SAYFALAR

14 Nisan 2017 Cuma

Kalbe dönüş için son çağrı

Bir yer var,
İyiliğin ve kötülüğün ötesinde
Seninle orada buluşacağız!

Huzursuzluk romanı, Zülfü Livaneli'nin üzerinde yoğun bilgi ve duygu mesaisi harcadığı son kitabıdır. Konu itibariyle Mardin coğrafyasının müzmin kaderi, Ortadoğu’daki terörün acı getirileri, Işid ile Yezidiler arasındaki makûs çatışmalar ele alınmıştır. Bu yönüyle edebi alanda yazılan, son dönemin güncel bir eseridir diyebiliriz.

Maalesef ki, dünyanın en kötü çıkmazlarından biri olan terör dalgası, bunun için kanayan her kalbi gün geçtikçe daha da yaralamakta. Bizler, “elimizden bir şey gelmiyor” klişesinin ardına saklanarak her gün yeni bir şeyi kaybediyoruz; yeni bir insanı, yeni bir aşkı ve yine bir kaderi toprağa gömüyoruz.

Romana girizgâh, belki de tüm okurların ilk dikkatini çekip, okudukça paylaşabileceği şu alıntı üzerinden yapılıyor: “Harese nedir, bilir misiniz? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve, dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeniyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz... Ortadoğu’nun âdeti budur! Tarih boyunca birbirini öldürür; ama aslında kendini öldürüldüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.

Livaneli, tam da bu gerçeklikten hareketle okurlarına dokunmayı amaçlamış. Bilfiil o yerleri gezip, bilgi toplayarak açık bir dille o acıları temellendirerek haykırmış. Okurken, bir duygu yükümlülüğü altına girmekle birlikte birçok konu hakkında da yaşanmış bilgileri öğrenebilme imkânımız var. Mesela, ilk önce herkesin sıkça kullandığı yanlıştan bahsedilmiş; Yezidi değil Ezidiler’in isminden de anlaşıldığı üzere onlar hakkında birçok yanlış bilgiyle hareket ettiğimiz noktasında bir giriş yapılmış. Hz. Hüseyin’i katleden Yezid ile bir ilişkilerinin olmadığını, dini yanlış işiten bir güruhun Ezidiler’i nasıl yok etmeye çalıştıklarını, onların da kendi inanışlarını ve kimliklerini nasıl korumaya çabaladıklarını tadımlık bir şekilde sunulmuş.

Altı bin yıllık geçmişleri olan Ezidiler’in kökenleri Hindistan’a dayanır. Kutsal kitapları “Mushaf-ı Reş”tir. Mavi renge özel bir anlam yüklerler ve gündelik şeylerde kullanmamaya özen gösterirler. Melek Taus, yani Tavus Kuşu en büyük melektir, o inanca göre. Işid’den zulüm çeken Ezidiler, şeytana taptıkları için, Işid’in nazarında Ezidi kanı helal olup, onları öldürenler cennetle ödüllendirilir. Tüm bu bilgileri bize yazar, toplumda imkânı pek de mümkün olmayan bir aşk hikâyesi üzerinden anlatır. Mardinli Müslüman Hüseyin ile Ezidi kızı Meleknaz

Bu hikâyeden de önce, başka bir karakteri tanıtır; romanın asıl kahramanını: İbrahim’i. Mardin doğumlu, fakat yaşamının büyük bir çoğunluğunu İstanbul’da geçirmiş bir gazeteciden bahseder. Doğasında Doğu tohumları bulunan, ama onu bir metropol şehrinde yetiştirememiş, geçmişinden kopuk yaşayan, geleceğini idame ettirme noktasında kendine ve topluma yabancılaşan bir birey.

İbrahim, çalıştığı gazetedeki üçüncü sayfa haberini görünce, tarumar olur. Cinayet olayında adından söz edilen kişi Mardin’deki çocukluğunu paylaştığı arkadaşı Hüseyin’dir. Bu olayı detaylıca incelemek için yollara düşer. Uzun yıllar sonra memleketine, arkadaşının cenazesine katılmak için gider. Olaya dair ürettiği merak silsilesi, kendisini artık araştırma meydanında bulmak ister. Cinayete kurban giden arkadaşının hatrı için ondan geriye kalan en yakınındakilerle görüşmeye başlar. İlk önce Hüseyin’in annesiyle, kız kardeşi Aysel’le, yine ortak çocukluk arkadaşı Mehmet ve onun babasıyla, bir de terk edilmiş eski nişanlısıyla konuşur İbrahim. Daha sonra, zihninde olayları birleştirerek, çevrede bulunan birkaç Ezidi’yle de görüşür. Bu olaya vakıf olan herkesten bir tutam bilgi koparmaya çalışır. Mevzuyu bütün halinde topladığında kendisini çok farklı bir yerde bulur. Çünkü o olayı çözmeye çalışırken, aynı zamanda farkında olmadan kendisini de tanımaya başlamış ve işin içinden çıkamamıştır. İbrahim’in zaten evvelinde de mevcut olan kimlik karmaşası sorunu onu bir bunalıma sürüklemiş o da beraberinde psikolojik ve felsefi yönden bir yabancılaşma sürecini getirmiştir. Mardin’in etnik çeşitliliğinden ve mitolojisinden sıyrılıp, kendisini daha da kozmopolit bir yapıda bulurken, dağılan kimliğiyle vatanından ırak; gurbette bir nevi yurdunu aramaya çalışmıştır. O yüzden İbrahim’le Albert Camus’nün kitaplarında, Zeki Demirkubuz’un filmlerinde ve “gerçek olmayan varoluş, topluluklarda ortaya çıkar” diyen Heidegger’in düşüncesinde, başrol olarak karşılaşabiliriz.

Kendini tanı!” der Sokrates. İbrahim, kendisinin farkında olan, benliğinin bilincine ulaşmış biri aslında. Onu şu cümlesinden anlayabiliyoruz: “-Mehmet için- o kök salmıştı, ben rüzgârda savruluyordum. Büyük şehrin yüzünü silerek birbirine benzettiği kimliksiz kalmış milyonlarca insandan biriydim.”. Yine başka bir konuşmada İbrahim, “keşke kendimi Batılı yerine koyarak yıllarımı harcamasaydım… Doğulular’ın Batılı, Batılılar’ın ise kendi halkına yabancılaşmış bir Doğulu olarak görüldüğü kimliksizlikten kurtulurdum!” diyerek bir serzenişte bulunur.

Yazar, tüm bu ruhsal derinlikleri ifrat ve tefritten uzak bir biçimde, orta kararında bizlere sunmuştur. Yine Livaneli’nin kendine has olan o sıcak üslubuyla, her sayfayı çevirdiğimizde o durumun getirdiği hale bürünmemizi sağlayan o güzel tasvir edası okuru daha memnun etmektedir. Bir yerde telkâri yapan insanları izliyor, bir yerde Mardin’in izbe, karanlık bir sokağında Süryani şarabının keskin kokusunu hissedebiliyoruz. Bir de arka fonda Zülfü Livaneli’nin sesinden Sevda Değil parçasını dinliyorsak, fevkalade bir ahenkle okumamızı tamamlayabiliriz. Ayrıca tekdüze bir anlatımı kıran diyaloglarla da yazar, okuruna zihinsel faaliyetlerle konuşmalardaki boşlukları doldurmaya yöneltiyor. Olaya geçiş süsü veren anlatıları bizzat aktarmayıp, ahizenin bir ucundan dinleyen mevzuya bizler müdahil oluyormuşuz da İbrahim soru sormuyormuş gibi algılayabiliyoruz.

Hüseyin…Dini bütün, halim selim, efendi, herkes tarafından sevilen biri. Ezidiler’in sığınarak kamp kurduğu alana gider ve orada yardıma muhtaç olan kişilere sınır tanımadan elinden geleni yapar. Annesi Adviye Hanım’ın tabiriyle kara kuru bir kadına, Meleknaz’a vurulur. Ama o sırada Safiye ile de nişanlıdır. Meleknaz, zulümlerden kaçabilmek için türlü cefalar çekmiş, kör körpesiyle ortalıkta kalmış çileli bir kadındır. Küçücük yaşta olan Nergis, Zilan’la birlikte türlü tecavüzlere maruz kalır. Şu ayrıntıyı da belirtmek faydalı olacaktır; kitapta çok baskın bir biçimde karşılaştığımız “kadın” olgusu mevcut. Yani doğudaki kadınla, batıdaki kadın arasındaki fark. İbrahim’in eski eşi çalışan, zevkine düşkün, asla altta kalmayan, istediği kişiyle ilişki yaşayan bir plaza kadını deyim yerindeyse. Ama Meleknaz…Namusuna halel getirmemek için çırpınan, direnen ve sonunda lekelenen bir kadın.. Öfkesiyle dağları aşan, doğumunu o çölde yapan, yeryüzünün daimi mültecisi..

En son Hüseyin’le karşılaştığı yere sığınır Meleknaz. Hüseyin, bebeğin gözlerinin tedavisi için uğraşır. Sonra bir gün Meleknaz’ı oralardan alıp kurtarır, evlenir, evine götürür. Toplum tarafından reddedilen bu evlilik, pek tabii hoş karşılanmaz; günahtır yapma derler. Aldırmaz bu söylenenlere Hüseyin, onda ne bulduğunu kendisi de bilmez; ama öyle de onları bırakamaz. Çevredeki Işid militanları yasak olan bu evliliği duyunca Hüseyin’i rahat bırakmazlar. O da yakınlarının ısrarı üzerine Amerika’ya abilerinin yanına gider. Meleknaz’a da vize işlemlerini halledip en kısa zamanda yanına aldıracağına söz verir. Ama giderken de şu sözü kazır belleklere : “Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın anne!”. Neticede, yanlış fikirlerin doğurduğu genellemelerden uzaklaşıp, İslam’ı doğru anlamayan ahkâm kesen kesimden kaçarken; daha da beteriyle, İslam karşıtı bir grupla karşılaşır. Bu da onun canına mal olur. Abisinin pizza dükkânında o, yerleri temizlerken bir yerde onu temizlemeye gelirler. Bu kıyım, belki de öze yönelik yapılan nefretlerin en hırpalayıcısıdır. İbrahim’in bu olayı çözümlemesi üzerine verdiği ilk tepki şu şekilde cereyan etmiştir: “İki kurşun yarasına rağmen nasıl oldu da ölümü Amerika’ya kadar ertelendi?”. Sonra İbrahim’in Meleknaz’ın izini sürmesi üzerine de yeni bir serüven başlar ve o da başlı başına bir öyküyü beraberinde getirir. Huzursuzluk noktasında kusursuz bir hikaye, acı bir ölüm. “Zaten hayatta normal olan huzursuzluk durumudur, huzur ise çok ender yakalanan geçici anlardır olsa olsa.

Kitabı okurken aklıma, olay örgüsünün benzer ögeleri barındırdığı başka bir aşk öyküsü olan Heiran filmi geldi. Başroller farklı, coğrafya farklı, fakat aşk ikliminin aynı olduğu bir film. İranlılar’ın Afgan sığınmacılarıyla evlenmesinin hoş karşılanmadığı radikal bir red; aşkın meşru kılınmayan hali. Tüm önyargılara meydan okuyan ama başarılı olamayan iki küçük genç. Her iki olayda da görülen bir gerçek: İnsan, kıyamadığının peşine perişan olmaz mı, zaten?

…Bazı acıları ölüm bile unutturamıyor, bazı davranışlar ölümden sonra bile bağışlanmıyor diye düşünüyorum.

Belki de bunların hepsi yüreklerdeki merhamet eksikliğinden kaynaklıdır. Öyle diyor ya Livaneli kitabın bir bölümünde; “merhamet, zulmün merhemi olamaz!” diye. Merhametten yoksun, vicdan muhasebesini yapamayan insan, her acıya bir sorumlu bularak rahatlama yolunu seçer. Zulüm, merhameti inhibe eden bir faktör olup, onun antitezi konumundadır.

Soluduğumuz havayı zehirleyen ve bizi birbirimize düşman kılmak isteyen zalimlere inat, merhamet!” der Kemal Sayar. Ve sonra devam eder; çünkü zalimlik ötekini utandırarak, aşağılayarak, onun saygınlığını ayaklar altına alarak, haklarını değersizleştirerek zulmünü icra eder. Merhamet insanın onur ve saygınlığının çiğnenmesine karşı durmaktır; o insan bizden olmasa da. Adalet de ancak merhametle kaimdir (Bkz: Merhamet, s.51).

Bahsi geçen insanlık ağacının kırılmış dalının onarılabilme ihtimali için, bir daha bunları yaşamamak, izlememek ve okumamak için biraz merhamet! Salt insanlık adına, Hüseyin’in şu son sözleri hatırına kalbine ve vicdanına dön!..

İnsanları pençesine almış, çöl hecirleri gibi hepimizin ağzını kan içinde bırakan "harese"den kurtulmak için yazıyorum ve zaman zaman kendimi şu sözü tekrarlarken yakalıyorum: 'Ben bir insandım! Ben sadece kendimi tedavi etmek için yazıyorum, insan denilen yaratıkların arasında yaşama gücünü tekrar bulabilmek için “ben bir insandım!

Betül Uludoğan
twitter.com/_naze_nin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder