SAYFALAR

12 Nisan 2016 Salı

"Gerisi Hikâye"lerde kalmasın

Necdet Subaşı’na sosyal bilimci dersek haksızlık etmiş olur muyuz? Sanmıyorum, ama eksik bir beyanda bulunduğumuz açık. Bu eksiklik, hocanın sosyal bilimciliğinin değerlendirilmesine yönelik iyi ya da kötü tarzda atıf yapılmamasından kaynaklı değil. Eksiklik, bizzat sosyal bilimlerin kurumsallaşma süreçleri ile alakalı bir durum. Her ne kadar burası, bu hikâyeyi anlatmanın yeri olmasa da, sosyal bilimlere dair özet bir değerlendirme, Necdet Subaşı’nın gerek akademik çalışmalarından sonra gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden oluşan sırasıyla “Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar” kitaplarındaki kaygıyı gerekse de bu kitapların sonuncusu ve aynı kaygının bir ürünü olarak raflarda yerini alan “Gerisi Hikâye”yi daha anlaşılır kılacaktır.

Sosyal bilimler, kapitalist dünya-ekonomisinin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik geliştirilen bilgi yapıları içerisinde kurumsallaşmış bir alandır. Bu bilgi yapıları içerisinde sosyal bilimler, zamanla oluşan ve iki kültür diyebileceğimiz doğa ve beşeri kültür arasında sıkışıp kalmıştır. Bilim kültürü, doğrunun ve olgusal olanın kavranmasına yönelik bilginin eksenel ağırlığının doğa bilimlerinde kurumsallaşmasıyken karşıt kutbunda beşeri kültür de iyi ve güzel bilgiye ulaşmayı amaçlamaktaydı. Bu iki kültür arasına sıkışan sosyal bilim de, iki kültürün arasındaki kavrayışlara meydan okuyan gelişmelere tepki olarak ortaya çıktı ve disiplinlere ayrıldı. Bir tarafta nomotetik yöntemleri benimseyerek bilim kültürüne yakın duran iktisat, siyaset ve sosyoloji; diğer tarafta idiografik yöntemleri benimseyerek beşeri kültüre yakın duran tarih, antropoloji ve oryantalizm adı altında Şark incelemeleri.

Subaşı’nda, sosyal bilimlere sirayet eden bu çatışmanın izlerini görmek mümkündür. Özellikle akademide yürüttüğü çalışmalarının başında gelen “din”in sosyoloji (doğa bilimlerindeki Newtoncu kabullerin sosyal dünyaya aktarılması ile dünyayı deterministik ve ampirik yolla kavramaya çalışan pozitivizmin etkisinde) literatüründe toplumsal bir olgu şeklinde ele alınmasına karşı çıkmıştır. Bu tavrını toplumbilim alanında yeni çalışmalarla da destekleyerek Rönesans ve Aydınlanma ile bilimsellik adı altında getirilmeye çalışılan tanımlamaların yetersiz ve yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ona göre din, aşkın bir varlığın ürünüdür ve bunu hâl olmaktan çıkartılarak gündelik hayatın fenomeni haline getirilmeye çalışılan bir din ile hemhal olan modern insanın anlaması zor bir durumdur.

Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği toplumuna yabancılaşmadan ele almış olsa da; bunları iyi su böreği yapan annesi ya da ona her daim dualar eden babasıyla konuşamayacak, üzerine birkaç kelam edemeyecekse neye yarardı bunca telaşe, kime faydası vardı bütün bu yapıp etmelerin? Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenârî’nin soğuk medrese duvarlarından bıkması gibi Subaşı da akademinin bu cansız ve ruhsuz yapısından, toplumla ilişkisizliğinden bunalmıştı. Değişik dil dünyaları arasında gezmeyi öğrenmiş, babası, annesi, akrabaları, hısım ve akranlarının kıyısında şehirle kontak kurmayı seçmiş; ama bir yanını da memleket hikâyelerine teslim etmişti.

Böylece evrenselci bilimin nesnel verilere ulaşmak için tarafsızlık iddiasında olan araştırmacılarıyla yüklü akademinin soğuk duvarlarını aşan Subaşı, bir iş, bir sorumluluk üzerine yola çıkarak kaleme almış “Gerisi Hikâye”yi. Bizim adımıza değil bizle birlikte konuşmuş, diğerleri gibi güzelim çayı porselen bardakta verip tadını da tadımızı da bozmamıştı. Bu yönüyle, akademik çalışmalarının dışında kalan diğer kitapları (“Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar”) ile aynı kaygının, telaşenin mahsulü olarak onlarla da bir bütünlük arz etmiş, eksik kalan parçayı tamamlamıştır. 4 Haziran 2014’ten 28 Eylül 2015’e değin aralıklarla yazdığı 52 hikâyeden oluşan “Gerisi Hikâye”de yaşadıklarını tüm içtenliği ile daha da yaşanabilir bir hayata duyduğu özlemle aktarmış; kendi tanıklıklarını dile getirdiği hikâyelerinde aktörlerle didişmeden, zaman ve coğrafya yerine hisse ve anlama yoğunlaşarak bir zihniyet analizinde bulunmuş Subaşı. “Gerisi Hikâye”, çoğunlukla geçmişten bahsediyor; içinde Subaşı’nın kendini vurduğu yolların geçtiği köylere, şehirlere ve dağlara gidiyor; annesinden ve babasından söz ediyor; ne yapıp edip lafı eşine, çocuklarına getiriyor; onları, birlikte tanıdığı dünyalarıyla, dostları ve ilgileriyle günümüze taşıyordu. Yeni kuşaklara, hâla birer imge ya da metafor olarak gelen pek çok şeyin kendi hayatında sahici birer “şey” olduğunu hatırlatmak istiyordu. Bunu o kadar açık bir şekilde yapıyordu ki, dikkatli bir takipçi, sürek avına çıkar gibi isterse onun hikâyelerinde aradığını bulabilir ve pusuya yatmış bir avcı gibi onu itiraflarında vurabilirdi. Olsun, utanılacak bir şey yoktu; çünkü yanlış yaşanmamıştı hayat. Belki de maharet, zor olsa da, perdeleri kaldırabilmekteydi.

Hikâyeleri etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor kitabında Subaşı; ama anlattığı yaşanmamış bir hikâyenin tasarısı olmaktan ziyade bizzat yaşadıkları, yaşadıklarımızdan başka da bir şey değildi. Nerede, her kimle olursa olsun edindiği insanlık hikâyelerini, kendi insanlık durumumuzu restore edebilsin diye çocukluğuyla, gençliğiyle, birliktelikleriyle, bugünüyle kaleminden damıtarak içtenlikle işlemiş kağıda.

Herkesin bir gündeminin, takip ettiği bir hikâyesinin, dikkat kesildiği bir ajandasının olduğunu söyleyen Subaşı, kendini içinde bulduğu dinin halk ve aydınlar katında nasıl şekil aldığını, işlendiğini ve dahil olduğu gerçekliğini akademik çalışmalarından bu yana hep gündeminin birinci maddesi olarak tutmuş ve “Gerisi Hikâye”de de güçlü bir edebiyat damarıyla farklı açılardan işlemiştir.

Necdet Subaşı’nın hikâyesini okuduktan sonra “Tacir ile İfrit Öyküsü” geldi aklıma. İfritle olan serüvenini anlatan tacire Şeyhin dediği gibi “Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!

Eğer, Subaşı’nın hikâyesi için tek bir yorum yeterli kabul edilseydi, Şeyhin tacire söylediklerinden daha ötesi olabilir miydi? Şayet, kaygı veren dünyamızda düşünebilen varsa!

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
* Bu yazı daha önce İhtimal Dergisi'nin 2. sayısında (Mart-Nisan 2016) yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder