SAYFALAR

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Boşluk dolduran hikayeler

Belki Bir Gün Uçarız 1980 doğumlu yazar Aylin Balboa'nın İletişim Yayınları etiketiyle çıkan ilk kitabı. Yazarın hayatından kısa kesitlere yer veren hikayelerden oluşan bu kitaba başlarken doğrusu çok umutlu değildim. Fakat hikayeler karşıma yeni bir Tezer Özlü çıkardı. Uzun bir aradan sonra edebi yönü çelik kadar kuvvetli özeleştiriler okumak bende müthiş bir ruhsal sarsıntı meydana getirdi. Çünkü Balboa'nın kendi yaşantıları üzerinden dillendirdiği duygu durum karmaşaları aslında çoğumuzun bir başkasında görüp çılgınlar gibi eleştirdiğimiz ama kendimizde toz konmasından korktuğumuz alanları açığa vuruyor.

"Sonra öyle durdum biraz. Bir süre Afrika kıtası yokmuş gibi davrandım. Tekerlek icat edilmemiş, ıspanak sebze değilmiş gibi... Yok sayınca yok oluyor çok şey, her şey değil."

Hikayeler yazarın hayatının birkaç bölümüne eğiliyor. Bu yönüyle kesitsel otobiyografi özelliği de gösteriyor. Abisinin geçirdiği trafik kazası, babasının ölümü, iş hayatında yaşadığı uyumsuzluk, sevgilisinden ayrılması ve "Tımarhane Notları" başlığını taşıyan Balboa'nın psikolojik destek aldığı zamanları anlatan 10 ayrı bölüm. Tımarhane Notları 1 ve 9 arasına ise yaşamında yoğun etkisi bulunan ana olayların haricinde serpiştirilmiş ara olaylar mevcut. Tüm kesitlerde ilk göze çarpan yoğun bir melankoli ve hayata karşı kaybedilmiş bir savaşın yarattığı ağır psikoloji.

Balboa okuruna: "Yaslandığınız her şey teker teker devrilmeye başlasa ne yapardınız?" diye soruyor. 2010'ların tüm gündem içi problemlerini modern bir lirizmle karıştırmayı başaran hikayeler birbirleriyle kurdukları yarı geçirgen bağlantıyla da ön plana çıkıyorlar. Zira her anlatının bir mesajı, hepsinin tekilde güçlü eleştirileri ve genele bağlanan metaforları var. Yazar her ne kadar: "Metaforları hiç sevmem. Hayat zaten yeteri kadar karmaşık" dese bile. Burada bile başarılı bir metafora imza atıyor. Kitabın bütünü düşünüldüğünde yeraltı edebiyatı ve dizüstü edebiyatının tutarlı bir birleşimi olduğu da söylenebilir. Yazar yaşadıklarını salt bir hüzne bağlı kalarak anlatmıyor çünkü. En korkunç olaydan bile güldüren bir parça çıkartıyor. Sonsuz bir düzensizliğin içinde düzen tutturma çabasına girenlere gülüyor, kesin kuralların anlamsızlıklarını zekice gözler önüne seriyor. Kurumlara ve devlete‘de dokundurmadan geçemeyen hikayeler Balboa'nınkiler. Haberlere küsmüş bir insanın kendinden haber alma çabasının ürünleri.

"Ülke sanki kanser olmuş gibiydi ve her sabah yeni bir hücresini daha kaybediyordu. O kaybettikçe ben yenilmiş hissediyordum. Ölümü izlemek değil kurtarmak için ne bileyim kemoterapi falan bir şey yapmamız gerektiğini düşünüyordum. Ama karşımda devlet vardı. Durumu sistemli olarak bu hale getiren, kulakları hiç duymayan, sadece koskocaman bir ağızdan ibaret olan devlet mütemadiyen çiğniyor, yutuyor ve n'apıyorsun demeye kalmadan suratıma doğru geğiriyordu sanki. Mevzuyu çok şahsi algılamaya başlamıştım. "Hişş değişik, sana diyorum sana, kürtaj mürtaj nasıl konuşmalar lan öyle, git efendi gibi evlen ve 3 çocuk doğur, içki mi kırarım çeneni ne içkisi, ayran var otur iç işte, öyle kızlı erkekli takıldığınızı da görmeyeyim, yıkarım sinemanızı, sökerim ağacınızı, akıllı olacaksınız lan! Biz Osmanlı torunuyuz, ecdadımız, örfümüz, ananemiz, biz biz BİİİZZZ!"

Kitabın temel sorusu "Neden?". İsyana dayalı bir neden değil ama bu. Çift yönlü bir nedeni var Balboa'nın: soru ve sebep. Her soruyu bir sebebe, her sebebi kendi cevaplarına bağlıyor. Belki de en güzel tarafı başına gelenler üzerinden genellemeler yapmayan bir yazar olması. Bu yüzden yer yer sezilen bir umursamazlık hali de yok değil. İstesem böyle olurdu, ama istemediğim için şöyle oldu. Umursamazlıklar kesinlikle boş vermişlik ve pes etmişlik değil ama. Aşk acısını katiyen kabullenmiyor boş veremiyor mesela, abisinin içinde geçirdiği koma günleri boşluğunu en çok duyumsadığı günler. Gidenler hayatında kocaman kraterler yaratmış o ise bunların bir şekilde dolabileceğine inanlara inanmak istiyor.

"İstisnasız herkes bana zamanla geçeceğini söylüyordu. Bütün dünya "zamanla geçer" parantezine alınmıştı sanki. Oysa ben zamana güvenmem, ne bok yiyeceği hiç belli olmaz."

İnsan doğasının kendisini avutma biçimlerini de bu konuya getirdiği absürd ama isabetli örneklerle okurun yüzüne çarpıyor. Makyaj yaparak kırışıklıklarından ve yorgunluğundan kurtuluyor, ama mutsuzluğunu o herkesin geçireceğini söylediği zaman bile silip atamıyor. Dişlerini fırçalarken ağzında yıllar önce çektirdiği bir dişin boşluğunu aniden fark etmesi de tesadüf değil. Babasının mezarını sulayıp, annesinin ayvasını yiyemeyip, abisinin ameliyat kağıtlarını imzalayıp, yağmurda sırılsıklam ıslanıp, ön çapraz bağlarını yırtıp, bir düğünden iğrenircesine kaçıp, sevgilisi tarafından terk edilip dişçide alıyor soluğu. Acısı dinsin diye çektirdiği dişinin boşluğu yıllar sonra daha çok acıtıyor. Yazarın hayatında yokluk varlıktan daha çok yer kaplıyor.

"Yokluğun varlıktan daha çok yer kapladığı zamanlar var, bildiniz mi? Bir gün illa bilirsiniz. Yani biri eksildiğinde, evinizde yer açılmaz da tam ortasında kocaman bir delik açılır. Artık o deliğin üstüne basmadan devam etmeniz gerekir. Basarsanız düşersiniz. Kıyıdan kıyıdan yaşamak diye bir şey var, zamanı gelince mutlaka öğrenirsiniz."

Aylin Balboa bugüne kadar okuduğum en güzel anlatım özelliklerine sahip yazarlardan birisi. Henüz ilk kitabında böylesi vurucu bir giriş yaptığı düşünülecek olursa. Çağdaş Tük Edebiyatı'nın son derece donanımlı bir yeni yazar kazandığı aşikar. İmgeler arasında kurduğu sıra dışı bağlantılar, sündürmeden kıvırmayı başardığı cümleler, öne çıkarttığı detaylar ve parçaları bir araya getirmedeki becerisiyle Balboa parlak ama göz almayan bir edebiyat yapıyor. Bu parlak haliyle de hayatın en neşeli ve en tutku dolu anlarının içinden mutlaka ölüm ve yalnızlığın geçtiğini acımasızca kaleme alıyor.

"Ölüm birtakım şeyleri sabitliyor. Günay abinin yaşını sabitliyor, Recai abinin gülüşünü sabitliyor. Annelerin ıstırabını ve benim bu dünyadan hiçbir zaman hiçbir halt anlayamayacağım gerçeğini sabitliyor."

Şehirli kadının rutinine gösterdiği hassasiyetiyle de fark yaratıyor yazar. Ceplerinde yıllardır taşıdığını her hikayede anladığımız taşları derme çatma sapanına takıp güzel atışlar yapıyor. Vurulması gereken şeyler var çünkü, vurulması gerekenler hep vardır. Altı çizili afili cümlelerle üstü çizili metropol kadınının kadınlığından dem vuruyor bazen, bazen onların dertlerinin uçuculuğundan haset ediyor. Yazar günlük dili kendiliğinden bir hakimiyetle tasasızca sürüyor okurunun üzerine. Önüne kattığı her renk farklı bir evrende yeni bir rengi tanımlıyor. Görüşlerine katılmasanız bile bir şekilde kendisini haklı çıkartmayı beceriyor.

"Kadınların ayrılık sonrasında saçlarını boyatmaları, yeni elbiseler almaları, dökülüp saçılmaları, kendini göstermenin değil saklanmanın bir yolu aslında. Ruhunuzdaki değişiklikler anlaşılmasın diye bedeninizde değişiklikler yaparak "Farklı görünüyorsun bir şey mi oldu," sorularını, saçınızı, kılığınızı, memenizi kalkan yaparak savuşturmaya çalışıyorsunuz. Dünya, derdi olan insanları taşıyacak kadar şefkatli değil. Silahlarımızı kuşanmak zorundayız."

Belki Bir Gün Uçarız yeni edebiyata çok ölümlü naif bir ağıt, içinde yaşadığımız toplumsal düzenin karşısına dikilmiş yorgun bir boksör, en önemlisi hayatın sıradanlığı ve geçiciliği üzerine kaliteli bir farkındalık okuması. Farkında olmak ve boşluklarını doldurmak isteyenler için.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder