SAYFALAR

30 Mayıs 2017 Salı

Her sararan sayfası sahaf kokan bir tarih

Muhammed İkbal, 1873 yılında, günümüz Pakistan devletinin vilayetlerinde yer alan Siyalkût şehrinde fani dünyanın ilk nefesini almıştır. 1947’de yeni bir İslam ülkesinin doğuşuna vesile olan, hayattaki yegâne ikbalinin İslam devleti kurmak olduğu, Müslüman filozof, edip ve politikacıdır. O, Pakistan’ın Umman Denizi’ne olan fikir kıyısıdır. İbn-i Haldun’un “Coğrafya da kaderdir” sözünün tecessüm ettiği, kendisinin de bir cümlesinde “…sonuçta milletlerin kısmetini belirleyen etkenler hususunda ben de kaderciyim” diyerek tasdiklediği toprağının düşünce atasıdır.

Fertler ve uluslar ölürler ancak onların manevi evlatları durumundaki fikirleri asla yok olmaz, diyen bu kudsî mücahit, Avrupa karşısında Müslümanların yenik duruşundan rahatsızlık duymuş ve bu durum içini pârelemiştir. Özellikle Hindistan’da bulunan Müslümanların emniyeti ve refahı için diğer tüm inananları kapsayacak ve kollayacak olan bir İslam devletinin oluşması, onun nezdinde zaruri bir hal teşkil etmiştir. “İslam'ı Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemeliyiz,” meşhur sözüyle günümüzü asırlar evvelinden mahirane bir biçimde yorumlamış ve ahvalimizi görmüştür.

M. İkbal, bu kurtuluşa hatırı sayılır emekler vermiş, ülkesinin birlik oluşturması için girdiği mücadelelerde kalbine inen hüzzam gözyaşları, divitine mürekkep olmuş, zamanla kâğıt üzerinde devlet bulmuştur. O, bu yönüyle İstiklâl şairimiz Mehmet Akif'le benzerlik göstermekle birlikte, bir nevi Akif’in Pakistan versiyonu, ülkesinin nurefşânı, ay-yıldızı olmuştur.

Köken itibariyle geldiği Doğu tohumlarını yere saçmamış, mamafih Batı’ya olan merak ve hevesle geleneksellikle modernliğin kritiğini kendi içinde yapmaya çalışmış; nihayetinde iki medeniyeti asimile olmadan sindirmeyi başarmıştır. "Tarih, içinde ulusların seslerinin kayıtlı bulunduğu büyük bir gramofondur," diyerek plağın içindeki asrı iyi bir şekilde dinlemiş, dönemini analiz edip sentezlemiş ve bu sayede Şark’ta Akif’e, Garp’ta ise Nietzsche’ye ayna tutmuştur.

Girizgâh niteliğinde bahsettiğimiz bu özelliğini İkbal, Şarktan Haber isimli eseriyle kişiliğine münhasır hale getirmiştir. Elimizde bulunan 1956 yılı basımlı, Ali Nihat Tarlan'ın çevirdiği bu kıymetli eser, iple bağlanmış her sararan sayfasında sahaf kokan bir tarihi akseder. Kitap, Tarlan’ın giriş yazısı, İkbal’in önsözü, Afganistan Hükümdarı’na ithafı, Tur Lalesi, Fikirler, Şarab-ı Bakî, Garplı Ruhu ve İkbal’e Dair Bilgiler olmak üzere bu ve alt bölümlerinden oluşur.

İthaf bölümünde, Afganistan Devlet Hükümdarı Emanullah Han’a övgü dolu tavsiyeler vererek; Frenk diyarının pirine, eski İran şiirinin meftunu olan Alman şair Goethe’ye duyduğu hayranlıktan bahseder. Goethe’nin Şarka selam göndermesine karşılık (Garplı-Şarklı Divan eserinden 100 yıl sonra) kendisinin de Şarktan Haber isimli bu eseri bir nazire olarak yazdığının haberini verir ve ekler; "bu suretle Şarkın gecesine ay ışıkları serptim. Goethe’yi tüm cihana sesini, şiirlerini duyurmuşken, kendisini bir mütevazı edasıyla, ben ancak ıssız çöllerde feryat eden bir çanım," diye nitelendirir. Kur’an-ı Kerim’de geçen “eşya ilmi” nin Batı’da pozitif bilimler olarak canlanmasıyla Garbı aydınlatmasına değinir. Açık açık Batı’nın biliminden etkilenmemizi dile getirmez ama bilim ve servetin milletin itibarını oluşturduğunu tavsiye ederek, ona aralıklı bir kapı bırakır. Devlet işlerinden aşk mevzularına kadar hana birçok konuda öneri sunar. Memleket ve din işleriyle karşılaştığı bir zamanda kendi nefsinde yalnız kalmasını, gönlünü murakabe etmesini, bu şekilde sıhhat bulacağını söyler.

163 Rubaî’den oluşan Tur Lalesi başlıklı bölümde İkbal, edebi sanatlardan özellikle teşbih ve teşhis sanatlarını kullanarak, günümüz diliyle dörtlükler sunmuştur. Her bir rubaî kendi içerisinde derin manalarla bağlanmış, çeşitli benzetmelerle süslenmiş ve ele alınan konular itibariyle İkbal’in ne kadar sentezci bir şair olduğunu bizlere kanıtlamıştır. Doğu ile Batı arasında tampon görevi gören M. İkbal, hem dini vecizelerden hem aşk şarabından nasıl sarhoş olduğundan hem de aklın ilime açılan kapısından usûl dersi verir. Onun şiirlerinin arasında anlam denizinde kaybolurken, İkbal’i hangi kefeye koyacağını şaşırır okur. Çünkü bir bakar tam bir gönül şairi görür, bir de bakar didaktik öğeleri ağır basan birini karşısında bulur. Sık karşılaştığımız mevzulardan biri de bölümün başlığından da anlaşılacağı üzere lale figürü örneklemeleri üzerinde durmuştur. Tur Lalesi’nden birkaç örnek rubaî verecek olursak:

- Gönlümün aydınlığı içimin yanışındandır. Gözümün cihanı görmesi kanlı gözyaşı döktüğümdendir. Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına daha da yabancı olsun!
- Ey gönül, pervane gibi bu akılsızlık, münasebetsizlik daha ne kadar sürecek? Bir kere de kendini kendi ateşinle yak. Ne zamana kadar yabancının ateşi etrafında dönüp duracaksın?
- Varlık, yokluk uçurumundan çık, yüksel. Bu “nasıl ve ne kadar” kayıtlarıyla bağlı olan cihanın üstüne çık. Kendi varlığındaki benliği mamur et. İbrahim gibi Kâbe mimarı ol.
- Eğer ince duygulu isen bana yaklaşma; zira nağmelerimden damla damla akan, benim kanımdır.
- Ya Rabbi, şu cihanda ne güzel bir kaynaşma, bir hengâme var: Herkesi ayrı bir kadehten sarhoş etmişsin. Bakışlar birbiriyle uyuşuyor ama gönlü gönle, canı cana yabancı yaratmışsın!
- Eğer lale gibi yanıyorsan bu yanıştan bir şey çıkmaz. Ne kendi yanışınla kendini yakıyorsun; ne de bir dertlinin gecesini aydınlatıyorsun.
- Vefa nedir bilmezdi, bir yabancı gibi alakasızdı. Bakışı durmadan onu görünce göğsümden uçtu gitti; onun eline alışmış, onun tarafından yetiştirilmiş olduğunu nereden bileyim?
- Benlik, ne zaman başlamıştır, kimse bilmez. Benlik sabah akşam halkası içinde değildir. Hızırdan şu emsalsiz nükteyi işittim: deniz, kendi dalgasından daha eski değildir.

Efkâr (Fikirler) bölümünde ise, daha çok gül temasını işleyen Muhammed İkbal, şiirlerinde ilk yaratılışı da konu edinir. Ayrıca çemen (Farsça’da yeşillik, çimen anlamında) de sıkça kullanılan bir kavram olarak benzetmelere bürünür. Âdem’in doğuşunu, “hayatın kucağında kendinden habersiz yatan arzu gözünü açtı, bir başka cihan ortaya çıktı. Hayat dedi ki: Ömrüm boyunca çırpındım; nihayet bu köhne kubbede bir kapı gözüktü” diye anlatır. Şeytanın dilinden konuşur, yine ustaca kullandığı teşhis sanatıyla. Âdem’in Allah huzurundaki konuşmasından bahseder:

- Ey, can yıldızını kendi güneşi ile aydınlatan Rabbim! Bu kör âlemin mumunu benim gönlümden yaktın.
- Ben yerin altından girdim; feleğin üstüne çıktım. Zerreyi de güneşi de büyüleyen benim.
- Cihanın, insanı büyüleyen güzelliği beni doğru yoldan çıkardı. Ama sen bu günahımı bağışla, özrümü kabul et!
- Onun büyüsüne tutulmazsak cihan bize râm olmaz. Yalnız niyaz kemendi ile naz esir edilmez.

Bununla birlikte Fikirler kısmında yaratılıştan yıldızlara, ebedi hayattan ilimle aşka, hikmetten şiire, uçağa, güveye, doğan kuşuna, sabah rüzgârına, ateşböceğine, çiy tanesine, insana, yalnızlığa ve Allah’a kadar birçok konu üzerindeki düşüncelerini nazım şeklinde ve genelde diyaloglar halinde sunar.

- Çemenin toprağında kâinatın sırrı var.
- Eğer hayat sırrına vakıfsan, arzu dikeninin her anı batıp rahatsız etmediği bir gönül arama, böyle bir gönle bağrında yer verme.
- Yıldızların düşünceleri: “Biz denizdeyiz, görünürde bir sahil yok. Bize ezelden yürü dediler; lakin bu kervanın konağı nerede?” – “Zaman kemendine tutulmuş esirleriz. Varlıktan mahrum olmak ne bahtiyarlıktır.”
- İlim: “Zaman denen şey benim kemendime esirdir.” 
Aşk: “Gel bu fani dünyayı gül bahçesine çevir. Bu ihtiyar cihanı yeniden gençleştir.”
- Gel, ciğer yarası üzerindeki perdeyi kaldıralım. Güneş çıplak olduğu için ışıkları cihanı kapladı.
- Aşk sözünü havâ ve heves peşinde koşanlara ne söylüyorsun? Süleyman sürmesini karıncanın gözüne çekme!

Besmeleyle başladığı Şarab-ı Bakî bölümünde de Muhammed İkbal, 45 gazele yer verir. Her bir satırın kafiyesiyle bir derya olan ve okuyanı okudukça düşünmeye sevk eden bir niteliği vardır. Alıntılarla bitiremeyeceğimiz o gazellerden bazıları şunlardır:

* Zannetme ki, ezel âleminde bizim çamurumuzu yoğurdular. Biz henüz varlığın kalbinde bir hayalden başka bir şey değiliz.
* Kendi ruhunu murakabe eden insanın şiarı budur: Artık ne vardan ne yoktan bahseder.
* Bir bakış, bir gizli gülümseme, bir damla parlak gözyaşı… Sevgiye inandırmak için başka bir yemine lüzum yoktur!..
* Aşk, ne güzel şeydir ki, ayrılık gününün zaafından canımızı senin aşkına bağlayan başka bir bağ vücuda getirdi.

Son olarak ele alacağımız husus Muhammed İkbal’in “Garplı Ruhu”nu gösteren yazılarını inceleyerek aktarmaktır. İkbal, bu bölümde de zihniyetini oluşturan, fikirlerini şekillendiren, kısacası onu etkileyen hem doğunun hem de batının düşünür ve şairlerinden bahseder. Bazı yerlerde Frenk diyarının filozoflarını yermiş; Mevlana’nın görüşlerini yüceltmiş bazı yerlerde de Batı’nın ilmini kendi yazılarına nasıl yansıdığından apaçık bilgi vermiştir. Bir örnekle tasdikleyecek olursak; Mevlana ile Hegel’i ele alarak, doğunun büyük mutasavvıfı için: “O bir güneştir ki, tecellisinde Rûm ve Şam aydınlanmıştır” der; Garbın diyalektik filozofu Hegel için de: “O Alman hâkimi ki, tefekkürü ile (ebedi) üzerindeki zaman elbisesini çıkarıp atmış, onu apaçık bir hale getirmiştir. Hayalinin genişliği önünde dünya, darlığından utanç duymuştur” diye bir tanımlamada bulunur. Zannediyorum ki, ona Hegel’i tasvir ettiren neden, Mutlak Geist ve Tin kavramlarını kullandığı fikridir. Yani Tin kendisini tarih aracılığıyla gerçekleştirir, tarihte de neden-sonuç ilişkisi vardır. Tin (us) tarihselliğe, zaman ise diyalektik bir kimliğe aittir (Gökberk, 1993: 300). “Kalbi mümin, dimağı kâfir” sıfatını Nietzsche için kullanır. Eğer nağme istiyorsan ondan kaç! Onun kaleminden çıkan fikirler gök gürültüsü gibidir, Garbın gönlüne o neşter sokmuştur diyerek batının evrensel sesini böyle benzetmelerle tanımlar.

Locke’un meşhur Tabula Rasa öğretisini de; “Seher onun kadehini güneş şarabı ile parlattı. Yoksa lale gülistana boş kadehle gelmişti”, bu şekilde açıklayarak, doğuştan boş levha olan zihni boş kadehle ilişkilendirir.

Bergson’a da bir haber vardır, bu metinler içinden: “Hayata irfan sahibi ve anlayışlı bir gözle bak; kendi öz yurdunda gurbete düşmüş gibi yabancı yabancı dolaşma! Senin kurduğun tefekkür sistemi baştan aşağı batıl evhamdan ibarettir. Gönlün terbiyesi altında yetişmiş bir akıl ile hayatı mütalaa et!”. Buradan da anlıyoruz ki bu sözleri sarf eden İkbal, Bergson’un kurduğu sezgicilik (entiusyonizm) fikrini bir kuruntudan ibaret olarak görmüştür. Ona, öz varlığı içinde yokluk şüphesine düşüp de kendisine yabancılaşmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Feylosoflarla derdini bitirdikten sonra tekrar şiire ve şaire yönelir. Ona göre, nasıl yabani gül akçesiyle ekmek satın alınmıyorsa, bu değerde şairin parası da pazarda geçmez. O, duygusuyla, hisleriyle, aklıyla, doğusuyla ve batısıyla bir yaşayan şairdir. Bununla alakalı olarak Muhammed İkbal örnek aldığı, Mirza Galib ile Bidil'in kendisine Batı şiirinin değerlerini hazmetmekle birlikte duygu ve ifadesinde nasıl Doğulu kalınabileceğinin resmini çizdiklerini söyler. Şahsi kanaatime göre, İkbal öyle bir şairdir ki, sanatını hem toplum için hem sanat için hem de kendi gelişimi için kullanmıştır.

Biz ne kadar onu ve eserlerini anlatmaya çalışsak da, bir şeyler hep eksik kalacak.

Ben bir muammayım (hatta kendim için bile); ancak bu muammayı herkes bilmekte; ben tüm dünyanın bildiği o sırrım!

Onu hakkıyla bilip, layıkıyla tanıyabilme ümidiyle…

Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder