SAYFALAR

30 Aralık 2015 Çarşamba

Bir ölünün ağzından, hayatımızdan bir an

Dünya hayatının türlü düzenler, oyunlar, aldatmalar, aldanmalar, kıskanmalar içinde geçtiğini, kısacık bir yolculuktan ibaret olduğunu bir büyüğümüzden dinlemeyeli, duymalı ne çok zaman oldu. Şimdinin büyükleri de dünyanın keşmekeşine, albenisine kendini kaptırmış; çocuklarını, torunlarını bu albeniye özendirmekte ve bu keşmekeşliğin içinden çekip almamakta. Mustafa Kutlu, sanki bunu hissetmiş de son kitabı Hesap Günü ile büyük bir eksikliği gidermiş. Hesap Günü, Kutlu’nun bir önceki hikâyeleri gibi sade, akıcı, yalın anlatımıyla okuru selamlıyor.

Hesap Günü, Bedir’in dünyasını anlatıyor. Bedir’in dünyasını anlatıyor gibi görünse de her birimizin hayatlarına ayna oluyor, hayatlarımızdan bir an sunuyor. Yeşilçam tadında bir anlatım olsa da kitapta geçenler çarpıcı ve gerçekçi. Kutlu’nun sinemaya ilgisinin olduğu açık. Bundan olmalı, hikâyeleri sinemaya/filme aktarılabilir cinsten. Kutlu’nun hikâyelerinde karakter zenginliği vardır. Her kesimden bir karaktere rastlamak mümkündür. Zengini, fakiri, bilgilisi, avamı, işinin ehli olanı, beceriksiz olanı, edepli olanı, edepsizliğin dibini bulanı… Hepsi Kutlu’nun öykülerinde dillendirilir. Böylece insan karakterleri konusunda bilgi edinir okur. Karakterlere dair özellikler keşfeder. Kutlu’nun öyküleri yazılmışlıktan çok anlatılmışlık duygusu uyandırır okurda. Öykü boyunca bir anlatıcıdan dinliyormuş hissine kapılırız. Kutlu, öykülerinde sade bir üsluptan yanadır. Söyleyeceklerini dolandırmadan söyler. Öykülerinde tema hikmet üzerine kuruludur. Yaşananların, başa gelenlerin bir hikmeti vardır. Bu hikmeti bulan karakterler huzura ermiş; hikmeti bulamayanlarsa bir türlü tatmine varamamış, pişmanlıklarla dolu bir hayat sürmüşlerdir. Hesap Günü’nün Bedir’i de böyle. Başına gelenlerden ders almaz, olanlarda bir hikmet göremez. Hayatını bir yapboz gibi yaşar. Ciddiye almadan, geldiği gibi… Bir ağacın yere düşen yapraklarını bir o yana bir bu yana savurur gibi… Kutlu’nun öykülerinde merkezde insan vardır. Her zaman insanı tutar ve savunur. İnsanın zaaflarıyla, üzüntüleriyle, başına gelenlerle, ayıplarıyla hiçbir zaman alay etmez, öyküsünün malzemesi yapmaz. İnsanın/insanlığın hâllerini, öyküsünün bir kullanım malzemesi olarak görmez. Bu hâllerden dersler çıkarıcı, bir nevi nasihatler verici bir anlatımı yeğler. İnsanın geçirdiği değişimi anlatır. Bu değişimle birlikte insanın psikolojisini inceler. Bedir’in öyküsünü anlattığı Hesap Günü’nde gençlerin psikolojik durumlarına genel bir bakış yapıyor.

“Ancak disipline gelemiyordu. Onda bir tatminsizlik vardı. Gençlerde genel bir durum. Hiçbir şey onları doyurmuyor. Ne istiyorlar acaba? Ne onlar biliyor, ne biz.”

Mustafa Kutlu, modern hayatın insanlar üzerindeki etkisini öykülerinde işler. Kapitalist düzen, sömürü aracı hâline getirilen alanlar, sömürüden nasibini alan dinî hayat, para hırsının insanın masumluğunu alıp zalimliğini ortaya çıkarması, zenginlik peşinde koşma ve zengin olma hayallerinin kurulması Kutlu’nun öykülerinde karşımıza çıkar. Bedir de öyledir. Çabalar, okur, diploma sahibi olur, yabancı dil öğrenir, yurt dışına gider. Bunların hiçbirisi para etmediği için ticarete atılır. Ortakları onu yarı yolda bırakır, herkes birbirinin kuyusunu kazar. Ticaret hayatına girildiğinde birlikte iş yapılacak olan kimselerin güvenilir olması gerektiğini Bedir’in ticaret hayatında yaşadıklarından anlarız. Hikâye boyunca Bedir’in pişmanlıklarını, özlemlerini, ilk aşkını, ihtiraslarını, tecrübelerini okuruz. Bedir’in yaşamı, dünya hayatının bir oyalanmadan ve oyundan ibaret olduğunu anlatır. Okurda bu konuya dair dikkat uyandırılır.

“İnsan dünyaya kendini kaptırınca zamanın nasıl geçtiğini bilemez. Bir akıntıya düşüp tüm ömrünü koşturarak geçiren çoktur. Belki insanlığın tamamı. Onları uyarıcı peygamberler bile yolunda döndüremez. Velhasıl dünya hayatı “İş” dediğimiz oyun ve eğlenceden ibarettir.”

Bedir’in dünya ve ukba arasında gelip gitmesi en sonunda Alzheimer hastası olmasıyla sonuçlanır. Hırslar, hevesler uğruna bir ömür heba edilir. Bedir’in sürdüğü hayat da heba edilmiş, hesap yokmuşçasına yaşanmış bir ömürdür. Öykü boyunca Bedir, musalla taşından tüm olup bitenleri yorumlamakta ve musallada konuşmaktadır. Yaşanılanlar bir ölünün ağzından anlatılır. Dünyada yapılan hesapların değil, ahretteki hesabın önemi vurgulanır. Nasıl yaşanılırsa öyle ölünür misali yaşamın güzelce yaşanılmasının altı çizilir. Mustafa Kutlu, herkesin kolayca okuyabileceği, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği eserler ortaya koydu. Hesap Günü de bu eserler kervanına yeni katıldı, okurlarını bekliyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

Bildiğin Hayat’ın püf noktaları

Kahveler, meczuplar, aşk hali ve kaybolmalar üzerine yazılmış öyküler. Meczup Dursun gider, geriye aşk kalır köyde. Bir ses olur. Ercan Köksal’ın dördüncü öykü kitabı Bildiğin Hayat hayata dair keskin ipuçları veriyor.

Çocuğunu karton bir kutuda morgtan teslim alan bir babanın duyguları nasıldır, ne yaşar derseniz Boş Kutu’yu okuyun mutlaka. Anne ve diğer aile büyüklerinin duygu durumu ikinci plandadır bu öyküde. Babanın da duyguları vardır elbette. Yazarın bu öykülerinde köy kahvelerinin vatan kurtaran o sıcak atmosferine dalmanız mümkün. Gönül Muhasebesi An… ya da İçimdeki Çocuk gibi bir iç hesaplaşmanın olduğu öykülerde çocukluğu çağrıştıran bir objeyle, bir balonla açılan kapıdan, vicdan muhasebesiyle çıkan kişinin durumu özenle işleniyor. Çocuk ve Dondurma öyküsünde de perçinleniyor adeta. Kendisinden yardım isteyen parasız çocuğa dondurma almıyor. Bir başkası aldığında da bu iyiliği niye kendisinin yapmadığını sorguluyor öyküde kahraman. O hayırsever insanı kıskanıyor iyice. Kadıköy Vapuru ayrılanların öyküsü. Martıların ağladığı anlar, geri dönmeyen sevgilinin arasından kalbe dolan pişmanlık hissi, okura yansıyor. Biri vapurla diğeri otobüsle uzaklaşıyor durmadan.

Bildiğimiz hayattan kopmuş, başka bir hayata öykünen kişinin temennilerine kulak vermeli okur. Yirmi Dört Numaralı Koltuk hayata dair imlemelerin devamını getiriyor. Yıllar sonra yaşadığı kasabaya dönen ve eski-yeni insanlara bakarak sevdiğinin izlerini süren, derin düşüncelere dalan bir öğretmenin öyküsü.

Yeni yetme torununun isteklerini can havliyle yerine getirmeye çalışan bir ihtiyarın dükkanda satıcıyı ikna turları konu edilmiş, Merhamet Dilenen İhtiyar adlı öyküde. Okumamış, savrulmaya hazır bir yaprak gibi torun ve de ona beğendiği tişörtü almak için neredeyse yalvaran bir yaşlı insan. Anlatıcının ağzından öykü ilerliyor. Öte yandan Sessiz Ölüm’de ötelere dair bir düşüncesi, maneviyata yapılmış birikimi olmayan bir kişinin son demlerini çırpınarak yapayalnız yaşaması konu edilmiş. Terminal simsarlar, kirli hesaplaşmalar, adresini şaşırmış cinayetlere değinen bir öykü. Vasiyet, onuncu sınıfta bildik hayatı değil de ölümü seçen, ülkücü Elif’in yaşadığı kimlik bunalımını intiharla sonuçlandırması ve annesine bıraktığı etkileyici not: Tabutunun üzerinde Kuran ve Türk bayrağı konulmasını istemesi. İhtiyar Adam Ve Kadın törensiz gömülen kadının dinini sorgulayan köy halkı, Alman eşinin dinini bilmeyen eş, kendisini de dine yakın bulmayan bir adam. Gözyaşı, pişmanlık ve dinsel törenlere dair kafası karışan yaşlı bir insan. İyiliğin Zamanı gurbette çalışan eş, çaresizlik, iyilik değmeden vakitsiz ölen anne, iki küçük çocuğun geride kalışı, parasızlık. İyiliği zamanında yapamayan hayır sahibinin kendiyle muhasebesi. Hepsi Bildiğin Hayat kabaca ve hoyratça yaşandığında insanoğlunun başına gelebilecek işler. Yeterince duyarlı ve iyi kalabilen insanlara işaret ediyor. Hayata dair püf noktalarını tarif eden kitabı, Okur Kitaplığı etiketiyle edinebilirsiniz.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

14 Aralık 2015 Pazartesi

Cennetten cehenneme: İstanbul ve mimarîmiz

"Bu evleri atla bu evleri de bunları da 
Göğe bakalım."
- Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı

"Ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
Hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı
Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin."

- İsmet Özel, Üç Firenk Havası


"Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır."

- 35/Fâtır-41

Şarkılar Seni Söyler adlı programda (sonradan kitap olmuştur) Ö. Tuğrul İnançer hoca Âşık Veysel'in Kara Toprak şiirini işaret etti. Bu şiirdeki "Karnın yardım kazmayınan belinen / yüzün yırttım tırnağınan elinen / yine beni karşıladı gülünen / benim sâdık yârim kara topraktır" dizelerinin insanın toprağa olan muhtaçlığını açıklayan ve toprak bilincini kavramasını sağlayabilecek en iyi şiirlerden biri olduğunu söyledi. Bu ikâzdan sonra fakir de kitaplığındaki Turgut Cansever külliyatına döndü ve cehennemî İstanbul ekolojisinde belki akıl sağlığına bir ferahlık, bir çâre olma ümidiyle ol kitabı çekip çıkardı: Kubbeyi Yere Koymamak.

Turgut Cansever; 12 Eylül 1921 Antalya doğumlu. Babası Doktor Hasan Ferit Bey, Kasımpaşa Turabi Tekkesi'nin şeyhi. Dedesi Şeyh Ali Efendi ise Bab-ı Ali'nin üst düzey bürokratlarından biri. Cansever cumhuriyet döneminin belki de tek muhalif mimarlarından biri. Öyle ki Adnan Menderes'in karşısına dikilip Vatan Caddesi ve çevresinde yapılacak tarihi eser yıkımını önlemek için her şeyi yapmış ve fakat Menderes'in "3-5 metre için ne olacak canım!" tepkisinden sonra umudunu çokça kaybetmiş bilge bir mimar. Neden bilge mimar? Çünkü onun mimarî anlayışında Konfüçyüs de var, İbn Arabî de. Itrî de var Bach da. Medine de var Bursa da. Mimar Sinan da var Le Corbusier de. Çünkü onun için "İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansıması"olan en büyük fizikî üründür yapı. Bu yapının da muhakkak insan hayatıyla beraber dünyayı güzelleştirecek bir sorumluluğu olmalıdır. Cansever hakkında şunları da söyleyebiliriz: Türkiye'deki ilk sanat tarihi doktora tezinin sahibidir, Türkiye’nin ilk büyük özel mimarlık bürosuyla beraber Mimarlar Odası'nın da kurucuları arasındadır, Beyazıt Meydanı’nın otomobil trafiğine kapatan proje ona aittir. Sadece Türkiye'de değil tüm dünya mimarî çevrelerinde özgünlüğü ve hayata kattığı değerin yanında içinde yaşayanı da hayattan koparmayan Ertegün Evi, Demir Tatil Köyü ve Türk Tarih Kurumu Binası Cansever'e aittir. 22 Şubat 2009'da İstanbul'da vefat eden Turgut Cansever'in cenazesi son derece ilginçti zira projelerini onaylamayanlar da oradaydı, kendisini haklı bulduğu hâlde olan biten çarpıklaşmaya ses etmeyenler de. Bu sebeple kendisi hakkında en güzel yorumu kızı Emine Öğün yapmıştır: "Babam "Yeniden nasıl güzel bir dünya kurarız?"ı sorguladı. 'Onun metodu ne olmalı, tasarım açısından, yaşamamız açısından. Bunları düşündü söyledi, ama hiç kimse dinlemedi. Bu kadar önemsiyorsunuz, ömrü boyunca sadece 14 iş yapabildi. Piyasadaki mimar arkadaşlarımızla kıyaslarsanız bu sayının ne kadar komik olduğunu görmek mümkün. İnşallah bu trajik tarafı söyledikleriyle bütünleşir de vefatı vesilesiyle yeni bir sorgulamayı başlatabiliriz."

Maalesef değişen hiçbir şey yok. Bu ne kadar korku vericiyse, merhum bilge mimarın 20-30 yıl önce söylediklerini şimdilerde yaşıyor oluşumuz da o derece korkunç. Mesela Vizyon dergisine 1993'de verdiği röportajda şunları söylemiş: "Doğrusu, insanları yüceltecek faaliyetler düzenini düşünmeye ihtiyaç var. Farklı kültür düzeyindeki insanları, tümüne hitap edebilen ve baktıkça görüşleri derinleştiren bir eser, gerçek sanat eseridir bence. Çevreyi böyle bir mimarî ile inşa ettiğimiz, müzik, şiir yahut öteki artizanal ürünler bu derinliğe sahip oldukları zaman -sinema, tiyatro ve roman dahil- ve insanları bilinçsiz yakalayıp onları telkinle bir yerlere yöneltmediğimiz zaman, eserle ilişkisinde insan gittikçe derinleşme imkânı bulur. Fark ediyor musunuz, Amerikan kültürünün bütününde nasıl bir Hıristiyan kilisesi kontrolü bulunduğunu? Bütün o değer sistemlerini Türkiye'ye naklediyoruz."

Bugün İstanbul'da yükselen binalara bakıldığında bunun İslam kültürüyle hiçbir alakası olmadığını söyleyememek için çocuk olmak lâzım. Kendini bu bilincin içinde bulan çocuklar bile artık gökdelenlerden nefret ediyor, onları büyülü ve "güzel" bulamıyor. Bizim dinimizde iddialı, kafa tutan, güç gösterisi sunan hiçbir şey güzel değildir. "Allah güzeldir ve güzeli sever" hikmetini kendine kılavuz olarak seçmiş Turgut Cansever 1994'de ise Altınoluk dergisine "İstanbul doğru şekilde teşkilatlandırılmazsa Türkiye hakkında kararlar başka yerde alınacaktır" diyerek son derece ciddi ve siyasi bir meseleye de el atıyor. Bu söz bize İsmet Özel'in "Boğaz köprüleri küfür düzenini azgınlaştırdı" sözünü hatırlatıyor ki katılmamak mümkün değildir. Ama gelin görün ki siyasi rantın ve sevdanın peşine düşen her türlü zevat için bu tip sözler birer paranoyadır. Burada devreye yine bir İsmet Özel sözü giriyor: Bu çağda paranoyak olmayan şerefsizdir... Biz dönelim Cansever'in sözlerinin devamına: "Eğer önümüzdeki otuz sene zarfında yeni ilaveler yaparak şehirleri yaygınlaştırmak ve yoğunluğu artırmak suretiyle yoğunluğu artan yörelerin sahiplerine menfaat sağlama şeklinde devam edersek bu ülkede insanca yaşamaya hiç imkan kalmayacaktır. Bu yanlış yol devam ettiği sürece Türk ekonomisi çökecektir. Hiç bir yaklaşım bu israfın önüne geçemez. Frankfurt şehri 20 trilyon Türk lirasıyla 20 milyonluk metropolün ulaşım masrafını çözerken biz 10 milyon İstanbulluyu gerçek maliyeti en az 200 trilyon olan harcamaya mahkum ediyorsak, o insanların kendilerini yetiştirmeleri, hayatlarını daha güzel yapmaları, çocuklarına daha fazla ihtimam etmeleri imkanını ellerinden alıyoruz demektir. Bu israfa son vererek bu israfın gerektirdiği kaynaklardan kat kat az kaynaklarla fakat cennet güzelliğinde geniş yerler inşa ederek yıldız kümesi biçimindeki şehirleri gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu en kısa zamanda adeta savaş verircesine Türk toplumuna anlatmak mecburiyetindeyiz ki, bu ülke otuz sene sonra içinde yaşanmayacak bir cehennem haline gelmesin."

21 sene geçmiş bu sözlerden sonra, yine soruyoruz: Ne değişti? Değişen, felaketin artan boyutları oldu. Şehir diye bir şey kalmadı. Metrobüs, metro gibi ulaşım araçlarının yapılmasından memnuniyet duyuyoruz. Oysa bunların bize sunduğu faydanın değeri bir ise, zararı ondur. Yine 1997'de şöyle demiş Cansever: "Bugün batıdan taşınanlara ilaveten, Üsküdar-Yenikapı arasına yapılacak bir tüp tünel ile şehrin doğu yakasından gelecek nüfusun, Taksim-Yenikapı metrosu ile de kuzey ve doğu nüfusunun İstanbul yarımadasına taşınması halinde Süleymaniye, Ayasofya ve Fatih camilerinin yanında gökdelenlerin inşasını hiç kimsenin engelleyemeyeceği aşikardır."

Çok değil yüz sene önce, mimarın biri çıkıp da minarenin yakınlarına ondan daha uzun bir yapı dikse hiç şüphe yok ki mimarlığı elinden alınır, sürülürdü. Tarihe dönelim; 1730'larda III. Ahmed Çeşmesi yapılınca halk sarayı üç gün kuşatıp "bu ne zevksizlik" diye bağırmış, yapıyı aşırı ve rencide edici bulmuş. Çünkü bir ahenk var, denge var, estetik var. Halk bunu benimsemiş, sevmiş ve hatta uygulamış. Bir usta-çırak ilişkisi var, bu artık gelenek olmuş... 1750'lerde biten Nuruosmaniye Camii'ni de halk sevmemiş. Kurşun yerine ilk kez taş alemler kullanılınca çok gösterişli bulunmuş, israf denmiş. Bu caminin Ermeni asıllı Simeon Kalfa yapmıştır ve birçok yerinde kilise motifleri görmenin de mümkün olduğunu belirtmek gerekiyor ki Emin Işık hoca gibi yaşayan efsanelerimiz bu gibi ince ayrıntıların gayet farkındadır. Artık hakiki Türk evi arayanın -kaldıysa- Bursa'ya bakmaktan başka çaresi kalmadı. Avrupa belediyeleri bile hâlâ adam yollayıp, keşfedip, kendi ülkelerinde o evleri uygulamak için projeler üretiyor. Şimdilerde ise "Hizmet" ve "ihtiyaç" adı altında velîler şehri Bursa katlediliyor. Bunu yapan "mimarlar"ın da onay verenlerin de itikatlarını sorgulamaları gerekiyor. Cansever bu tip mimarlar için yine yıllar evvel "proje mimarı", "rant mimarı", "nakit mimarı" gibi son derece haklı sıfatlar kullanmıştır.

7. baskısını Aralık 2014'te yapan ve dört bölümden oluşan kitap, merhum Cansever'in söyleşilerinden, konferans konuşmalarından ve röportajlarından oluşuyor. Mimarîde aşkın çözümleme, Osmanlı çözümlemesinden postmodernizme, ev'den konuta, habitat ve şehir, kitaptaki bölümlerin isimleri. Yukarıda fakirin misallerini verdiği gibi özellikle 90'lı yıllarda başta İstanbul'da olmak üzere tüm Türkiye'deki dönüşümü ve bunun ne tür felaketlere sebebiyet verdiğini bu kitabın sayfalarında izlemek, öğrenmek mümkün.

1990'lı yıllarda Marmara'nın tek katlı evlerle (gecekondu) kaplanması gündemdeydi. 1996'da kendisiyle bir söyleşi yapılan Turgut Cansever, bu konuyu açıklığa kavuştururken, tespitlerindeki doğruluğu ta o yıllardan yapabilmesiyle bilgeliğini de yeniden ispatlamış oluyor: "1930'larda göç başladığı zaman bunun ülkeyi felakete götüreceğini o yıllarda Türkiye'de bulunan Alman hoca Kessler fark etmişti. Kessler, bulduğu her kürsüye çıkarak "Bu şehre her gün insanlar gelerek barınmak için gecekondular inşa ederken, Taksim'de merdiven basamakları yapanları vatana ihanetle itham ediyorum" diyordu. Bu umursamazlığı devam ettirenler vatana ihanetle itham edilecek kişilerdir. Bu umursamazlık bugüne kadar devam ettiği için İstanbul'un nüfusu 18 milyon olacak ve o zaman içerisinde nefes alacak yer kalmayacak. İstanbul korkunç bir haydutluk, eşkıyalık şehri olacak. Bugün mevcut asayişin binde biri bile var olmayacak. Bu yalnız İstanbul için geçerli bir şey değil. Bütün Anadolu şehirlerinin aynı felaketle karşı karşıya olduğunu görüyoruz."

Hani Sadettin Ökten, "İnsanın gökyüzüne bakacak vakti olmalı. Edemedim, yetiştiremedim, yapamadım bu hiç bitmez. Hiçbir devirde de bitmemiştir. İnsan dağlara bakmalı, hilkate bakmalı, kendisiyle yalnız kalmalı. Yokluk öyle başlıyor. Varlık zor, varlık çok ağır." diyor ya hem kitaplarında hem söyleşilerinde, işte yıllar evvel İstanbul'u güzelleştirmek için yolları kesiştiği merhum bilge mimar Turgut Cansever de "İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir." diyor 2006 yılındaki bir röportajında. Çünkü: "Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Aralık 2015 Cuma

Muhammed İkbâl'in eğitime dair görüşleri

Bir çocuk okula başladığında artık sosyal ve doğal çevresi değişmiş, yeni bir ortama girmiş olur. Bu yeni ortam, çocuğun zihinsel gelişimini, algılama aşamalarını etkiler ve değiştirir. Henüz hiçbir şey bilmeyen bir çocuğu bilgi ile beslemek sanıldığı kadar kolay değildir. En ufak bir hata, telafisi zor sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple nasıl bir eğitim-öğretim olmalı konusu ciddî bir şekilde gündemimizde olmalıdır. İnsan eğitimle güzelleşir, serpilir, gelişir. Ahlak, ancak kaliteli ve düzeyli bir eğitim ile olgunlaşır. Muhammed İkbal, kaliteli ve düzeyli eğitimin yine kaliteli ve düzeyli öğretmenlerce kurulacağını söyler. Çünkü her türlü ahlâkî, sosyal ve dinî eğitim kilidi öğretmenin elindedir, ülkenin her türlü gelişmesinin kaynağı öğretmenin kendisini geliştirmesine bağlıdır.

Muhammed İkbal’e göre insanlığın tam manasıyla kavranması, insanın sorumluluklarının bilincine tam olarak varması, bencillik ve egoizmden uzaklaşması, kâmil bir insan olmaya çabalaması ancak ahlâkî eğitim ve öğretimle mümkündür. Bu anlamda çocukların eğitimine gereken titizliği göstermeyen her sistem zalimdir ve canidir. Çocukların eğitim ve öğretiminde önlemler alınmazsa o toplum kendi kıyımını elleriyle gerçekleştirmiş ve toplum hukukuna zalimce bir saldırıda bulunmuş olur. Muhammed İkbal, çocukluk dönemlerinin iyi gözlenilmesi gerektiğini vurgular. Gerçek bilimsel metodlarla ciddi ve kaliteli bir eğitim programlaması yapabilmek için çocukta hangi güçler daha önce ortaya çıkıyor, bunun araştırılması gerekir. Dolayısıyla İkbal, hayalî bir eğitim sistemi değil, uygulanabilir bir eğitim sistemi üzerinde durur. Ona göre, sıradan bir zekâya sahip biri bile bu “uygulanabilir sistem”den faydalanabilir. Çocukluk dönemine özgü davranışlar, eğitim binasının temelidir. “Mimar ilk tuğlayı eğri koyduğunda / Onun duvarı Süreyya’ya kadar eğri gider.

Çocuklar, belirli bir şeye uzun bir süre odaklanamazlar. Dikkatleri çabuk dağılır. Hem bedensel güçleri hem de akıl güçleri aynı noktada uzun süre kalmaya elverişli değildir. Eğitim metodunda bunun göz önünde bulundurulması gerekir. İkbal, derslerin uzun tutulmaması ve daha küçük parçalara ayrılarak işlenmesini öngörür. Görme, dokunma, inceleme çocukların dersleri kavramaları açısından çok önemlidir. Hayatta tecrübe kazanmak gibi çocuk da derste görerek, dokunarak, duyarak, inceleyerek nesnelere karşı tecrübe kazanır. İkbal’e göre her bir duyuya yönelik uygulamalar yapılırsa çocukta nesnenin şekli hakkında tam bir bilgi oluşur. Ayrıca çocuğun dikkati, nesnelerin rengine de çok duyarlıdır. Cansız renkler çocukların ilgisini çekmezken canlı renkler çocukta merak ve ilgi uyandırır. “Bundan dolayı çocuğun ilk derslerinin renkli nesnelerle ilgili olması gerektiği kuralı oluşturulmuştur.

Çocuklar taklit ederek öğrenmeye çalışır. Anne, baba, kardeş ve etrafındaki en yakın kişi çocuğun taklit ettiği ve zamanla onlara benzemeye başladığı kimselerdir. İkbal, çocuğun taklit yönünü göz önünde bulundurarak öğretmenin çocuğun önünde örnek bir kişilik sergilemesi gerektiğini vurgular. Toplumda mümessil olacak kimselerin artması isteniliyorsa önce öğretmenler kendilerini yetiştirmeli, daha sonra eğitimiyle ilgilendikleri çocuklardan iyi birer insan olma liyakatini beklemeliler. Çocukların hayal gücü, inanılmaz boyutlardadır. İkbal, hayal gücünün geliştirilmesini, derslerde hayal gücünü harekete geçirici çalışmalar yapılmasını söylerken çocuklardaki hayal gücüne uygun sınırlar getirilmesini de söyler. Çünkü hayal gücü başıboş bir şekilde ileri bir düzeye çıkarsa çocuğun akıl sağlığı zarar görebilir.

Çocuğun aldığı her ders, onun ilerleme grafiğini gösterir. Her ders, çocuk için anbean gelişme ve ilerleme safhasıdır. Dersler, çocuğa olumsuz bir zaman dilimi olarak yansıtılmamalı, çocuk öğretmeninin kendisi için bir kılavuz olduğunu hissetmeli, duyumsamalı. Derslerde hem bedensel hem de ruhsal gelişimi destekleyecek bilgiler verilmeli. İkbal, iyi bir eğitim sisteminin bedensel ve ruhsal güçleri eşit bir şekilde besleyebilen bir sistem olduğunu söyler. Çünkü “kâmil eğitim sisteminin amacı, pek çok bilimsel veriyi beyine depolamak değil, manevî bütünde saklı tüm güçleri ortaya çıkarmaktır.” İkbal, sağlıklı bireylerin yetişmesinin özverili öğretmenlere bağlı olduğunu savunur. Öğretmen bilinçsizse o eğitimden çıkan çocuklardan bir şeyler beklemek o çocuklara haksızlık olur: “Eğitimciler, mesleklerinin kutsallığı ve önemi doğrultusunda eğitim tarzlarını üst düzey bilimsel metodlara dayandırmalıdır. Bu metodlar sayesinde, ısısında ulusları en üst noktaya ulaştırabilecek o siyasî ve toplumsal yeşermenin saklı olduğu gerçek bilim aşkının doğacağı kesindir.

Hece Yayınları'ndan çıkan Makaleler kitabı, Muhammed İkbal’in tam otuz makalesini okurlara aktarıyor. Seyyid Abdulvahid Mu’inî tarafından derlenen makalelerin çevirisi Celal Soydan tarafından yapılmış. “Çocuk Eğitimi” makalesi ise, Makaleler kitabının girişinde yer alıyor. İkbal’in çocuk eğitimine verdiği önemin göstergesidir bu. Söz konusu makalede on bir maddeyi takip ettiğimizde Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbegoviç gibi isimlerin çocuk eğitimine bakışlarına benzer yaklaşımlara rastlıyoruz. Muhammed İkbal’in “Çocuk Eğitimi” başlıklı kısa makalesi, on bir maddede bir eğitim tasarısı sunuyor. Her bir maddenin hakkını vermek, her bir maddeyi uygulamaya koymak aslında çok kolay.

Ne ki günümüzün eğitimcileri prosedür işlerinden başlarını kaldırıp asıl meseleye bir türlü odaklanamıyor. Milli Eğitim, personel ve bina masraflarından asıl işi olan eğitim programıyla meşgul olamıyor. Öğrencileri ve öğretmenleri pasif olan bir eğitim sisteminden âtıl bireyler çıkar. Arzu edilen atılgan bireylerdir oysa. Çocuklarını ihmal eden bir ailenin parçalanması gibi toplum çocuklarını ihmal eder, onların eğitimine gereken özeni göstermezse parçalanır, kalkınamaz, üretemez, daima dışarıya bağımlı hâle gelir. İkbal, tasarladığı eğitim sisteminde buna dikkat çeker ve şöyle der: “Gerçeği söylemek gerekirse ulusun yücelmesinin kökleri çocuk eğitiminde yatar.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

1 Aralık 2015 Salı

Renksizlik meselesinin köklerine inmek

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Doğan Kitap tarafından 10. baskısını yapan festival tadında bir roman. Japon sürrealist romancılığının ustası olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin 316 sayfalık hikâyesini yazarın kendi tarihindeki en gerçekçi anlatı olarak kabul edebiliriz. Ana karakter Tsukuru’nun karanlık dönemiyle başlıyor roman. Ölmek isteyen bu ilginç adamın masumiyeti, çocukluğu, aidiyet duygusu ve itilmişliğinin kıyılarına çekiliyor okur. Murakami ilk bölümden bireyci bir anlatımla yol alacağının sinyallerini veriyor bu sayede. Bir başlangıca yakışan ne varsa ona sahip kitabın birinci bölümü. Hafif, lezzetli ve sonrası için merak uyandıran cinsten hoş bir atıştırmalık. Toplam 19 bölümden oluşan Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kendi içerisinde tasarlanmış bir plana sadık kalınarak yazılmamış olduğu izlenimini veriyor. Zira hikâye sık sık kesintiye uğratılıp geçmiş, gelecek ve bugün arasında yer değiştiriyor. Böylece bölümler açıldıkça konu da açılıyor. Yazar örgüyü allak bullak edip okuru sıkmadan tatmin edici düzeyde bir merak duygusuyla ipi sonuca doğru çekiyor. Murakami ortak felaket ve hüzünlerin komünü olarak anılan Japon ırkı önyargısını kırmak istiyor olmalı ki tüm metin Tsukuru’nun kişisel mücadelesi üzerinden bu önyargıya ateş püskürtüyor.

"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."

Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.

Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:

"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."

Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.

Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.

Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.

"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_