SAYFALAR

13 Ekim 2014 Pazartesi

Dünya, sırtımızda kambur

Henüz ilk sayfasından itibaren öfke, huzursuzluk ve hayatta insanın başına gelebilecek her türlü sıkıntıyı göğsünde yumuşatıp topuklarına kadar sinirle doldurmuş bir karakterle karşılaşıyoruz bu kitapta. Şule Gürbüz’ün 1992’de yayımlanan ilk romanı “Kambur”un tadı oldukça koyu bir aromaya sahip. Bu kapkara, kopkoyu, kaskatı yaşamın her türlü kasvetine bir renk katmadan, dolayısıyla katkısız bir metin sunuyor okuyucusuna yazar. Kimileri için uzun öykü, kimileri için kısa roman, kimileri için de “juvenilia” denebilecek bir metin yaşıyor Kambur’da. Murat Belge bu durumu değerlendirirken “Genç bir yazarın ilk eseri denecek, “juvenilia” kategorisine sokulacak hiçbir yanı yoktu Kambur’un. Olgun bir yazarın elinden çıkmış, acemiliği, sakatlığı olmayan, olgun bir metindi.” şeklinde yorumlamış.

Yaşama karşı duruşunu nefretten yana seçmiş bir karakter hayal etmek gerekiyor kitabı okurken. Gerçi hayal etmeye gerek bile kalmadan, ilk cümlelerden itibaren bu karakter doğuyor okuyucunun gözbebeklerinde. Sanki hayatın tüm kötü yüklerini sırtına yüklemiş ve bu yüzden kambur olmuş bir karakter. Ama gözü ve gönlü hiç kapanmamış. Çünkü dile getirmek istediklerini, dertlerini öyle güzel kusuyor ki, bu istifra dilekçesinin altına okuyucu da nihayet imza atmak istiyor.

“Kolumdaki bu saat var ya, ondan ölesiye nefret ederim. Hiç geri kalmaz çünkü. Beni bu hale getiren odur. Biraz geri kalsaydı, bazı belaları, geciktiğim için savuşturabilirdim. Oysa nereye gideceksem tam zamanında orada bulunduğum için, bela da beni bekler bulurdu. (Savuşturabildiklerim bile tekrar bileniyor.)”

Bir yazarın ilk kitabı, sıktığı ilk kurşunudur. Belki de doğrulttuğu ilk silahı. Dolayısıyla üslubu ve konuyu okuyucu derhal hafızasına alıyor. Bundan sonraki kitaplarda da aynı saldırıya maruz kalacağını düşünür. Kambur, yazarın diğer kitaplarından ayrı bir yerde konumlansa da, aslında yazarın ince ruhunun hayata karşı duruşundan da cümleler yansıtıyor. Bilhassa bazı cümleler, sanki sorunlu bir şiirin sorunsuz bir dizesi gibi muhteşem etkiler uyandırıyor insan beyninde.

“Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?”

Kinayenin hem güldürenini hem de üzenini bulmak gittikçe zorlaşıyor yaşadığımız modern çağda. Şule Gürbüz bu konuya da başparmağını basıyor ve ders veriyor:

“İki, üç, belki dört çocuğun var. Daha yere çöp atanlara niye kızıyorsun?”

Romanı okurken Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ndeki öfkeli karakter Zebercet’i de Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ındaki Bay X’ini de hatırlamak mümkün. Çaresizlikle karışmış öfke dolu bir karakte bu. I. Dünya Harbi’nden önce Zebercet, Bay X ve Kambur gibi üç karakteri aynı romana koyabilen bir yazar olsaydı, Almanlarla beraber mağlup sayılmazdık. Buna eminim. Tüm bunların dışında Charles Bukowski’nin Kambur adlı şiirindeki şu dizeleri de kitabın bir sayfasına not ettiğimi hatırlıyorum: “Bir gladyatörün talihinden / daha iyiydi talihim, diye düşünüyorum / ama ondan da emin değilim / bir çok kadın tarafından sevildim / hayatı sırtında bir kambur gibi taşıyan biri için / talih sayılır.

En canınızdan bezip “Benden bu kadar” dediğiniz anlarda, bir oyunbozan çıkar ortaya. Kendinizi yok etmeyi, en azından yok saymayı düşündüğünüz bir anda, birisi bir kahve ısmarlayıverir; ve bir kahveye fit olup, yaşama devam etmeye karar verirsiniz. Değişen bir şey yoktur tabii – ve bu kimse yeni biri de değildir.

Şule Gürbüz yaptığı bir röportajında Kambur’u 18 yaşındayken, henüz yazarlık duygusundan çok uzaktayken, tamamen o yaşına ait duygu, düşünüş ve akıl dünyasından bir bakışla yazdığını söyler. Haliyle bu, Kambur’un daha günlük tadında, yazarın diğer kitaplarından biraz daha farklı bir yerde durmasını sağlıyor. “Çünkü” diye devam ediyor Şule Gürbüz, “Sonrasında tahsil ve kendimle kaldığım zamanımda ve mekanik saat ustası olmakla geçen ömrümün bu devamında kendi bakışımı, hayatın içimde aldığı manayı, doğru düşünüp tartmayı kendime yerleştirmekle meşgul oldum.” diye ekliyor. Buradan şunu da çıkarabiliriz ki, bir “” tuttuktan sonra “işler” de değişiyor. İşleyen şey de, işlenen şey de insan oluyor. Işıldıyor mu yoksa kararıyor mu? Bu sorunun cevabı da aslında Kambur’un bazı cümlelerinde genç bir kalemden çıkan anarşist duygular olarak değil, geleceği de koklayabilen bir ruh olarak zuhur ettiğini okuyabiliyoruz.

“Ve hiçbir şeye şaşmıyorum – her şey bildik diyordum ya; bu doğru değil. Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim – durmadan şaşırmaya…”

Dünya, sırtımızda kambur. Taşımayı ve şaşırmayı bildiğimiz kadar.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder