SAYFALAR

1 Şubat 2017 Çarşamba

İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir

18. yüzyılda yaşamış Kırımlı bir Türk mutasavvıfı Selîm Dîvâne Hazretleri. İstanbul’da medrese tahsilini tamam ettikten sonra, Bosna’ya kadı olarak tayin edilir. Kadı iken tasavvufa meyleder ve Kesriye’ye gelerek Kâdiriyye’den Şeyh Muhammed Efendi adında bir mürşide bağlanır. Şeyh Efendi terk-i diyar edince, Selîm Dîvâne Hazretleri, Kesriye’de bulunan Kâdirî mürşidlerinden Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi’ye biat eder ve tasavvufi eğitimini burada tamamlar. Kesriye’deki mürşid-i azizi tarafından önce Üsküp’e, daha sonra Selânik’e gönderilen Selîm Efendi, nihai olarak Köprülü’ye gönderilir ve irşâd faaliyetlerine burada devam eder. 1757 yılında da Köprülü’de âlem-i bekâya göçer.

Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi’nin “Meşreb-i melâmet kendilerine gâlib olup ekseri sekr ü mahviyyet ile olduğundan Selîm Dîvâne demekle ma’rûftur.” tesbitleri, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin irşadla uzun süre meşgul olamayacak kadar sekr hâlinde yaşadığını gösterir. Zaten bu hâli Selîm Dîvâne Hazretleri’nin birçok şiirine de yansımıştır: “Çaldım melâmet tablını hiçe saydım varımı/ Aşkta yakıp kârımı yönüm Allah’a döndüm.

Tasavvuf düşüncesinde vahdet-i vücûd anlayışına bağlı olan Selîm Dîvâne Hazretleri, Burhânü’l- Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn ile Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsilîn adlarıyla iki önemli eser kaleme alır. Her iki eserinde de tasavvufa buğz edenlere, tasavvufun aslen ne olduğunu anlatmaya ve bununla birlikte mutasavvıf geçinen bazı kişilerin hâl ve hareketleriyle tasavvufa verdikleri zararı tespit etmeye çalışır. Selîm Dîvâne Hazretleri, Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eserini, Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin “Müşkilim var size ey Hak dostları eylen reşâd” mısrasıyla başlayan gazelinden hareketle kaleme almıştır. Bu haseple, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eseri, bir Niyâzî-i Mısrî şerhi kabul edilir.

Mustafa Tatcı ve Halil Çeltik tarafından yayına hazırlanan Kırımlı Şeyh Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarı başlıklı eseri iki ana bölümden oluşur. Kitabın ilk bölümü “Burhânu’l-Ârifîn ve Necâtü’l- Gâfilîn”dir. Bu bölümde nefs, mürşid-i kâmil, sâdık âşık, bu dünyaya gelmekten maksat, bâtın ve hakikat, kavuşma ve ayrılma, evliyâullahla mülhid ve zındığın farkı, Ayne’l-yakîn makamları, cemden önce fark - farksız cem ve cemden sonra fark, Hakka’l-yakîn makamları, bâtıl mezhepler ve insanın dört unsurdan meydana gelmesi konularına değinilir.

Kitabın ikinci bölümü “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifin Âdâbu Tarîki’l- Vâsılin”dir. Bu bölümdeyse evliyânın edebi, ehlullah kime denir, havatır, gönül temizliği, tefekkür, hak ve halk, abd-i mahz, Mehdî'den gaye, kalp, belâ, talit ve hakikat konularına değinilir.

Selîm Dîvâne Hazretleri, Nahl Sûresi’nin 43. âyetine işaret ederek, bir mürşid-i kâmil arayıp bulmak ve ona bağlanmanın herkese farz olduğunu söyler. Nitekim bu tespitini, Nahl Sûresi’nin 43. âyetinde buyrulan “Eğer bilmiyorsanız ‘zikir ehline’ sorun.” hitabına dayandırır. Bu tespitinden sonra Selîm Dîvâne Hazretleri, mürşid-i kâmilin portresini çizer: “Mürşid-i kâmilin sözü özüne uygun olur. Kuvvet ve doğruluk sahibidir. Bast ve kabz sahibi olup gerektiği zaman kabz eder. İddia sahibi olmaz. Çünkü tasavvuf, davayı terk edip ilâhî sırları söylememektir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Tasavvuf davayı terk edip mânâları gizlemektir.’ buyurmuştur. Mürşid-i kâmil, çalışkan ve gayret sahibi olur. Şehvet, şöhret ve tabiat esiri olmaz. Zühd ve takvâ ile süslenir. Dünya ve âhiret muhabbeti yoktur. Şeriat elbisesini sırtına giyip eline muhasebe asâsını alır. Allah’ın tecellisi ile fenâfillahtan tamamen mahvolur ve bekâbillaha ulaşıp cemden farka gelir. Dört kapısı mâmur olur. Bunlardan birisi eksik olsa mürşid olamaz, kimseyi irşad edemez.”. Bu kriterleri sıraladıktan sonra bir mürşid-i kâmil bulmanın kolay olmadığının da altını çizer Selîm Dîvâne Hazretleri.

Selîm Dîvâne, Cezbe-i Hak’ın bir insan-ı kâmilin gönlüne girmek olduğunu belirtir. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre, “İnsan-ı kâmilin gönlüne girince, eşkıya olsan bile saadete erip Hakk’a kavuşursun.” Bu minvalde Ra’d Sûresi’nin 39. âyeti olan “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; ana kitap onun katındadır.” meâlindeki âyetin bâtın mânâsını “asıl kitap Allah’ın yanındadır ve o insan-ı kâmilin gönlüdür” şeklinde yorumlar. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre insan-ı kâmil, Allah’ın emanete lâyık gördüğü kimsedir ve gönlünde Hakk’ın emaneti vardır. Selîm Dîvâne Hazretleri bu minvalde Tin Sûresi’nin ilk dört âyetini şöyle tefsir eder: Âyetteki “İncirden maksat hakikattir ve zeytinden maksat marifettir, Tûr-i Sînâ’dan maksat marifet makamında olan âşığın sinesidir ki, o gönül müşâhede ehli olup, açıktır. Belde’den kasıt, hakikat makamında olan âşığın gönlüdür. O gönül hem mahbubun hem de âşık olunanın gözüdür. Marifetten maksat, yüce Allah’ın ulûhiyyet sırlarıdır. Hakikatten maksat, Allah’ın Rablığının kendisidir.

Bu minvalde âyetin hakikat mânâsı şöyle şekillenir: Allahu Teâlâ kendine yemin ederek şöyle buyuruyor: Ulûhiyyet sırlarım ve Rablığım hakkı için bu şehir ki hakikat ve hakka’l-yakîn makamında olan insan-ı kâmilin gönlüdür, o emin şehirdir. Belde’den maksatın hakikat makamında olan insan-ı kâmilin gönlü olduğunu ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadisi ispatlar. Selîm Dîvâne Hazretleri şöyle devam eder: “İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir; çünkü orada Hakk’ın emaneti vardır ve Ali onun kapısıdır. Çünkü Muhammed’in gönlü, ledün ilminin şehridir. Ali o şehrin kapısıdır.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin yukarıdaki tefsiri ile ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadis-i şerifi beraber düşünüldüğünde, "Kim Muhammed Mustafa (s.a.v)’i ararsa, kapısı Ali’dir, Ali’ye varsın yani tarikata girsin" sonucuna ulaşılır. Çünkü Hz. Ali Efendimiz on iki tarikatın pîridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri bu tespitini, Fecr Sûresi’nin 27-28-29 ve 30. âyetleriyle de destekler. “Ey tatmin olmuş nefis, sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön. Haydi, velî kullarımın arasına gir, cennetime gir.”. Bu âyetin bâtın mânâsını şu şekilde yapar Selîm Dîvâne Hazretleri: “Ey huzura kavuşmuş olan, nefis sahibi sâdık âşıklarım, sizin nefisleriniz asi iken imana gelerek huzura erip benim sâdık âşıklarım oldunuz. Eğer bana kavuşmak isterseniz, benim velî kullarımın gönlüne giriniz, beni isterseniz buna yol, velîlerin gönlüdür. Şimdi onların gönüllerine girip onların nazarı ve himmetiyle nefislerinizi râzıyye ve mardıyye edip, cennetime girin.

Efendimiz (s.a.v)’in buyurmuş oldukları “Âlimler peygamberlerin varisleridir” ve “Ümmetimin âlimleri, velîleri, evliyaları, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” hadisleri doğrultusunda düşündüğümüz vakit, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu tespitleri, yerli yerine oturur.

Sanırsın ki küçük bir âdemsin, oysa hakikatte en büyük âlem sensin” düsturunca hareket edersek, insanın büyük âlem olup bütün varlıkları kendinde topladığını söyleyebiliriz. Hak ile daimî olduğu hâlde bütün yaratılmışları kendi vücudunda bulundurmaktadır insan. Bu yüzden Selîm Dîvâne Hazretleri der ki: “Mürşid-i kâmil terbiyesiyle başlangıç ve sonun sırrını bilip, kendini Hak’ta yok edip varlığını Hakk’a vermek, Hakk’ın sonsuzluğuyla bâkî olmak, yani Hakk’ın varlığıyla var olmak ile olur. İbadetin aslı budur, bu sırrı bilmektir.”. Çünkü bizler “ancak bu dünyaya rububiyyet sırrı ve hakikat ilmini bilmek için gelmişizdir. İbadetten murat ancak rububiyyet sırrını ve hakikat ilmini bilmektir. Yani nefsini bilip, Rabbi’ni bilmektir.

Varlık olarak insanın oluşum aşamasını ve varlığın evrelerini Selîm Dîvâne Hazretleri çok üst perdeden yapar “Burhânü’l-Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn” bölümünde. Bu sırlar hakkında Selîm Dîvâne Hazretleri şu notları düşer: “Erenlerin ‘maden’ dediği topraktır. ‘Sana ruhtan sorarlar, de ki o Rabbimin emrindedir.’ (İsrâ, 85) âyetindeki ruhtan murat, insanı gezdiren ruh değildir. İnsanı gezdiren ruha ‘emir’ demezler, ‘izafî ruh’ derler. Bu ruh Hakk’ın emridir. Bu ruha hayvanî ve bitkisel ruh derler. Bu ruhtan murat Allahu Teâla’nın emridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin düştüğü bu nottan anlıyoruz ki İsrâ Sûresi’nde Allah-u Zülcelâl’in işaret ettiği ruh, izafî ruhtur. "Toprak toprağa gitti" sözü etrafında bu sırlı konuyu değerlendirmeye devam eder Selîm Dîvâne Hazretleri. “Şimdi ruh madene geldi dedikleri, Allah’ın emri toprağa geldi. Madenden bitkiye geldi dedikleri, Allah’ın emri tarafından bitkiye geldi, yani topraktan ot bitti. Ruh bitkiden hayvana geldi dedikleri, Allah’ın emri hayvana geldi, otu hayvan yedi. İnsan hayvanı yedi, damağında kalan kuvveti meni oldu. Cinsel ilişkide bulunduktan sonra ana rahmine düşüp cenin oldu. Sözün kısası vakti gelince, ‘ve ben ona ruhumdan üfledim’ mânâsına göre, izafî ruh üfleyip diri kıldı, insan oldu, dünyaya geldi.”. Dört unsur olan ateş, su, hava ve toprak, insanda mündemiçtir. Hakk’ın emri de bu dört unsurun insanda birleşmesi için toprağa gelmiş ve buradan yukarıdaki silsile vasıtasıyla ‘insan’a ulaşmıştır. İşte bu geliş aşamasında aktarılan şey, izafî ruh olan unsurlardır aslında. Dört aşamada gerçekleşen aktarım toprak ile başlar, bitki, hayvandan geçip insan olarak son bulur ki bu aşamalarda aktarılan ‘dört unsurdur’.

Kitabın ikinci bölümü olan “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifîn Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn” (Müşkillerin Anahtarı) kısmında Selîm Dîvâne Hazretleri, ilk kısımda altını çizdiği insan-ı kâmil olan evliyânın edebini şöyle aktarır: “Öncelikle bilinmelidir ki, tarikata girip mürşide teslim olmaktan maksat, Allah’ın velîlerinin edebiyle edeblenip kötü huyları terk ederek hayvanî özelliklerden arınıp iyi huylarla huylanmak, böylece marifetullaha ulaşıp enfüsî ve âfâki cehennem azabından kurtulmaktır.” Bu bilgi dahilinde Selîm Dîvâne Hazretleri, velîlerin ahlâkını on sıfat üzere sıfatlandırır. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre Allah’ın velîleri işlerinde sâdık olurlar, halkla daima iyi geçinirler, nefislerinin isteklerine uymazlar, büyüklere hizmet ederler, emirlerindeki kişilere şefkat ve merhamet gösterirler, düşmana yumuşak davranırlar, âlimlere karşı tevazu gösterirler, dervişlere cömert davranırlar, cahillerle konuşmazlar.

Yeryüzü macerasında insanın kalbine gelenler, başına gelenlerden çokçadır. Kalbe gelen düşünceler, hisler, vesveseler karşısında insan kimi zaman ne yapacağını bilemez. İslam bu nevi düşüncelere - hislere ‘havâtır’ der. Selîm Dîvâne Hazretleri, havâtırı üçe ayırır: Nefsâni, melekî ve rahmanî. Bu üç havâtır çeşidinden ilki olan nefsâni havâtır, fâsit bozuk fikirleri içerir. Melekî olanlar, namaz kılmak, oruç tutmak, zikir yapmaktır. Rahmâni olan ise, Hakk’tan başka her şeyi tamamen gönülden çıkarıp Hakk’ın her yüzden zuhûru ile her fiillerini kendinde ve halkta görmektir.

Kalbe gelen düşüncelerden maâda bir de tefekkür mevzu vardır ki Kur’ân’ın da pek çok yerinde geçer. Selîm Dîvâne Hazretleri de bir şiirinde “Tefekkür bâtılı terk eylemektir/ Gönül Hakk’dan yana berk eylemektir.” der.

Selîm Dîvâne Hazretleri, bu mevzuda şu ciddi tespiti de yapar: “Tefekkür, bir senelik ibâdetten hayırlıdır; ama Hakk’ın zâtını düşünmek hatadır. Hakk’ın bu zuhûrlarını, bu garip hikmetlerinin sırlarını düşünmek gerekir. Fikirsiz zikir, bâkire olmayan bir kız gibidir.

Bu değerli eserde en çok “Mehdî’den Gaye” bölümü dikkatimi celb etti. Bugüne kadar Mehdî hakkında onlarca farklı düşünce kaleme alınmıştır. İşin hakikati ise hiç bir vakit, şu kesinlikle doğrudur, böyle olacaktır diyemeyeceğimiz kadar ‘sırlıdır’. Selîm Dîvâne Hazretleri de bu konudaki düşüncelerini, eserinde dile getirmiştir. Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu husustaki değerlendirmeleri, gerçekten bugüne kadar eşine - benzerine rastlanmamış türdendir. Selîm Dîvâne Hazretleri bu mevzu hakkında şunları söyler: “Nefsi terbiye edilmeyen kişide sırr-ı hafî denilen gizli sır ortaya çıkmaz. O kimse, davadan ve gururdan kurtulamaz; yalancıdır. Bu yalancı mehdîdir. Hz. Muhammed’in yoluna uymayandır. Mehdi’den maksat, hidâyet bulmaktır. İsâ’dan maksat, rûhun nefisten temizlenip Rûhü’l-kudse ulaşmaktır. İsâ’nın gökten inmesi ve Mehdî’nin çıkması budur. O âşığa o saat hidâyet erişerek kendi vücudu, kendi İsâ ve eksikliği keşfolur. İsâ gönlünün göğünden kalbe iner ve Deccâl’e Mekke kapısında mızrakla vurup öldürür. İsâ, Mehdî’ye uyup namaz kılar. İmâm olur. Yani, nefsi rûh ve rûhu rûh olursa, değişim olur. İsâ’nın Mehdî’ye uyması, Hak tarafından sırr-ı hafî tecellîsi ortaya çıkınca nefsinin rûh olmasıdır. Rûhu dahi Rûhü’l-kudse olup hidâyete uyar. Mızraktan maksat muhasebedir. Deccâl’den maksat nefistir.

Bu kodlanmış denklemi şu şekilde sonuca ulaştırır Selîm Dîvâne Hazretleri: “Gönül kapısı önünde muhâsebe mızrağıyla Deccâl olan nefsi katleder. O zaman sâlikin vücudundan gerçek Mehdî ortaya çıkar. İsâ da inip Deccâl'i katleder ve Muhammed’in şeriatına uyar. Bundan anlaşıldı ki, şeriata uymayanlar Hakke’l-yakîn makamına ulaşamaz, yalancıdır. Temkîn ve istikâmet bulmamıştır. Temkîn bulan âşık şeriatı inkâr etmez; gerektiği gibi icrâ edip her şeyin hakkını verir.

Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarları kitabı son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan biriydi şüphesiz. Mustafa Tatcı hocama ve Halil Çeltik’e ve kitabı yayınlayan H Yayınları’na teşekkürlerimi sunarım.

Metin Erol
twitter.com/metinerol_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder