SAYFALAR

17 Temmuz 2017 Pazartesi

40 kitapla yolda olmak ve düşünmek

“GERİCİ SANATA HÜCUM”
“Bugünkü Türkiye edebiyatı geri kalmış bir edebiyattır. Çünkü Türkiye insanının çağdaş gerçekliğini ifade edememektedir geri, bu yüzden de gerici edebiyatı belli başlı iki grupta toplamak gerektiği kanısındayız. Bunlardan birincisi sağcı, idealist, düşüncenin uzantısı kokuşmuş bir edebiyattır ve düzenle bütünüyle uzlaşma halindedir. Bir de gerici gibi görünmediği halde gerici olan bir başka edebiyat vardır ki, bu da kendini hayatta yenileyemeyen, hayat tarafından eskitildiği için gerici olan edebiyattır. Bugün hâlâ egemenliklerini sürdüren “sanatçıların” Türkiye’deki devrimci mücadeleye pasif tutum takınmaları bizim edebiyat alanındaki devrimci mücadelemize hız vermiştir. Biz bu pasif tutuma karşı tepkiyiz. Yeni şartların, devrimci mücadelenin bir sonucuyuz. Halktan uzaklaşmış, onun değerlerine yabancılaşmış olan bir sanat ister istemez emperyalizmin aleti olmak zorunda kalacaktır. Oysa Türkiye her alanda canını dişine takarak, var olma savaşını verme dönemindedir. Bu yüzden edebiyatçı olarak sanat alanında girişeceğimiz mücadele de, aslında devrimci hareketin bir parçası olacaktır. Halktan alacağız ve sanatımızla halkın diri yanlarını uyarmaya çalışacağız. Kendimizi bununla görevli sayıyoruz. Biz gerici sanata karşı mücadele ederken, toplumculuğun yanlış anlaşılma biçimlerine de karşı çıkacağız. Sanatın en önemli özelliği, insanı derinliğine bilinçlendirmesidir. Sanatçı, toplumcu kaygılarla da olsa, sanatın bu temel özelliğini kavramazsa, günlük kaygıların, günlük politik dalgalanmaların adam olursa gülünç durumlara düşer. Biz eğer bugün toplumcuysak, bu biraz da eskiden okuduğumuz yazarların bilinçlerimizde bıraktığı derin etkilerin sonucudur. Sanatın uzun süreli, derinliğine bir etkisi vardır. Yalnızca bugünü anlatmakla değil gelecek kuşakları hazırlamakla da yükümlüyüz.”

Yukarıda yazdığım cümleler, 1969 yılında İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu tarafından yayımlanmaya başlayan “Halkın Dostları” dergisinin çıkış manifestosudur. 1.sayının ilk sayfasında yer alır ve ne amaçla bu dergiyi çıkarma gereği duyduklarını net biçimde ifade eder. Buraya az bir kısmını aldım. (Dileyen olursa tamamını gönderirim) Bu, şimdilik burada dursun. Yazının ileriki bölümlerinde tekrar döneceğim.

Kitap okuma eylemi, maalesef ki toplumumuzun birçok kesimince küçümsenen bir şeydir. Çok kitap okuyan birilerine ‘alim mi olacaksın’ diye sözle sataşmada bulunan bazı kişiler, ömrünün çok büyük kısmını ilim ve bilimle uğraşarak geçiren kişilere de zaman zaman pervasızca saldırılarda bulunabiliyorlar. Kitap okumayı -hele hele roman ve şiir- gereksiz, faydası olmayan –burada tek fayda kriterleri para-, zaman çalan bir şey olarak görenler, bu zamanı çok boş işlere harcamaktan ise geri durmuyor. Bu ve bunun gibi düşünce yapılarının bir sonucu olarak gördüğüm eğitim sistemimizin de kitap okuma ve okutma konusunda son derece yetersiz oluşu, bu durumu bir kısır döngüye sokuyor ve içinden çıkılmaz bir girdap halinde sona doğru yaklaşıyoruz. Artık bir konuyu araştırmak için kitaplara bakan kalmadı. Herkes o mükemmel (!) beyninden saçma sapan yorumlarını etrafa saçıyor ve bir konu hakkında tartışırken saatlerini, günlerini araştırmaya ve okumaya harcamış kişilere "okumadım ama bence öyle değil" gibi argümanlarla absürt cevaplar verebiliyor. Okuyanların çıkmazlığı ve okumayanların baskın oluşu toplumdaki birçok kargaşanın sona ermemesine sebep oluyor. Kitaplar hakkında yazılmış bir kitap hakkında yazmak, bu cümle gibi biraz karışık bir durum. Yağız Gönüler’in Yolda Olmak kitabı, 2017 yılında İhtimal Dergisi Yayınevi’nden neşredilmiştir. İçinde Yağız Gönüler’in kendisi için belirlediği 40 yol arkadaşı, kendi dünyasını oluşturan 40 kitap hakkındaki yazılarını bulabiliriz. Yaklaşık iki yüz sayfa olan bu kitabı okurken yazar, okura hiçbir zaman "şunu oku, bunu okuma" dayatması yapmıyor ve tamamen kişisel dünyasını sanki yine kendine anlatıyormuş gibi yazıyor. Yola çıkmayı haklı çıkmak olarak gören Gönüler, yolda olmayı ise bu kitaplar sayesinde edebi bir hâle getiriyor ve bir arayış içine giriyor. Kitaplar hakkındaki yazılarını kuru bir tanıtım veya salt bir eleştiri olmaktan çıkaran yazar, yazdığı kitabın konusuna paralel bir şekilde kendi fikirlerini de bir deneme gibi yazıyor. Zaten okuması da bu yüzden keyifli ‘Yolda Olmak’ı. Kendi açımdan söyleyecek olursam; piyasada birçok kitap dergisi var. Fakat bu dergileri alıp başından sonuna kadar keyifle okuduğumu hiç hatırlamam. Ancak bu kitabı başından sonuna kadar hiç sıkılmadan okudum ve kendimce de birçok çıkarımda bulundum. Birçok okur için de geçerli olacağına inanıyorum bu durumun. Buradaki ‘keyif’ sözüyle eğlenmeyi kastetmiyorum. Aksine bazen rahatsız eden, bazen düşündüren bir ‘keyif’ bu. Bir şeyleri öğrenmenin, sorgulamanın keyfi.

Bu kitabı incelemek için bazı ölçütler belirlemek gerektiğini düşündüm. Bunun için yazarın seçtiği kitapların genel olarak ilgilendiği konulara, seçtiği yazar ve yayınevlerinin toplumun hangi kesiminden görüldüğüne (olduğuna değil görüldüğüne) ve yazarın kendi görüşlerini neye yönelttiğine dikkat etmeye çalıştım. Önce kitapların genel olarak konularına ve yazarın fikirlerine değineceğim:

Yağız Gönüler seçtiği kitapların özelinde ve kendi fikirleri doğrultusunda modern hayatın getirdiği çıkmazlara, diğer kitaplar aracılığıyla bolca değinmiş. Şehirleşme, maddi hayatın getirdiği yıkımlar, teknoloji, içinde bulunduğumuz çağın özellikleri hakkındaki eleştiriler kitapta bol bol bulunurken, yazar, incelediği ilk üç kitapta ‘yürümek’ eylemine değinmiş ve neredeyse unuttuğumuz bu eylem hakkındaki fikirlerini “Sivil İtaatsizlik-Yürümek", "Yürümeye Övgü" ve "Yürümenin Felsefesi” kitapları aracılığıyla okura ulaştırmış. Yürümeyi, içinde birçok güzel anlamları barındıran, eylemden ziyade bir tavırlar bütünü olarak görüyorum. Yürüme üzerine düşünmeyi, okumayı değerli buluyorum diyen yazar şöyle devam ediyor: “Yürüyerek yorulmak diye bir şey vardır ki keyfi anlatılamaz. Yürüdükten sonra yemek yiyen, kitap okuyan, müzik dinleyen, arkadaşlarıyla sohbet eden yahut uyumaya çekilen birinin yaşadığı tadı hiçbir şey anlatamaz. Yürümek keyfî bir şey olduğu kadar sıhhîdir de. Her ikisini de sağladığını düşünürsek yürümek, insan olmaktır. İnsan olduğumuzu hissetmek ve insan kalabilmek adına yürümeliyiz. Bu yürüyüşler bol dedikodulu ve çekirdekli bir akşam gezintisinden çok, bir keşif yürüyüşü olmalı. Kendimizi keşfe çıkmalıyız yürüyüşle.

Yolda olmaya talip olan bir yazarın satırlarına yansıyan bu düşünceler, düşünce ve istikamet açısından da tutarlı bir ilişkiyi bizlere gösteriyor.

Yağız Gönüler’in rahatsız olduğu düşünceleri biraz evvel söylemiştim. Bu düşünceler doğrultusunda hakkında yazdığı kitaplarla ilgili, yazılarına birçok yorumunu katan yazarın en ilgi çekici yazılarından biri Kemal Sayar’ın “Yavaşla: Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin” kitabı için yazdığıdır. Maalesef, birçoklarının dediği gibi çağ, hız çağıdır. Buna ayak direyenler olduğu kadar kendini buna kaptıranlar da çoktur. Her birimiz zaman zaman durup düşünsek de, kendimizi kaptırdığımız zamanlar oluyor. Kemal Sayar’ın bu harika kitabına Gönüler de mükemmel bir yorum katıyor ve kitabı okumayanlar için insanda hemen gidip okuma isteği uyandırıyor: “Kaderini seven insan kuşkusuz kendisini, hayatını, ailesini, eşini, dostunu, varsa çocuğunu, ülkesini, devletini, milletini de daha çok sevecektir, sahiplenecektir, tüm bunlara sahip çıkacaktır. Hayatın akışına kafayı takmaktansa, zamanın hayrını keşfetmek için dalmalıyız daha derinlere. Eskiler ‘vakt-i şerifler hayrola’ derdi. Zamanı hayırsız geçirmemeli. Ne plan yapmakla ne de hızlı olmakla hayatın derinlikleri ve güzellikleri keşfedilemez. Bunu keşfetmiş olacak ki ‘Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir.’ demiş John Lennon. Kemal Sayar ise şöyle diyor: ‘Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şeyler söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor.’”

Sanat, sanatsızlık, modern çağın çıkmazları, modern insanın bir anlam üzerine yaşamayışı Yağız Gönüler’in kitap incelemelerini yazarken sık sık değindiği konulardan. Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” (ki enfes bir kitaptır) kitabını incelerken ‘anlam’ üzerine yazdığı son pasaj kitabın önemini okura hissettirirken, insanın kendisini de sorgulatıyor: “Bugün annelik duygusunu beslediği kediyle veya köpekle karşılayacağını, canının sıkıntısını alışveriş yaparak geçireceğini, şifayı yalnız modern tıpta bulacağını, maaşındaki artışla insanlığını yücelteceğini, takım elbise giyerek özel olacağını, hızlı bir yaşamla mutluluğu yakalayacağını, yirmi beş katlı ve havuzlu bir konutun ev anlamına geldiğini, cipe binmenin saadet getireceğini, sıkıntıları çözecek formüller geliştirmek yerine huzurun kaçmakta olduğunu, yaşamak sevgisinin haz peşinde koşarak geleceğini zanneden her insan; ‘anlamsız’ insandır. Yaptıklarının hiçbir anlamı olmadığının farkında değildir ve bu yüzden de çabuk sıkılır, huzursuzdur, mutsuzdur, güçsüzdür, bezgindir ve hastadır. Şifası anlam’da saklıdır.

Kitabı, içerdiği konular ve yazarın fikirleri doğrultusunda daha sayfalarca anlatabiliriz; ancak bu kadarı kâfidir diye düşünüyorum. Şimdi diğer meseleye geçmek istiyorum: Kitapların temsil ettiği ya da temsil ettiği düşünülen kutuplara.

Toplumda -bence- eskiden beri var olan fakat son zamanlarda iyice ayyuka çıkan bir durum gözlemliyorum: “Şunu yaparsan şu’cu olamazsın, bunu yaparsan bu’nu yapamazsın” gibi son derece sığ düşüncelere, takip eden okurlar son zamanlarda bolca rastlamıştır. ‘Ötekileştirme’nin zirveye çıktığı zamanlardayız ve bunun edebiyat alanına da yansımasını üzüntüyle karşılıyorum. Fikrî veya kurmaca eserlerin okunmasını kendince bir düzene koymaya çalışan bir takım kişiler, insanları ve fikirlerini okudukları kitaplar üzerinden kategorileştirmeye çalışıyor ve bunu yaparken de kendine bakmak aklının ucundan geçmiyor. Yazının en başına aldığım ‘Gerici Sanata Hücum’ bildirgesinden bir kısmını, şu anda söylüyor olduklarım için yazdım. Sanat, kimsenin tekelinde olamaz, olmamalıdır. Sanat sanattır. Yağız Gönüler’in kendi yol arkadaşlarını seçerken, kendisi için tamamen şifa olduğunu düşündüğü kitapları seçmesini takdirle karşıladım ve bu yazarların temsil ettiği dünya görüşlerinin bambaşka olmasını keyifle izledim. Seçtiği yazarlar arasında Atasoy Müftüoğlu, Kemal Varol (Yağız Gönüler gezici falan da değildir), İsmet Özel, Gazali, Sadettin Ökten, Ercan Kesal, Mustafa Kutlu, Şule Gürbüz, Abdurrahman Arslan ve birçok farklı dünya görüşünden yazar olması insanı şu’cu bu’cu yapmaz. Tam tersine şifa arayan bir okur, bir benî adem, bir fert yapar. Yağız Gönüler’in bu kitapla gerçekleştirdiği çıkışını, sanatı tekeline almaya çalışan bir takım insanlara karşı İsmet Özel ve arkadaşlarının zamanında yaptıklarına benzetiyorum ve Gönüler’in “Gerici Sanata Hücum” diyerek haykırdığını duyuyorum. Hangimiz Nazım’ın bir şiiriyle Necip Fazıl’ın bir şiirinden çok etkilenmedik veya hangimiz İsmet Özel’e birçok konuda hak vermedik? Yahut insan psikolojisini en iyi yansıtan ve psikanalizin kurucusu Freud’un bile çok önem verdiği Dostoyevski’yi okuduk diye Hristiyan mı olduk? Ateist felsefecilerden okurken dinden mi çıktık? Bu tür gerici düşünceleri söyleyenlere önem vermemek ve okumalarımızı çeşitlendirmek, kendi kültür ve fikir dünyamız için çok faydalı olacaktır.

Üstelik Gönüler, daha önce de belirttiğim gibi yazar okura şu kitabı okumalısın veya şundan uzak dur dayatmasını yapmıyor ve kitap seçme üzerine, kitap okuma üzerine düşüncelerini, incelediği kitapların arasında bolca sıkıştırıyor: “Okuyuşunda samimi olan bir insan kitap seçmez, kitap onu seçer. Ne okuyayım diye de düşünmez, kitap onu bulur. Birbirlerini okurlar böylece. Kütüphanesinin ya da kitaplığının önünde dakikalarca ‘ne okusam?’ diye düşünen bir okuyucuyu bu düşünce yorar. Tam bu anda kitap aramaktan vazgeçerse, bir süre sonra okuması gereken kitap kalbine düşüverir, aklı da bu düşüş karşısında kenara çekilir. Adımlar hemen o kitabın olduğu rafa gider ve sayfalar çevrilmeye başlar. Daha ilk sayfalardan seçim yapmanın değil beklemenin kıymeti anlaşılır. Bekleyince olur her şey. Beklentisiz bir bekleyişle beklemek.

Metinlerini oluştururken incelediği kitaplardan bol bol alıntılar kullanan yazar, metinler arası geçişe de çok önem veriyor. Bu sayede daha güvenilir ve sağlam yazılar ortaya çıkıyor. Deneme gibi yazdığı için, bazı yazılarında güncel meseleler hakkında fikirler de bulabiliyoruz. Sonuçta tek bir yönden değil, birçok yönden incelendiği için de daha verimli yazılar ortaya çıkıyor.

Yazımı, bu kitabın adının isminin geldiği yer olan, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz kıymetli yazar Âkif Emre’nin Büyüyenay Yayınları’ndan neşredilen Çizgisiz Defter kitabından bir pasajla bitiriyorum. Bu vesileyle merhuma Allah’tan rahmet diliyorum: "Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolculuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir. Ve her yolculukta atılan ilk adım, alınan o ilk soluk bu çizgisiz defterin nelerle ve nasıl dolacağının bilinmezliği ile yeniden anlam kazanır. Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin ede ilk yolculuğa dönüşür…"

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder