SAYFALAR

22 Temmuz 2016 Cuma

Geçmişten bugüne feminist bir serzeniş

1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim. Yanıma Bedriye Kalfa’yı verdiler.’

Gözyaşı Konağı, Şebnem İşigüzel'in İletişim Yayınları'ndan çıkan son romanı. 1876 yılının Büyük Adası'ndan okura seslenen güçlü kadın karakterleri ve özgürlüğü arayan ruhları ile dikkat çeken bir anlatı. Daha önce okuduğum pek çok dönem romanından oldukça farklı bir dil var İşigüzel'in hikayesinde. Ağırlaştırılmış Osmanlıca sözcüklerden arınmış temiz bir akıntı bu yatağında şırıl şırıl, huzur veren bir dinginlikte akıp gidiyor. Tam da Tanzimat'ın sonunda dönemin içinde bulunduğu politik siyasi ve sosyo-ekonomik durum gruplarından gücünü alıyor roman. Hepsini metinin başında özenle sepetine doldurup sonunda acımasızca bir uçurumdan aşağı fırlatıveriyor yazar.

Hikayenin ana kahramanı "Kadının adı yok" fikrine tepki mahiyetinde çizilmiş. Kendi adsızlığının bilincinde, ailesindeki diğer kadınlardan bir kaç merdiven üstlerde başlıyor kaderine savaş açmaya. Ne annesini ne de ablalarını, onlara cellatlarına taparcasına bağlı olmasına karşın fikir noktasında dinlemiyor. Dediğim dedikliğini ulu orta meydana çıkaramasa bile gizliden gizliye kendisine dayatılan hemen her şeye ‘Benim de diyeceklerim var’ tavrı koyuyor. Merakına yenik düşmesi, tecavüze uğraması, dışlanması, daha da silikleştirilmesi canını yakmıyor da onlardan uzak kalmak umutsuzluğa itiyor genç kadını. Alışkanlık en kötü ailenin bile en güçlü silahı.

Yaşadığı dönem içerisinde gayri meşru bir çocuğa hamile kalmanın tüm sorumluluklarını omuzluyor, ölüme gittiğini bile bile üstü kapatılmak istenen bir utancı yaşamak için Büyük Ada'ya vakur yollanıyor. Kendinden taviz vermiyor. Sonrasında yazarın kusursuz hat açma becerisi devreye giriyor. Kahramanına bir günlük tutturuyor ve bugünle yarın, dünle gelecek zengin koreografimi bir dansa başlıyor. Karındaki bebek günden güne büyürken hayatının artık asla eskisi gibi olmayacağının farkına varan ana karakter yanına tahsis edilen Bedriye Kalfa ile günlerin getireceklerini beklemeye koyuluyor. Özlem, nefret, umutsuzluk ve utanç içinde bir kez bile pişmanlığa geçit vermiyor İşigüzel. Yarattığı kadın sayfa sayfa güçlenip dört tarafı esaretle örülü bir mezardan hürriyete çıkma mücadelesine girişiyor.

Her kadının bilip de bilmediği şeyler vardır. Herkesin sustuğu bir yer vardır kalbinde. Hem bu vardır hem de şöyle bir gerçek: hepimiz başkasının karanlığında kendimizi görürüz. Uzak duruşları, acıyarak bakışları, yüz çevirişleri, gözlerini kaçırmaları, bazılarının anne ve ablalarımın hatırına kırık dökük selam verişleri bu yüzden olsa gerekti. İçten içe benim gibi olmaktan korkuyorlardı. Ne halde olduğumu bilmeseler bile korkuyorlardı. Kimse talihsizlere yaklaşmak istemez. İnsanlar talihsizliği bulaşıcı bir hastalık gibi görürler. Talihsizlerin hikâyesini anlatmaya doyamaz ama dönüp elini sıkamaz, selamını almazlar. Sadece acırlar onlara.’’

Bu mücadeledeki en büyük destek takımı annesi ve ablaları. Kendisi haricindeki üç kadın da ayrı ayrı dikkatle işleniyor anlatı boyunca. Bir ‘piç’ doğuracak olduğu için ömür boyu adına leke sürüleceğini düşündüğü kızını Ada’ya sürgüne göndererek ondan kurtulduğunu düşünen Annesi en küçük kızının zihninde anılarla dolu bir odanın içerisinde kah yerden yere vuruluyor, kah en rahat divana oturtuluyor. Dönemin gerektirdiği üzere ikilemler ve çelişkilerle dolu Gözyaşı Konağı, fakat yazar bu tuhaf uyumsuzluklardan doğabilecek her türlü anlam kaymasını ustaca yerine yerleştirip hizaya getiriyor. Sonradan zenginlik görmüş eski bir köle kızın üç çocuklu bir valideye nasıl dönüştüğünü şaşırtarak okutabiliyor İşigüzel. Üstelik onca tutarsızlığa rağmen.

Beni sürgüne gönderen onlar değil, bu topraklarda hüküm süren hayattı.’’

Hicran ve Fatma ise annelerinin alter egoları olarak çiziliyor. Ana karakterimiz de bu egolardan birisi olmak üzereyken karnında beliren bebek onu son anda kurtarıyor. Baba ise tüm heteronormatif özellikleri ve erkek egemen düzenin kendisine taktığı apoletlerle romanın denetlemeci gücü. Tüm çabalarına rağmen etkisiz kalan bir denetleme mekanizması.

Belki de kitabın en güçlü sahnelerini oluşturuyor anne ve kızlarının maceraları. Her şeyi eleştiren dış dünyaya ve içinde yaşadığı topluma uyuyormuş gibi görünmeye çalışan annenin sırları usul usul açığa çıkarken yasakların yarattığı çarpıcı yıkım anne karakterini bacaklarına bağladı kızlarıyla birlikte dibe çekiyor. Fransız kadınlarını var gücüyle kötüleyip hafifmeşrep olarak sınıflandıran anne, kızları ile birlikte onlar gibi başını açıp makyaj yapıp sokakta gizlice dolaşabiliyor. Bastırılmış her duygu en küçük çatlaktan sızıyor. Komşuları Flamingo beslediği için arayıp taratıp bahçesine Flamingolar diktiriyor, yeri geliyor hatalarıyla bile sırf altta kalmamak için övünebiliyor anne, üstelik bundan güçlü bir zevk aldığını kimseden saklamıyor. Kötülediği hayatlar ve ayıpladığı yaşam biçimleri dönüp dolaşıp kendi içinde saklandıkları yerlerden filiz veriyor. O ise bu filizlerin ne denli tehlikeli olduklarını bilmesine karşın onları hırslarıyla sulayıp gizli gizli büyütmeye devam ediyor.

Bu bağlamda biraz da ne ekersen onu biçersin ve ilahi adalet'in romanı Gözyaşı Konağı. Ailenin, özellikle anne figürünün çocuklar üzerinde yarattıklarını döküp saçıyor acımasızca ortaya. Kendini bilmekle kendinden vazgeçmek arasında bir yerde renksizleştirilen ana karakterin aslında annesi ve kardeşlerine karşı verdiği bir yaşam mücadelesi olarak ortaya çıkıyor anlatının teması. Toz kondurmadıkları tarafından diri diri kuma gömülmenin, kıymetlileri nezdinde onlar tarafından kıymetsizleştirilmenin, hep orada olur sandıkları el etek çekince insanın hissettiklerinin iç burkan öyküsünü anlatıyor 250 sayfa boyunca romanın isimsiz kahramanı. O susturulmaya çalışıyor ama iki yüzlülükleri, yalanları, terslikleri, yanlışlıkları gören gözleri kapanmıyor asla. Dili sussa, kalbi el vermiyor görmezden gelmeye.

Tam anlatmaktan da bıkmaya başladığı üstelik ölümden taze döndüğü bir akşam Adanın arka tarafında bir dalyan kulübesinde gizlenen kanun kaçağı Mehmet'e çıkıyor yolu. Aşk neymiş öğreniyor. Aklı başından gidiyor. Ölüm çukurunun en karanlık köşelerinden güneşin hayat dolu kıyılarına yükseliyor. Ama mutlu sonla biten bir hikâye değil Gözyaşı Konağı her ne kadar mutluluk gözyaşlarının inci gibi görüntüsünden esinlenerek adını almış olsa bile Gözyaşı Konağı da aslında kimliksiz. Köşk mü, konak mı koskoca bir anlatı boyunca bunun belirsizliği ile mücadele ediyor kendi içinde.

Nihayetinde ataerkil çanlar her zamanki gibi oldukça şiddetli çalıyor. İşigüzel sesleri duymak istemeyen, işaretlere önem vermeyen hala güzelliklere inanan gencecik bir kadını yetiştiriyor, metnin sonunda güç odaklarının sarsılmaz sanılan kaotiğine de nazikçe dokunma cüreti gösterebilen bir kadın her şeyden önemlisi bu. Kadere karşı gelen kadınsa eğer sonucu böyledir mesajını veriyor. Üstüne de tarih tekerrürden ibarettir dikkat et ey okur etiketini yapıştırıyor.

Tiyatrolar, sirkler büyülerdi beni. “Bu kızın içinde bir sanatkâr yaşıyor’’ derlerdi benim için. Her kadın hayalleriyle gömülmeye mahkumdur. Ben bunu bilip buna göre yaşadım. Her şeyi olmaya erkekler muktedirdi. Ben rüyalarımda şarkı söyler, rüyalarımda resim yapar, rüyalarımda kalabalığa peçesiz konuşur, yazar ve yazdıklarımı okurdum. Erkekler gibi gezgin olur, okula gider coğrafya öğrenirdim. Ben de her kadın gibi hayallerimle gömülecektim.’’

Gözyaşı Konağı feminizmin tohumlarının yeni yeni atılmaya başlandığı dönemden incitici, kırıcı, üzücü ama hep kocaman kocaman saf umutlarla örülü olan etkileyici bir kadın hikayesi. Dil abartıdan uzak, kendinden emin tespitlerle zengin ve bir o kadar da mahcubiyet yüklü. Son olarak herkesin cesaret edemediğini de yapıyor İşigüzel. Bugünün toplumsal politiğine o günlerden ateş topları bırakıyor. Sönmüyor diyor, yıllar geçse de aynı kalıyor, tek bir kıvılcım koskocaman bir haneyi kül edebiliyor. Düşüncelerin üstünü ne kadar boyarsanız o kadar akıyor, kaçan yerlerden yapılan yamalar sırıtıyor, direnen ya susturuluyor ya da öldürülüyor.

Ne erkek ne kadın! Bu memlekette insan olmak zor. Göreceksin bak, sonunda bir delinin eline geçecek bu memleket, o da kendi kabahatlerini, pisliklerini örtmek için çatır çatır yakacak bu toprakları. Ülkeyi ateşe atacaklar. Bir tarafta Sultan bir tarafta vatanperverler bu memleketin üstünde ter ter tepinecekler. Hepsi bir tarafından çekecek. Ama asıl çileyi bu milletin insanları çekecek. Herkes vatanını milletini sevdiğini sanıyor ama yanılıyor. Çünkü milliyetçilik hiçbir şeyi olmayanın ‘Bari gururum ve nefretim olsun’ demesidir. ‘Ve içinde yaşayacağım bir kalabalığım’ Bir başkasını, ötekini, senden olmayanı istemeden, herkese hak ve hürriyet tanımadan olmaz bu işler. Olsa da böyle olur işte.’’

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder