiği üzere Kudüs’e değil, Batı Arabistan’a dayanıyor. Salibi ileri sürdüğü iddialarına bölgedeki pagan ve mit anlatılarının Tevrat ve İncil metinlerindeki paralel seyrini kanıt olarak gösteriyor. Eski ve Yeni Ahit’teki bilgilerle Batı Arabistan’a dair elde edilen bulguların benzeşmesinin dışında örtüştüğünü de belirten yazar Pavlus’un bir şekilde buradaki din, pagan ve mit anlatılarını öğrendikten sonra karma haline getirerek bugünkü Hıristiyan teolojisinin akidesini oluşturduğunu ileri sürüyor. Ayrıca çalışmanın önemli bir özelliği de yazarın arkeolojik verilerin yanı sıra bölgedeki yerleşim yerleri başta olmak üzere coğrafyanın topoğrafyasının adlandırılmasından faydalanmasıdır. Söz konusu adlandırmalardaki farklı gibi görülen telaffuzların tarihi ve benzerlikleri üzerinde duruyor.
Yazara göre elde bulunan bilgi ve bulgulardan hareketle üç farklı İsa anlatısı bulunmaktadır. Bunlar, Ezra’dan kısa bir süre sonra peygamberlik yapmış olan ‘Peygamber İsa’, Tevrat’ta belirtildiği üzere Davut’un soyundan gelen ve çarmıha gerilerek öldürülen ‘Mesih İsa’, Batı Arabistan’da öldükten sonra dirilen ‘Bereket Tanrısı İsa’. Çevirmene göre burada yazar üç dese de aslında dört İsa tasvirinden bahsediyor zira yukarıdaki üç İsa tasvirinin birleştirilmesiyle oluşturulan ve İncillerde anlatılan İsa ile dördüncü bir tasvir ortaya çıkıyor: ‘İncillerdeki İsa’. Pavlus’un diğer üç İsa tasvirden faydalanarak oluşturduğu dördüncü İsa karakteri İncillere de bu haliyle girmiştir. Salibi, Pavlus’un oluşturduğu Hıristiyanlık anlayışının kaynağının sadece bunlarla sınırlı olmadığı belirtiyor. Ayrıca Yahudi mistisizmi ve geleneği ile birlikte Grek düşüncesi ve Roma kültüründen de katkılar bulunmaktadır. Yazara göre Kur’an’da anlatılan İsa Aleyhisselam, bu tasvirler içindeki Peygamber İsa ile aynı kişidir.
Konuyu Eski Ahit ve Yeni Ahit üzerine karşılaştırmalı olarak değerlendiren yazar kanonik olarak nitelendirilen ve farklı yıllarda yazılan dört İncil içerisindeki İsa tasvirlerinin çelişkilerini ortaya koymaya çalışıyor. Kutsal metinlerde İsa’nın hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmadığından –ki kutsal metinlerde daha çok onun nasihatleri konu edilmiştir- çoklu İsa anlatılarının boşluk kısımlarını eldeki veriler doğrultusunda akıl yürüterek dolduruyor. Burada yazarın ortaya koymaya çalıştığı şey İsa anlatılarının hem birbiriyle hem de kendi içinde düştüğü çelişkilerdir. Ona göre “İsa’nın ölümünden yıllarca sonra yazılan İnciller onun hakkında çelişkili, uyumsuz ve tutarsız anlatımların kaynağıdır”. Bu bağlamda İncillerin yazılış süreçlerini değerlendiren Salibi, İncillerin yazarları olan Markos, Matta, Luka ve Yuhanna’nın etkilendiği ve/veya direkt bilgilendiği kaynakları ortaya koymaya çalışıyor. Yazara göre İncillerin farklılıklar kronolojik olarak incelendiğinde başka kaynakların varlığının kanıtı olarak değerlendirilebilecek veriler elde etmek mümkün ve bu kaynakların büyük bir kısmı şu an ortada olmayan apokrif metinlerdir. İncillerdeki İsa gibi Pavlus’un hayatı hakkında da çok fazla bilgi bulunmadığını belirten Salibi, buna rağmen Pavlus’un İnciller’in yazılmasındaki etkisinin, Batı düşüncesindeki öneminin, yaptığı yolculuklar ve dinsel mücadelesinin İncillerden açıkça anlaşıldığını ileri sürüyor.
İsa’nın yakınları ile havarilerinin de yaşadığı ve katı kuralların uygulandığı Kudüs’teki Yahudilerin arasına girmek isteyen Pavlus amacını gerçekleştirmek için yeni bir din icat etmiştir. Yazara göre Pavlus bu dini oluşturmadan önce Batı Arabistan’a bir seyahat yapmış ve kullanacağı (pagan-mit) bilgileri toplamıştır. Daha sonra bir seyahati sırasında “İsa’ya ait olduğunu öne sürdüğü bazı görüntüler gördüğünü ve İsa’nın ona öğretisini tebliğ etmesi için görevlendirdiğini” iddia etmiştir. Kendisi bir Yahudi olmayan hatta ilk başlarda Yahudi düşmanı olan Pavlus ihtida ettikten sonra yaydığı öğretinin Yahudi olmayanları (sünnetsizleri) kapsaması ve havariliğini iddia etmesi yüzünden Kudüs ileri gelenlerince kabul görmemiştir. Bu durumu Kudüs dışında kiliseler kurarak aşmaya çalışan Pavlus öğretisini yaymaya devam etmiştir. Pavlus bağlılarına ve kiliselere para yardımında bulunmaktadır. Uzun uğraşları sonunda belirli bir nüfuz elde eden Pavlus Kudüs’e kendisini havari olarak kabul ettirmeyi de başarmıştır. Kitapta anlatılanlar dönüp dolaşıp Pavlus’ta düğümleniyor ve sadece dönemi açısından değil günümüz Hıristiyanlığı açısından da onun önemini ortaya koyuyor.
Yazara göre Pavlus’un öğretisinin dinsel merkezi esasında Kudüs değil Batı Arabistan’dır. Bu bölgede yaşayanlar Arabistan’ın farklı yerlerine dağılmıştır. Kur’an’da İsa Aleyhisselam’a dair anlatılanların bugünkünden farklı bir Hıristiyanlık anlayışı olan kişilere dayandıran yazar Varaka b. Nevfel’i onlardan birisi olarak görüyor. Dolayısıyla kendi okuduğu farklı bir İncil’i bulunan Varaka b. Nevfel’in Hz. Muhammed ile bu konuları konuşması ve bazı şeyleri bilmesi olağandır. Bu bağlamda Salibi’ye göre Kur’an’da anlatılan İsa, Kudüs orijinli İsa (İncillerdeki İsa) değildir ve İncil’de anlatılandan da önce yaşamıştır.
Açıkçası yazar her ne kadar akademik bir yöntem uyguladığını söylese de iddialarını tarihsel gerçeklikten çok spekülatif bir tarih yazımı olarak ele almak mümkün. Yazarın giriş bölümünde çalışmasına dair yaptığı açıklamada “bazı kesimlerin iddialarına karşı sert tepkiler verdiğini” belirtmesi bu minvalde değerlendirilebilir. “Sansasyon oluşturmak, İncillere dair bir skandalı ortaya çıkarmak ya da Hıristiyanlığın bir yanlışını kanıtlamak” gibi niyetinin olmadığını belirten Salibi, bir Hıristiyan olarak amacının “sadece İncillerin tarihsel gizemini ve Hıristiyanlığın doğuşunu araştırmak” olduğunu belirtiyor. Tarihin bilim olup olmadığı tartışma konusu olmaya devam ededursun, kitapta anlatılanlar -yazarının da belirttiği gibi- alternatif bir tarih okuma girişimidir ve ortaya konulan görüş bilimsel verilerle desteklenebilir ve/veya yanlışlanabilir iddialardır. Dolayısıyla burada iddia edilenler farklı bir pencere açması açısından önem arz ediyor. Yazarın bir Hıristiyan olarak, Hıristiyanlığın bir konusu olan Mesih İsa ile ilgili çalışmasında Kur’an’ı kaynakları arasına alması ilginç bir detay olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak ise kitapta anlatılanlar Hıristiyanlar ve/veya Yahudiler açısından olduğu kadar belirli bir vizyonu yakalamak zorunda olan Müslümanlar açısından da önemlilik taşıyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp