SAYFALAR

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var

“Sana ruh hakkında soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir."
- İsrâ / 85

“Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu ândan ibaret."
- Sezen Aksu

Klasikler deyince çoğu insanın aklına kalın, ciltli, kiloya vurduğumuzda epeyce ağır kitaplar gelir. İçinde gizli bir sürü cevher yattığını biliriz ama okumak gözümüzde büyür. İçinde bulunduğumuz çağda iletişim çok hızlıdır ancak bunun yanında ruhla benlik arasındaki ilişki de şiddetli bir erozyona uğramaktadır. Zira çağın insanı özü aramaktan uzaktadır. Tanpınar’ın deyişiyle ölümden korkmakta ama günlerinin de hızlı bir şekilde geçirmek arzusundadır. Sonsuzluğa erişmek için avans olarak verilen zamanı hebâ ederek boşluk sarmalına dolanıp kalmıştır. Boşluğa dolanmıştır çünkü bedenen varlığı külfet verir insana. Teklif edilen emaneti reddeden göklere, yere ve dağlara aldırış etmeden yüklenen insanın dünya yükü ağırdır. Bu yükü taşımaya başladığı andan itibaren yaşamak zûl gelir çünkü sonu olan bir dünyada sonsuzluğu aramak, insanın yaratılış amacıdır. Dostoyevski’nin değişiyle: “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.

Bâb-ı Aziz’in anlattığı hikayeye göre; yaratılan ruhlar kadar Allah’a ulaşan yollar vardır. İntiharı reddedip bu yükü taşımaya gönüllü olan insan, bu yol üzerinde denk geldiklerine muhabbet duyar. Dostoyevski’nin, Rilke’nin, Kazancakis’in, Tarkovski’nin, Bergman’ın, Kieslowski’nin eserlerinin bu kadar evrensel bir niteliğe bürünmesi de bundandır. Çünkü onlar hakikatin ayrı yüzlerini keşfetmişler ve bu keşiflerini ruhun dirilişine sebep olacak eserlere dönüştürmeyi başarabilmişlerdir. Kendi iç dünyasında aradığı Tanrı’yı bu eserlerin altyazılarında bulan okuyucu için bu eserler, hem aşılacak yeni bir merhale hem de atlanacak yeni bir paye olmuştur. Zaman tükenmeye mahkumdur, ruhun dirilişi yoksunluk ve yalnızlıkla keşfe kadirdir. Yani insan acziyetini keşfettiği ölçüde Tanrı’ya yakınlaşmış olur. Andre Gide'in Dostoyevski için yazdığı kitabından öğrendiğimize göre, yazar öldüğü yıl, ilk kez mektup yazdığı Mlle N.’ye şöyle demiştir: “Yazar olarak, pek çok kusurum bulunduğunu biliyorum, çünkü ilkin ben kendim, hiç hoşnut değilim kendimden. Kendi kendimi tarttığım bazı anlarda, çoğu kez, sözcüğün tam anlamıyla, anlatmak istediğimin ancak yirmide birini anlattığımı ve belki de hiç anlatamadığımı saptadığıma inanabilirsiniz. Beni kurtaran şey, Tanrı’nın bir gün bana o kadar güç ve esin göndereceği ve benim de kendimi daha noksansız olarak anlatabileceğim, kısacası yüreğimdeki ve hayal gücümdeki her şeyi ortaya koyacağım konusunda beslediğim alışılmış umut’dur."

İyi yazar için her okurun kendine has bir tanımı vardır, zira okumak şifadır. Dolayısıyla okuyucu kendine iyi gelen üslubu okur. Bana göre iyi yazar, okuyucuyla eserini baş başa bırakan, kendini aradan çıkarmayı başaran yazardır. Öğretici ya da didaktik bir üslupla değil; kişide kendi kendine konuşuyormuş hissini uyandıran yazar, kelimelerle okuyucunun röntgenini çeker. İçini açar, onu kendisiyle baş başa bırakır.

İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Suç ve Ceza'nın önsözünde Dostoyevski için şu ifadeler yer alır: "Rus edebiyatının büyük yazarlarından olan Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da dünyaya gelir. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde bir cerrahtır. Dostoyevski ilk eğitimini ailesinden alır. Romanlarının hepsinde ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık olduğu yoksulluğun etkisi görülür. 20 yaşında askeri öğrenci olarak okuduğu Petersburg mühendislik okulunu bitirir, ancak bir yıl askeri mühendis olarak çalıştıktan sonra istifa eder. Hemen sonra edebiyata atılır ve 1846 yılında İnsancıklar kitabı yayımlanır, kitap büyük ilgi toplar. Daha sonra Suç ve Ceza’da daha parlak biçimde dile gelecek olan, yazarın yoksul, umarsız insanlara ve hayatın trajik yanlarına karşı duyduğu büyük ilgi ve duyarlılık, daha ilk yapıtlarında kendini göstermiştir. 1847 yılında yazar, ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubuna girer. Ancak 1849 yılında Dostoyevski ve grup üyeleri çarın emriyle tutuklanırlar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonucu idama mahkûm edilirler. 22 Aralık 1849 günü kurşuna dizilmek üzere direklere bağlanırken, cezalarının bağışlandığı ve dört yıl kürek, beş yıl sürgüne çevrildiği haberi gelir." Bu anda yaşadığı ıstırabı yazar, Budala romanının başkahramanı Prens Mışkin’in ağzından şöyle anlatır:

Bakın ne diyeceğim? Siz de aynı şeyi düşündünüz, herkes öyle düşünüyor… Giyotin denen makine de bunun için icat edilmiş. O zaman bir fikir gelmişti aklıma: Ya böylesi daha kötüyse? Komik geliyordur bu size, tuhafınıza gidiyordur. Ama bazen böyle şeyler geliyor insanın aklına işte. Düşünsenize: Ya işkence etseler? O zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. Ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. Ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukardan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… İşte saniyenin o dörtte biri olan o süre en korkuncudur… Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncelerimi. Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp veya yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı yere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının, buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra “Hadi git, bağışlandın.” denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu… Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!"

Dostoyevski, Budala’yı 1868 yılında, Suç ve Ceza ile Karamazov Kardeşler’in arasında yazmıştır. Yani Raskolnikov’un, kendince biri suçlu diğeri suçsuz iki kadını öldürmesinden sonra, İvan Karamazov’un da ahlak yoksunu olan babasının cinayetini planlamasından önce, yani iki cinayet arasına yazmıştır. Burada Raskolnikov’un iki farklı yanına atıfta bulunulabilir: biri, iki insanı baltayla kafalarına vurup öldüren câni yanı, diğeri ise masum bir çocuğu yangından kurtarmak için alevlerin içine atlayan merhametli yanı. Aslında her insan kendi muhtevasında böyle çelişkiler barındırır. Dostoyevski’nin ustalığı ise bu iki zıt kutup arasında nakış dokuması ve okuyucuyu psikolojik gözlemlerle kendi iç dünyasına ışık tutmak zorunda bırakmasıdır. Yeryüzünde 4 ayrı çatışma vardır, diğer tüm çatışmalar bunların türevidir. Birincisi; kalple akıl arasında, ikincisi; kadınla erkek arasında, üçüncüsü; işçiyle iş veren arasında, dördüncüsü ise vatandaşla hükümet arasında. İki taraf da kendi hakkını kollamak ve daha çok yetkiye sahip olmak ister. Bunu gerçekleştirmek için suç işler. Bu durum, Durkheim’ın “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” tanımını desteklemektedir. Ancak Raskolnikov, suç tanımına başka bir yorum getirmiştir ve bunu cinayetten önce yazdığı bir makalede insanların iki gruba ayrıldığını söylemiştir. Birinci grubun alelade bir çoğunluk olduğunu ve hiçbir fevkaladeliğinin bulunmadığını ancak ikinci grubun deha olmaları sebebiyle dünyayı değiştirmek uğruna işledikleri suçların günahının olmadığı beyan etmiştir. Onlar için, iyi şeyler uğruna, şimdinin yıkılması için suç işlemek bir gereklilikse, bunu vicdan rahatlığıyla yerine getirebilirler. Newton ya da Kepler’in buluşlarının ortaya çıkmasına engel olan, bunların önünü tıkayan, insanlığa ulaşabilmesi için mani olan bir, on, yüz ya da daha çok kişiyi ortadan kaldırmasına hakkı vardı, hatta bu onlar için bir zorunluluktu. Yani suç işlemek için asil bir sebebi olanlar, suç işlemekte özgürdürler. Cahit Zarifoğlu bu tanıma ithafen Raskolnikov için “Şiddetli bir allah ağrısı çekmektedir.” demiştir. Bu kitaptan iki yıl sonra yazdığı Budala romanında ise, bu zeki ve kafa tutan karakterin tam tersi bir kahramanla karşı karşıya kalırız. Budala sözlük anlamıyla; zekâ yönünden geri, aptal demektir.

Burada budala sözcüğüyle kastedilen, Prens Mışkin’in zeka yönünden geri olması değildir. Toplum tarafından, alışılmadık derecede dürüst, inançlı ve iyi yürekli olması sebebiyle garip karşılanan bir karakterdir, yani gerektiğinde suç işlemeyi revâ gören Raskolnikov karakterinin tam zıttı bir karakter. Bir tarafta ifrat, bir tarafta tefrit. Dostoyevski bir nevi Suç ve Ceza’yı yazarak içindeki bir cinayeti ortaya çıkarmış, Genç Werther’in Acıları’nı yazmakla binlerce genci intihara sürükleyen ancak kendisini intihardan kurtaran Goethe’nin izinden gitmiştir, denilebilir. Burada Dostoyevski’nin romanı yazdığı yıllardaki sosyal durumuna değinmek gerekir. Suç ve Ceza’yı yazdıktan bir yıl sonra, yani 1867’de, 46 yaşındayken Snitkina’yla evlenir ve hem alacaklılarından hem de yardım isteyen aile efradından kurtulmak üzere karısıyla yurtdışına çıkar. Rusya’dan uzakta geçirdiği dört yıl, sefalet ve yoksulluk içinde ülkeden ülkeye dolaşmıştır. Tüm bu zorluklara, sara nöbetlerine, saplantı haline gelen kumar tutkusuna, ilk çocuklarının trajik ölümüne katlanan genç karısı, ona olan bağlılığını yitirmeden aşkın sorumluluklarını yerine getirir. Romanın kahramanı Prens Mışkin de, tedavi gördüğü İsviçre’den, elinde sadece bir giysi çıkınıyla Petersburg’daki uzak akrabası Lizaveta Prokofyevna ve general olan eşini görmek üzere Yepançinlerin malikanesine giden bir sara hastasıdır; hikaye böyle başlar. Kitap aslında bir aşk romanıdır, yazar başkahraman olarak seçtiği sara hastasıyla toplumun iki yüzlülüğünü gözler önüne sermekte, böyle bir toplumda dürüst olmanın “budala”lık olduğunu belirtmektedir. Yani Dostoyevski romana kendi kaderinden detaylar vermiş, aynı zamanda geçirdiği sara nöbetlerini de dile getirerek benliğini keşfettiği anları kelimelere dökebilmiştir. Nöbetlerin başladığı anlar, bilinçle bilinçaltı arasında bağlantı kurduğu zamanlardır ve o anki coşkunluğu kitapta şöyle yer verir:

O anda aklına gelen şeylerden biri de sara bunalımlarıydı. Eğer sara nöbeti uyanıkken gelmişse, nöbetin başlamasından biraz önce, içini kaplayan sıkıntının, tedirginliğin, bunaltının arasında zihni bir anlık silkinmelerle canlanır, içinde büyük bir yaşama isteği belirirdi. Bir şimşek gibi parlayıp sönen bu kısacık sürede yaşadığını hissetmesi var olduğunun bilincine ermesi on kat artardı. Bütün benliği pırıl pırıl aydınlanırken heyecanı, kuşkuları, tedirginliği yatışır; içini sevinç dolu bir huzur kaplardı. O anda umutlarla dolup taşar, içinde her şeyin en doğrusunu yapmış olmanın dinginliği yer alırdı. Fakat bu anlar, bu coşkunluk, sara nöbetinden önceki son saniyenin (hiç bir zaman bir saniyeden fazla sürmezdi), sadece bir önsezisi gibiydi. Ama dayanılmaz bir saniyeydi bu.

Sonra kendine gelip de bu saniyeyi düşündüğü zaman şöyle söylerdi: ‘Çevremdekilerin ve kendimin bilincine varmadaki bu netlik, aydınlık, yani ‘başımın göklerde oluşu’ bir hastalıktan, normalin çarpıtılmasından başka bir şey olamaz. Öyleyse bu durum yaşamın doruğu değil, belki de uçurumun dibi sayılmalı.’ Böyle düşünmekle birlikte sonunda şu çelişik sonuca varırdı: ‘Kendime geldikten sonra anımsayıp gözümün önüne getirebildiğim o bunalım öncesi an madem bu kadar tatlı, hoş; madem bu an bana daha önceden tatmadığım, hatta aklıma getirmediğim doygunluk, çevreyle uyumluluk, huzur duygusu veriyor; içimi derin bir yaşama umuduyla birlikte ibadet coşkunluğuyla dolduruyor; öyleyse bunun bir hastalık, anormal bir gerginlik olmasının ne önemi var."

Aslında bu kadar net ifade edebildiği, benliğinin doruklarına vardığı; sara nöbetinden önceki saniye için şuurlu bir biçimde: “Bu an için bütün yaşamımı verebilirim!” dediğine göre, bu anın gerçek müptelasıydı. Belki bu durumu bu kadar açık seçik yaşamasından, kumara olan tutkusuna da pay çıkarılabilir. Bakara Suresi’nin 219. ayetinde şarap ve kumara ithafen: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” buyurulmaktadır. Yani ikisinde de zihni bir müddet kapama ve bu oluş içerisinde alınan haz olarak anlaşılabilir. Ancak Dostoyevski’nin bahsettiği coşkunluk, insanın zihnini karartan, ruhunu bayağılaştıran uyuşturucuların yarattığı etki değildir. Çünkü hastalığı geçtikten sonra her şeyi tüm berraklığıyla anımsamaktadır.

Kitabın başkahramanı salt iyiliği temsil eder, bu yüzden de hor görülür. Çünkü toplumun bilincinde böyle bir saflığa yer yoktur. Dostoyevski toplumun bu kanısına karşı eleştirilerini dile getirir. Milli bir bilince sahip olmayan Rusların, her şeye sonuna kadar inanabildiğini savunur ve bu da Rusların inançsızlığa dahi sonuna kadar inanabilecek insanlar olduğunu ifade eder. Halbuki Prense göre insanlığın kurtuluşu, Bergman’ın dediği gibi utançla mümkündür. “Ruhun temizlenmesi için en iyi yol, insanın geçmişini pişmanlıkla hatırlamasıdır."

Rus toplumunda görülen hiyerarşik düzeni de kitabında işleyen Dostoyevski’ye göre toplum üçe ayrılmıştır: birincisi burjuva sınıfı, ikincisi bu tabakadan pek çok tanıdığı ve ve buraya yükselmeye çalışan orta sınıf ve bu iki sınıfın da hor görüp burun kıvırdığı en alt sınıf. Lebedev ve Hippolit gibiler bu sınıfı temsilen romanda yer almaktadır.

Dostoyevski kitapta aslında büyük bir aşkı işlemiştir; bu aşkın en büyük kahramanı ise Nastasya Filippovna’dır. Ancak olay örgüsü ve psikolojik tahliller sebebiyle aşk arka planda yer almaktadır. Filippovna güzelliğiyle romandaki tüm erkek karakterlerin başını döndürmüş, olgunluğuyla herkesi mest etmiştir ancak kendini mutluluğa layık görmemektedir. Bu karakterinin farkında olan Filippovna zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran bir utancı taşıyan karakter olarak kitapta yer alır. Aglaya İvanovna ise, yaptığı ani hesaplarla olayların seyrini değiştirerek zeki ve şımarık bir karakter olarak karşımıza çıkar. Burada, yazarın bir önceki kitabının kadın kahramanı Sonya ile kıyaslandığında kadın karakterler daha soylu ve güçlü olarak karşımıza çıkar. Prensin usturuplu fikirlerine en yakın karakter ise generalin karısı Lizaveta Prokofyevna’dır.

Kitabın sonunda ise kötü bir son beklemektedir okuyucuyu. Öyle ki, hem iyi ki okudum hem de keşke okumasaydım yargılarının arasında çıkmaza düşer. Kendini sorgulama ihtiyacı hisseder. Acaba Prens kadar saf mıyım, yoksa toplum beni de mi esir almıştır? Ben Prens Mışkin’i tanımadan önce Dostoyevski’nin üç kitabını okumuştum, üç kitabında da Haneke'nin Beyaz Bant'ındakine benzer biçimde türlü felaketlerle iç içe kaldım. Suç ve Ceza'yı okurken, kendisi çok nüfuslu bir kişi olan komşumuz vefat etti ve ardında 10 trilyon borç bıraktı. Ailesinin feryatları kulaklarımda, perişan oluşu gözümün önünde cereyan ederken kitapla muhatap olmuştum. Yeraltından Notları okumadan evvelse kız arkadaşım terk etti. Ne dertten anlayan insan vardı, ne de söz dinleyen. Kimsesizliğin koyusunu, yalnızlığın gayyasını boylamıştım. Karamazov'ları okurken ise 23 yıllık evimizden yeni taşınmıştık ve koparılamayan gönül bağlarından ötürü annemin travmalarını avutmak zorunda kaldık. Yani romanları okurken Raskolnikov'u karşımda, yeraltı adamını içimde, Alyoşa'yı ise dibimde bulmuştum. Kaderimi kalemiyle doğrultan Allah, bakalım Budala'dan benim payıma neler yazmış. Bismillah. "Niyet ettim Allah rızası için Dostoyevski okumaya!" diyerek okumaya başladım. Çok şükür, Prens Mışkin’i de yanımda buldum, ben de onun gibi topluma içten içe meydan okuyorum. Kendimi kaptırmadığım çağa sırtımı dönüyor, Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş'inden şu satırlar aklıma geldiği için kendimi nasiplenmiş addediyorum:

"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur," diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı," dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanın sorusunu, şu hikmetli soruyu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" Ya peygamberliğin de zamanı var, öyle firavunun yılana çevirdiği âsa ile cebelleşirsin de bütün bir geçmişin ve kâinatın, Harun'un diline, Davud'un sesine, Eyüp'ün kabuklarına, Yakup'un gözyaşlarının içine bak baka "Kime göre?" diyen devir canlısına ne diyebilirsin? Buna dünya artık taş kesilir, torunundan azar işiten dede gibi bir âsana, bir yere, bir göğe bakar da bakar, âmâların neşesini anlar, delinin kahkahasını, ölünün tebessümünü, ölüsünü gömenin hafifliğini anlar, bir ağırlık ve bir fazlalık kendini duyarsın. Zaten odur ve o kadardır. Sen de gider ve vazgeçersen bir ağırlık daha kalkar ve dünya daha kolay döner, daha kolay."

Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.

Beytullah Kurnalı
twitter.com/haneihuda

2 yorum: