SAYFALAR

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Ötekinin tasviri: Lubenau Seyahatnamesi

Geçmişe dair tutulan kayıtlar, günlükler, seyahatnameler başta tarihçiler olmak üzere geçmişi anlamak isteyenler için çok kıymetlidir. Hele tarihçiler için bu kıymet, geçmişin anekdotlarının birinci elden olmasıyla daha da artar. Özellikle bir yabancının gözünden “kendinden” olmayanın anlatıldığı seyahatnameler, yazıldığı dönemin adeta panoramik bir fotoğrafını çeker. Toplumsal, siyasal, kültürel, dini ve ekonomik yaşama dair pek çok ayrıntının yer aldığı seyahatnameler, farklı olanın tasviri ve takdiminin yanı sıra tasvir edenin olayları anlama, algılama ve yorumlama biçimini de sunar.

Reinhold Lubenau’ya ait seyahatname Kitap Yayınevi tarafından Türkis Noyan’ın çevirisi ile okura sunuldu. Seyahatname, Alman bir eczacı olan Lubenau’nun, 1587 yılında Kutsal Roma Germen İmparatoru adına Viyana’dan İstanbul’a yıllık haracı götüren elçilik heyetiyle birlikte yaptığı yolculuk esnasında kaleme aldığı günlüklerdir. Ancak Lubenau’nun seyahati İstanbul’da son bulmaz. Yazar, Venedik’e gitmek üzere Kaptan-ı Derya Hasan Paşa’nın donanmasıyla Ege ve Akdeniz kıyılarını ve adalarını görme şansına sahip olur.

İki cilt halinde basılan seyahatnamenin ilk cildinde Lubenau’nun Pressburg, Viyana, Riga gibi Avrupa kentlerine yaptığı yolculukların ardından, elçilik heyetiyle birlikte Viyana’dan İstanbul’a Tuna Nehri üzerinden gemilerle başlayan yolculuğu esnasında Komorn, Estergon, Budin gibi kaleler ile, Belgrad’tan sonra kara yoluyla gittikleri, Niş, Sofya, Filibe, Edirne, Silivri ve İstanbul’a ait gözlemlerini anlatır. İkinci ciltte ise İstanbul’dan ayrılan Lubenau; Mudanya, Bursa, İznik, İzmit, Marmara adaları, Çanakkale, Limni, Eğriboz, Atina, İskenderiye, Kıbrıs, Tunus, Rodos, Girit, Korfu gibi pek çok adayı ve yeri gördükten sonra Venedik’e dönüşünü anlatır. Bu anlamda Lubenau Seyahatnamesi Avupa’dan Asya’ya, Asya’dan Kuzey Afrika’ya kıtalararası coğrafi bir hat çizer.

Dindar bir Hristiyan olan Lubenau yaptığı tüm yolculukların anlamını şu sözleriyle açıklar: “Kutsal Kitap’ta insan yaşamının bir Hac yolculuğu olduğundan söz edilir. Aynı şeyi ben de kendim için söyleyebilirim.”. Lubenau madden ve manen kendisine değer katacağını düşündüğü tüm yolculuklarında gezdiği gördüğü yerlerin yaşayış biçimi, tarihi eserleri, mimarisi, giyim-kuşamı, yemek kültürü hakkında bilgi verir. Lubenau “öteki”ni tanımaya ve tanıtmaya dönük merakını şu sözlerle açıklar: “Konstantinopolis’te kaldığım sürece zamanımın büyük kısmını kentin resimlerini çizmekle geçiriyordum. Ayrıca etrafta dolaşarak eski yazıları ve antika eserleri araştırıyordum. Kentin çevresini tanımaya, Türklerin geleneklerini, dinlerini, politika ve din hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye çalışıyor, Türkçemi geliştirmeye gayret ediyordum.”. Hatta Lubenau, Osmanlı topraklarında bulunduğu halde tanımak, görmek yerine zaman tüketen elçilik çalışanlarını da “Bir kaz olarak Ren nehrini aşıp, gene bir kaz olarak geri döndüler” diyerek eleştirir.

Lubenau seyahatnamesinin özellikle Doğu’ya ilginin arttığı 18.yy ve sonrasında yazılan seyahatnamelerden farkı Müslüman-Türk imgesinde görülmektedir. 16.yy Türk imgesi her şeyden evvel etnik aidiyetine bakılmaksızın Müslümanlıkla özdeştir ve dönemin askeri, politik ve ekonomik “gücü”ne sahiptir. Dolayısıyla Lubenau seyahatnamesinde Doğu-Batı ayrımından ziyade Hristiyan Avrupa ile Müslüman Türk dünyasının karşıtlığı üzerinden bir ayrım söz konusudur. Yazar, metinde sıklıkla kullandığı “basit, zorba, kibirli” Türk’ün nasıl olup da bu üstün gücü elde ettiğini anlamaya ve anlatmaya çalışır. Sosyal hayattan, dini hayata, Osmanlı’da ticaretin zenginliğinden, İran’la yaşanan mücadelelere kadar “öteki” olanın halini ahvalini kutsal bir görev bilinci ile rapor etmiştir. Bunu yaparken de yer yer efsanelere, tevatürlere, mesnetsiz yargılara hatta doğrudan hakaretamiz ifadelere yer vermiştir. Bu durum onu kendisiyle çelişecek anlatımlarda bulunmasına da neden olur. Örneğin Türklerin yemek kültürüne ilişkin olarak : “Türkler damak tatlarını fazla önemsemezler, gerek padişahın gerekse en yüksek vezirlerin sofrasına bile 5-6 kaptan fazla yemek gelmez. Yemek üstüne de biraz meyve ve tatlı yerler. Hepsi bu kadardır.” derken Saray mutfağıyla ilgili anlattığı “(…) Az sonra önümüze çeşitli renklerde beyaz, siyah, kırmızı sarı ve yeşil pirinç yemekleri, haşlanmış ve fırınlanmış kızartılmış koyun tavuk, güvercin, bıldırcın eti, türlü türlü börekler, çörekler, belki yüz çeşit yemek getirdiler.” cümlesi birbiriyle örtüşmez.

Lubenau Osmanlı topraklarında gücün kaynağını araştırırken kendi toplumundaki zayıflıkları da açıkça ortaya koymaktan çekinmez. Türk ordularının düzen ve intizamını dile getirirken Avrupa ordularının disiplinsizliğini de şu sözlerle anlatır: "Ben yeryüzündeki orduların hiçbirinde –bizim savaşçılarımız dâhil –böyle bir disiplin görmedim ve işitmedim. Türklerde en önemli özellik itaattir. Öyle ki buradaki bir yeniçerinin elindeki değneği hareket ettirmekle sağladığı disiplini, bizim saraylarımızdaki bir yüzbaşı, eli mızraklı bir sürü askerle temin etmeyi başaramıyor.”. Yine Avrupa’nın aksine Türk ülkesinde herkesin inandığı dini özgürce yaşayabilmesinden veya aristokrat tabakanın olmadığı sosyal hayattan hayretle bahseder.

Lubenau, seyahatnamesinde okuru kültürlerarası bir seyahate çıkarır. Düğünlerden çalgı aletlerine, yargılama usullerinden hapishane koşullarına, hastalıklardan ilaçlara kadar gezdiği yerlerin kültürel, ekonomik, dini ve siyasi hayatına dair göstergelerini okurla paylaşır. Okur bu seyahatte kıtalararası gezinirken hem Osmanlı toplumunu hem de Alman bir eczacının zihnindeki “Türk” imgesini okuma fırsatı yakalar. “Ötekinin” tasviri üzerinden aslında “kendisinin” tasvirini çizen kitap özellikle tarih meraklılarını kendisini keşfetmek üzere bekliyor.

Nur Efşan Norşenli
twitter.com/nurefsangur

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder