SAYFALAR

14 Ağustos 2015 Cuma

“Bir kapıda, her kapıda; her kapıda, hiç kapıda."

"Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden a’lâ imiş."
- Selimî (Yavuz Sultan Selim)

Dergâhların kapatılması bir hataydı, şimdi açılmaları ise başka bir sorun.” diyor Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç bir röportajında. Sadece bu cümle bile ardında tarihî, sosyolojik ve psikolojik birçok fikri beraberinde getiriyor. Bu söylemi bireyler üzerinden okuyarak başlayabiliriz tefekküre. Meşâyihin yaşantılarının safsata diye düşünüldüğü bir postmodern çağ, tarihsel süreçte güvenirliğini birçoğumuz için yitirmiş olan bir tarikatlar anlayışı, anlatılan naifliklerin, gösterilen kerametlerin bir hikâyeymişçesine dinlendiği bir dönem, seküler eğitim sisteminin damgasını vurduğu ve tasavvufun meditasyonvari bir moda akımıymışçasına gündeme geldiği günümüzde tekke, dergâh zihniyetine yabancılaşmış bir nesil, yani biz.

Tasavvuf ilminin metodolojisiyle ilgili çokça kitap okudum lâkin tekkelerin içinden bir seyr-i sülûk yolcusunun kaleme aldığı bir kitabı okuyuşum ilktir. Bu anlamda Huzur Defteri benim için teorinin pratiğe dönüştüğü bir başlangıç noktası oldu diyebilirim. Okurken çoğu zaman ürperdim, bazı zamanlar da nefsimle sorguladım da durdum. Acabaların peşimizi bırakmayışı da bir modern birey sorunu olsa gerek. Aklımızı dinlemekten kalbimizi hissetmeyi unutmuşuz, ne acı.

Bir hâller kitabı Huzur Defteri… Öyle hâller ki aynı adındaki gibi sizi bir huzur deryâsının içine alıp götürüyor. Tasavvuf kültürüne aşina olsun ya da olmasın, anlatılan her bir şahsiyet ve vuku bulmuş olayın, okuyanların ilgisini çekeceği kuşkusuz. Üstelik kitaba sadece bir tekke kültürü anlatısı olarak bakmak, kitabın hakkını vermemek olacaktır. Zira sayfalar boyunca Osmanlı’nın son dönem zâtlarının birçoğuna değinilirken, yıkılış ve dağılma döneminin ardından yeni Cumhuriyet’in izleriyle de karşılaşıyoruz. Bu geçiş sürecinde tekkelere olan yaklaşımın nasıl değiştiğine, bunları bire bir deneyimleyen zatlar aracılığı ile şahit oluyoruz. Kitabın Mahmud Bayram Hoca bahsinde bu duruma dair şöyle bir ibare yer alıyor: “Gönenli Mehmed Efendi Hazretleri ise şunları söylemişti: İstanbul’dayken öyle zor şartlar altında ders yapardık ki… Talebelerin Kur’ân-ı Kerîm okuması için köhne, yıkılmış cami avlularında veya yıkık kiliselerde saklanarak ders okuturduk.”. Yine aynı dönem ile ilgili Mehmet Âkif Ersoy’un da aşağıdaki dizeleriyle karşılaşıyoruz ilerleyen sayfalarda:

"Virânelerin yascısı başkuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini görseydim onun, bülbül olurdum
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu!"

Kitapta bu minvalde birçok deneyim paylaşılıyor, zaten kendi tarih kaynak kitaplarımızın birçoğu da bahsedilen süreçte tekkelerin ve başlarındaki şeyhlerin, yoldaki dervişlerin neler yaşadıklarından bahsediyor.

Huzur Defteri’nde beni en çok etkileyen bölüm Cerrâhî Tekkesi’nin kurucusu olan Hz. Pîr Muhammed Nûreddîn Cerrâhî’nin, Efendimiz (s.a.v) ile olan benzerlikleriydi. Kitapta bu benzerlik şu şekilde ifade buluyor: “İki Cihan Serveri Efendimiz (sas)’in ism-i şerîfleri Muhammed, muhterem pederi Hz. Abdullah, muhterem anneleri, Annemiz Hz. Âmine, zevc-i pâki yani hanımı Hz. Hatice, velâdet-i seniyeleri (kutlu doğumları) 12 Rebiü’l-evvel Pazartesidir. Hz. Pîr’in ismi Muhammed, peder-i âlisinin ismi Abdullah, valide-i muhteremesinin ismi Emine, muhterem refikası yani hanımının ismi ise Hatice’dir ve Cenâb-ı Pîr, 12 Rebiü’l-evvel Pazartesi günü dünyayı şereflendirmişlerdir. Birçok Allah velisinin hayatına bakılır ise bu denli bir benzerliğin sadece Cenâb-ı Pîr’de bulunması pek tesadüfle izah edilemez.”. Çıtlak’ın da dediği gibi bu benzerlik bir tesadüf değil, olsa olsa bir kerâmettir.

Hz. Pîr ile başlayan yolculuğun ardından asitanenin diğer şeyhlerinin (Fahreddin Efendi, Muzaffer Efendi, Safer Efendi) hayatlarına dair de bilgi sahibi oluyoruz kitapta. Üstelik sadece kronolojik bir asitane tarihi okuması yapmanın ötesinde, dönemin Neyzen Tevfik, Hüseyin Sîret, Celâleddin Ökten gibi diğer önemli şahsiyetleri, çeşitli tarîklerin usûl ve âdâbları gibi konulara da rastlıyoruz. Heyecanının kaçmaması adına, iki sayfada bir altını çizdiğim birçok satıra burada yer vermek gönlümden geçmiyor.

Seyr-i sülük yolu, tasavvuf kültürü daha çok içe dönüktür, benzer bir kültür dokusundan geçmemiş kişilerin yanında çokça dillendirilmez. Dolayısıyla sadece “yaşayan bilir.”. Bu kitap bizlere yaşayanları anlatıyor ve Cerrâhi Asitanesi aracılığı ile dönemin diğer tarikatlarının da kapılarını aralıyor. Huzur Defteri, Fatih Karagümrük’te yer alan Cerrâhi Asitanesi şehylerinden Safer Efendi’nin isteği ve izni üzerine, Fatih Çıtlak tarafından kaleme alınıyor. Anlatıcı Safer Efendi, notları tutan ve bizlerle tanışmasını sağlayan Çıtlak.

Tarihe, kültüre, tasavvufa meraklıyım diyorsanız kütüphanenizin bir köşesinde mutlaka olması gereken bir kaynak Huzur Defteri. Ben asitane hakkındaki diğer kitaplarla okuma listeme devam ediyorum, eminim bu eseri okuyan herkes de hangi benzer kitabı okusam diye kendine soracaktır.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder