SAYFALAR

3 Temmuz 2017 Pazartesi

90’ların Türkiye'sinin kasvetli romanı

“Ülkeye sadakat, her zaman; hükümete sadakat, hak ettiği zaman.”
- Mark Twain

Hangi yıllar arasına bakarsak bakalım, Türkiye’de sancılı geçmemiş dönem bulmak çok zordur. Belki münferit bazı yıllarda ülkemizde sükûnet havası hâkim olabilir; ancak yaşanılan son yüz küsur yılda ‘acı’ bu topraklarda her zaman olmuştur. Hatta bu durumu son yüz küsur yılla sınırlamak yerine çok daha öncelerine götürmek yanlış olmaz. İster kabul edin ister etmeyin dünyada politik olarak üzerinde en çok oyunların döndüğü bir ülkede yaşıyoruz. Ve bunun sancısını her zaman halk çekiyor. İnsanlar çekiyor. Bu acı çeken, dışlanan insanları tek bir görüşteki insanlarla sınırlayamayız. Her görüşten, her siyasadan, her dinden insanların acısına -son yüz yılla sınırlamazsak- özellikle son iki yüz yıldır şahidiz.

90’ların Türkiye’si politik olarak çok karmaşık bir dönemdir. Nostalji olarak baktığımızda özlediğimiz birçok şey olsa da siyasi anlamda bakıldığında özlenmeyecek şeyler her zaman çok olmuştur. Karanlık dönemler diyebiliriz bu yıllara. İşte Mehtap Ceyran, özellikle o yılların hikâyesini yazmaya çalışmış ve ortaya anlattığı dönemin acısını da içine alan "Mevsim Yas" romanı çıkmış.

Birkaç ay önce yayımlanan Mevsim Yas, Sel Yayıncılık etiketiyle okura sunuldu. Roman türündeki yapıt toplam 214 sayfadan oluşuyor. Genele baktığımızda ise üç ana bölümden ve bölümler arasındaki daha küçük parçalardan oluştuğunu görüyoruz.

Roman, başkarakter Zehra’ya gelen isimsiz bir mektupla başlıyor. Zehra, Batman’da bir orta okulda öğretmenlik yapan genç bir kadın. Romanın mekân olarak kullanıldığı Batman’da tek başına yaşıyor ve kitabın başlarında sancılı bir ilişkiden çıktığını görüyoruz. Üstelik Taha (arkadaşı) Hizbullah tarafından kaçırılmış ve bunun üstüne okulda öğrencileri tarafından tehdit edilen bir halde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Psikolojisini etkileyen bu ilişkiden ve onu etkileyen diğer olaylardan sonra hayatını kurmaya çalışıyor; isimsiz bir mektup ise onu hayata bağlıyor.

Postadan gelen mektupta isim bulunmuyor fakat bir kişi hayatını anlatıyor Zehra’ya. Bu mektuplar belli aralıklarla ve isimsiz olarak Zehra’ya gelmeye devam ediyor. Aynı zamanda Zehra bu süreçte arkadaşı Taha’nın kaldığı, öğretmenevindeki odasına giriyor ve kaçırılmasının ipuçlarını sürüyor. Bu odada Taha’nın günlüğünü buluyor ve onu okumaya başlıyor. Günlükle beraber kitap üçe ayrılıyor. Zehra’nın hayatı, isimsiz mektubu yazan kişinin hayatı ve Taha’nın hayatı. Bu üç bölüm sırayla kitapta kendine yer buluyor ve kitabın sonunda düğüm çözülüyor. Üç hayat da birleşiyor.

Kasvetin, olumsuzlukların ve mutsuzluğun hâkim olduğu kitapta yazar, karakterleri oluşturmakta başarılı olurken, bu karakterlere derinlik vermekte zaman zaman sıkıntılar yaşamış. Örneğin, kitaptaki Sait karakteri (oğlunun mezarını arıyor) hem dönemin politik şartlarına hem de çektiği acılara göre oldukça yerinde bir duruş sergilerken, başkarakter Zehra’nın zaman zaman yapay bir fikrî ve maddi yapıya bürünmesi kitabın etkisini düşürmüş. (Örneğin, Hizbullah imzasıyla e-postalar alıyor; fakat hemen her saatte hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edebiliyor. Korku unsuru yeterli değil.) Fakat her şeye rağmen karakterlerin hem psikolojik hem duygusal hem de maddi yönden özellikleri çok iyi olmasa da kötü değil. Orta seviyede olduğunu görebiliyoruz. Bir ilk roman içinse iyi diyebiliriz.

Zehra’nın hisleri ve psikolojik durumu kitabın genel havasını yansıtıyor aslında. Kitap bu minvalde ilerliyor ve yine sonunda acı bir şekilde sona eriyor: “Kaybetmekten ve yalnız kalmaktan korkuyordu. Çocukluğundan beri vazgeçebilmeyi öğrenememişti; bu yüzden böyle darmadağındı şimdi. Kimden küçücük bir şefkat görse, ona dört elle sarılıp hayatının vazgeçilmezi saymıştı. Büyük boşlukları vardı hepimizin, çok büyük… Belki de kendimizi hiç tanımıyorduk. Yaralarımızın yerini bilmiyorduk. Onları hangi yollarla bulabileceğimizi, nasıl ilişki kurabileceğimizi, nasıl bir arada yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Bu yüzden tüm boşluklarımızı marazlı insanlar dolduruyordu.

Kitabın dili oldukça akıcı. Mehtap Ceyran bu ilk romanında dil açısından iyi bir yol tutturmuş. Roman, okurken akıp gidiyor. Üç farklı şekilde ilerlediğini söylemiştik kitabın. Zehra’nın bölümleri üçüncü tekil bakış açısıyla yazılırken, diğer bölümler muhataplarının bakış açısıyla (birinci tekil) yazılmış. Aslında tutarlılık açısından Zehra’nın bölümünün kendi bakış açısından yazılması daha isabetli olabilirdi. Böylece Zehra’yı ve onun nezdinde dönemin toplumunu daha net görebilirdik.

Yine anlatımda betimlemelerin yerinde ve kararında olması okumayı kolaylaştıran etkenlerdendir diye düşünüyorum.

Kitapta bazı olumsuz özellikler de var. Bu olumsuz özelliklerin bazıları özellikle doğu illerimizde yaşayanlar için olumsuzluk sarf etmeyebilir ancak söylemek istiyorum: Kitap tamamen belli bir politik bakış açısıyla yazılmış. Yazarın 90’lı yılların politik ortamını, doğu bölgemizden yansıtması iyi bir şey, hatta mekân olarak Batman çok isabetli bir tercih olmuş. Fakat yazarın bakış açısında problem görüyorum. Günümüzün popülist bakış açısından oldukça etkilenmiş Mehtap Ceyran. Alıntıladığım Mark Twain’in sözünü bu durum için yazdım. Acılar oldu, hâlâ da oluyor. Haksızlıklar, ölümler vs. Ancak her şeye rağmen ülkeye düşman olmak benim kabul edebileceğim bir durum değil. Romanda bunu gördüm ve bunun oldukça yapay ve popülist yöntemlerle yapıldığı da malumdur: Örneğin, aksi kanıtlanmamış, tarihî kaynakların bir ‘tehcir’ olarak gördüğü Ermeni sürgününü, Ceyran’ın tek bir bakış açısından, dönemin hiçbir özelliğini dikkate almadan ‘katliam’ olarak lanse etmesi bunlardan biri. Neyin katliamı? Madem politik bir şeyler yazılıyor, her ne kadar fikirlerine aykırı bile olsa bunun objektif olarak yazılması gerekir. Ayrıca kitapta olumsuz bir devlet algısı da göze çarpıyor. Kabullenemediğimiz birçok şey olabilir ülkeyle ilgili. Siyasilerle ilgili vs. Fakat bunu ‘biz en iyiyiz, en çok acıyı biz çektik, siz çok kötüsünüz’ şeklinde yapmak, kitabın daha geniş kitlelere yayılmasına engel kanaatimce. Acıları mı yarıştıracağız?

Son olarak, Hizbullah’ın romana dâhil edilmesi biraz daha inandırıcı olabilirdi; ancak bu durumun kitaba olumsuz olarak etkisinin yüksek olduğunu söyleyemem yine de.

Bir ilk roman olarak bazı yönlerden gayet iyi, bazı yönlerden ise gayet kötü olan kitabın yazarı Mehtap Ceyran hakkında net bir fikri, ikinci kitapla edinebileceğimizi düşünüyorum.

Kitaptan bazı alıntılar:
- Hayat geride kalanlardan ibarettir. Bununla yaşamayı öğrenecektim ben de.
- İnsan öyle bir karanlıktır ki, ona ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Daha az incinmek için en iyisi yalnızlıktır.
- Hafızası karşısında neden aciz bir varlıktır ki insan?
- İnsanı bir başkasına bağımlı kılan, yalnızlıklarıydı.
- Dünyaya tanıklık etmek gibi bir misyonumuzun olması; bizi uyumsuz ve mutsuz kılan işte bu gerçekti.
- Dışarıda hak arayan, adaletsizliklere karşı direnenler, içeride birbirlerinin haklarına saygı göstermiyordu. Neredeyse her toplantıda ağız dalaşı yaparak ve bir türlü ortak bir paydada buluşamayarak, iç çekişmelere giriyor, saatlerce alakasız konularda uzun uzadıya yorumlar, çözümlemeler ve kişilik analizleri yaparak birbirlerini suçluyor, sonunda da mutlaka birilerini dışlıyorlardı. Her cemaat mutlaka kendi ötekisini yaratıyor, bu kurumlarda da senaryo hiç değişmiyordu.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder