SAYFALAR
▼
8 Haziran 2017 Perşembe
Mekâna kök salmanın tarihi rolü
Kadim gelenek, kendilerine ait bir evin gerekliliği fikrinden uzak durmuştu; ama bu onların evsiz olduğu anlamına gelmiyordu. Yersizdiler; fakat merkezsiz değillerdi. Aksi olsaydı, simgesel olarak yüklü, ortak anılar ve kültürel kimlikler üreten, dili ortaklaştırarak paylaşıma açan onca büyük şehirler ne inşa edilebilir, ne de onlardan bahsedebilirdi. Yine de yer ile merkez arasında bir gerginlik vardı. Modernite, kadim gelenekte ortaya çıkan bu gerginliği yerlileşmeyle üstesinden gelmeye çalıştı. Sermayenin sabit ve yerleşik olarak görüldüğü bir çağda böylesi bir girişim makul karşılanabilirdi. Fakat aynı sermaye süreçlerinin bütün yıkıcılığıyla beraberinde getirdiği yeni zaman kurgusu, mekân ile ilişkisizliği üzerinden işlemekteydi. Sonuç, bugün daha hissedilir bir şekilde hem evsiz hem de merkezsiz kalındı.
Finans kapitalin serbest bir şekilde küresel yayılımı, yeni ve hafif teknolojilerin de gelişimiyle toplumu hızla istikrarsızlaştırarak bütünlüğünden kopuk, oraya buraya dağılmış, kayıtsız bir kitleyi de beraberinde getirdi. Toplumun yerini giderek kitleye bırakması, millet olma bilincini de sekteye uğratmakta. Toplumların ayaklarını bastıkları zeminin her geçen gün kayganlaşması, mekân ile kurulan ilişkiyi tersine çevirerek yerine mobilize edilmiş, tüketime adanmış kozmopolit hayatları ikame etmekte. Toplumun bu muazzam yerinden edilmesi, tarihten yoksunlaşmayı körüklemekte, gündelik hayata ve geleceğe dair derinden hissedilen güvensizlik ve endişeleri de beslemekte. Hükümsüz bırakılan geçmiş, yaşanamayan şimdi, bulanıklaşan gelecek, toplumların temsil bilincini zayıflattığı gibi unutkanlığı da dünyanın üzerine bir karabasan misali kapamakta.
Geç modernleşme ile her bir yanı sarıp sarmalayan unutkanlık, gelecek ile geçmiş arasında organik bağı bulunmayan, mekânından alıkonmuş, köksüz bir şimdiyi dayatıyor. Hızın tahakkümünde toplumsal yaşamın atadan kalma sınırlarını alaşağı eden devasa büyüklükte megakentler, yerinden edilen hayatın ölçüsünü insandan uzaklaştırıyor. Mekânı inkâra varan bu parçalanmış hayatların süreksizliği, toplumun ayaklarını yerden keserek onu tecrübelerinden mahrum bırakıyor ve belleğini silmeye cüret ediyor.
İnsan varoluşu gereği unutkandır. Ünsiyet sahibi olması da bundandır. Unuttuğunu hatırlayabilmesi için bir arada yaşar. Bu birliktelik, bütün yaşanmışlığını mekâna nakşeder. Yer adları da bu sanatın icrasından başka bir şey değildir. Yer adlarıyla mekân dile gelir, ait olduğu toplumun tarihini ortaya koyan bir yaşanmışlığın ürünü olarak onun hafızası olur. Elbette her farklı toplumsal düzenin kendine münhasır unutkanlık biçimleri vardır; lakin hiçbir unutkanlık biçimi, geç modernitede olduğu kadar kendini mekânsızlık üzerinden tasavvur etmemiştir.
Hitabevi Yayınları’dan Murat Gülbetekin’in imzasıyla çıkan “Mekânın Hafızası Yer Adları”, işte tam da bu sancılı sürece karşı girişilen bir mücadelenin eseri. Gerek bir birey olarak gerek ait olduğu toplumun kimliğine dair her ne var ise geçmişte olup bitenin ürünü olduğunu ve ancak bunların hatırlanması yoluyla yeniden inşa edilerek geleceğe taşındığını keşfeden Gülbetekin, kitabında mekâna kök salmak anlamına gelen yer adlarının toplumun hafızasında oynadığı tarihi rolüne vurgu yapar.
Toplumsal hafızamızda yer eden kişiliklerin, olayların, tarihlerin adlarını mekânlara birbirinden çok farklı çağrışımları, kültürel hinterlandı, etnik ve filolojik zenginliği içeren ve tüm bunlara ek olarak siyasi yönü olan yer adlarıyla veririz. Bunun gayet farkında olan Gülbetekin de, var olma savaşını, unutmanın yok olmak anlamına geldiği bir dünya düzeninde, hatırlamanın gerekliliği üzerinden yer adlarıyla mekânın hafızasına işaret ederek verir.
Ülkemizde genel olarak yer adlarına yönelik çalışmalar, durum tespiti yapma, yer adlarını tasnif etme veya etimolojik kökenlerini araştırmanın ötesine geçememiş olsa da; Gülbetekin, yer adlarını taşıdıkları derin tarihi ve kültürel birikimi dilbilim, coğrafya, tarih, antropoloji, sosyoloji, etnoloji gibi birçok bilim tarafından disiplinler arası bir yaklaşımla ele alarak incelemiştir. Klasik yaklaşımın aksine yer adlarını farklı bakış açısıyla ele alan “Mekânın Hafızası Yer Adları”, beş bölümden oluşmakta. İlk bölümde, mekân kavramının insana ve insanın faaliyetlerine olan etkisi kısaca vurgulanarak mekânın unsurlarından biri olan yer adlarının önemi ele alınmıştır. İkinci bölümde, araştırma konusunun temel kavramları arasında yer alan ad ve adlandırma kavramları tartışılmıştır. Üçüncü bölümde, mekân-hafıza ilişkisi hakkında yapılan kısa bir tartışmanın ardından yer adlarının kültürel bir miras olarak tanımlanmasına yönelik değerlendirmelerde bulunulmuştur. Dördüncü bölümde, yer adlarının değiştirilmesinin toplumsal hafızaya etkisi incelenmiş ve kültürel tehcir konusu tartışılmıştır. Beşinci ve son bölümde ise yer ve adları arasındaki ilişki değerlendirilmiştir.
Geç modernleşme, küreselleşme temasıyla tüm sınırları kaldırmaya teşebbüs ettiği günümüzde, mekâna bağlı durumun inkâr edilerek olgulara karşı kayıtsızlaşma, milleti millet yapan toplumsal hafızayı da sekteye uğratıyor. Diğer yandan yer adlarına yönelik ülkemizde son dönemlere kadar geçmişi ile kurduğu mesafeli tutumdan dolayı ilginin geciktirilmesi de bu tarihsizliği maalesef derinleştirmekte. Toplumun giderek içi boş bir kitleye dönüşmesine razı olmayan Gülbetekin de “Mekânın Hafızası Yer Adları” adlı eseriyle, yer adlarına gereken ilginin gösterilmesi halinde millet olma hali ve şuuruna büyük bir katkı sağlanabileceğine dikkat çekmeye çalışmakta. Belki de bu yolla, tarihi zaruretlerden kudret alan irademizi hakiki cevheri ile kaynaştırarak bin yıllık mazinin çıkınında sakladığı rüyalarımıza merkezini yitirmemiş evimizden ulaşabiliriz.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder