29 Kasım 2022 Salı

Şems bir soruydu, bir cevaptı Mevlâna

Bir şairin dilinden ve gönlünden bir mutasavvıfı okumak elbette ki heyecan vericidir. Ancak Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî ve Sezai Karakoç isimlerini yan yana yazınca, heyecanımız daha da muhabbetli oluyor. Teferruat denizinde boğulmadan, ilm-i ledün’ün teknik kavramları içinde çırpınmadan, şairin “bence” demeden ve dolayısıyla benliğini ortadan çekip çıkartarak yazmış olduğu, baştan sona muhabbet kokan bir kitap: Mevlâna. Sayfalar boyunca inci gibi dizilmiş hakikatler; bilenler için ayrı, bilmeyenler için ayrı tütüyor. Şairin kanaatleriyle dolu değil bu kitap, gönlünden akanlar karşımızda. Bazı sayfalar bir çırpıda (cezbe) yazılmış gibi, bazı sayfalar can havliyle (gayret), bazı sayfalarsa derin bir iç çekişle (muhabbet). Bu üç tasavvufî zor mesele, Sezai Karakoç’un şairliğinde öyle sarsıcı biçimde okunuyor ki onu hayal dünyamızda bambaşka bir yere yerleştirebiliyoruz: Kubbe-i Hadrâ’da, başında Mevlevî sikkesiyle, pîre teveccüh kılmış bir Sezai Karakoç. Koca bir insanlık için, geçmiş ve gelecek için, çocuklar ve kalbi kırıklar için dualar ediyor. Kendisi hiç, başkaları hep. Hakiki bir derviş gibi.

Ölümü düğün gecesi (şeb-i ârûs) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır? O güçlü, yenilmez insan, Mevlâna’dır. Ölüme ve hayata, zamana ve tarihe yenilmeyen insan. Ölümünün üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun önünde saygıyla eğiliyor. Dünyada ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de, anılacak. İnsanlar hep önünde saygıyla eğilecek.” sözleriyle açılıyor kitap. Böyle açılarak, bazı şeylerin asla ıskalanmaması gerektiği de ortaya çıkmış oluyor: Eski zaman bilgelerinden -böyle yazınca pek havalı oluyormuş- yani evliyaullahtan bahsederken “şöyle bir zât idi”, “böyle bir zât idi” dememek lâzım. “Şöyle bir zâttır”, “böyle bir zâttır” demek lâzım. Terk-i diyar etmiş değiller, bizi bırakmış değiller, kaybolmuş hiç değiller. Evet âlem-i gayb’ın içindeler, yani büyük gönül âleminin. Orada aşklarıyla, muhabbetleriyle, sevgileriyle ve tasarruflarıyla “çekim yasasını” işletmeyi sürdürüyorlar. Nedir bu çekim yasası? İşte bugün, hâlâ yana yakıla onlardan bahsediyoruz, onlara dair sohbet ediyor, yazılar yazıyoruz. Neden? Bizi sevdikleri için. Muhabbet elbette ki yukarıdan aşağıya doğrudur. Onlar bizleri sevmeseydi ne biz onlardan haberdar olabilirdik ne de onları sevebilirdik. Lutfettiler ve bir avcı gibi gönüllerimize fırlattıkları muhabbet oklarıyla bizi kendilerine çektiler. Huzur bulduk, buluyoruz, şükrünü eda etmekten aciziz. Burası böyle. Diğer yandan, bugün her ne kadar “moda” gibi görünüyor olsa da, hakiki âşıkları, dervişleri, sâdıkları taklit etmenin bile insanın terbiye ettiğini bilenler bilir. Bilmeyenler de bilir inşallah, diyelim. İnsan, kendini gözlediğinde, sadece taklit ederek geldiği seviyeyi kavrayabilir. Bundan sonrasıysa yetinmemektir. Aşkın da ilmin de sonu olmadığından, muhabbeti sınırında -yani sınırsızlığında- yürümek gerekir. Yoldan bahsetmiyoruz bile zira yeryüzünde yolsuz insan yoktur. Buyurun, “Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın”, Sure-i Hûd’un 56. Ayetidir, pek büyük bir müjdedir.

Sezai Karakoç, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin hayatına bakarken bu müjdeyi görüyor, bizim de görmemizi istiyor. Yeryüzüne böyle bir kâmil insan gelmiş, üstelik bizim Konya’mıza gelmiş, onun Anadolu’da açtığı irfan mektebi dört bir yanı aşkıyla yakmış, bu büyük nasip dünyanın dört bir yanını sarmış, bunu yeniden hatırlamamızı istiyor şair. Bugün dünyada en çok satılan kitapların başında geliyor Mesnevî ve dünyada hakkında en çok eser yazılan insanların başında geliyor Mevlâna sultan. Üniversiteler Hz. Pîr’in adına özel çalışmalar yapıyor, daha önceki tercümeler herkesin anlayabilmesi için yeniden gözden geçiriliyor, insanlık âlemine ve kâinata sunuluyor. Neticede herkes, kendi kabına göre anlıyor, anlamaya çalışıyor. Bir bilenle karşılaştığında, daha fazla bilmek istediğini görüyor. Çekim yasası, muhabbetin yüzeyde kalmasına razı gelmiyor, derinleşme istiyor. Tabiri caizse, “Benim aldığım izinden haberin var mı? Bu izinin geldiği kaynağa seni de götüreyim istemez misin?” diye soruyor. Şairden okuyalım: “Bir izin gereklidir. İçten gelen izin bile yetmez buna. Horasan ellerinden, Doğudan, ata yurdundan (o yurt ki sahabenin oraya gidişiyle Mekke ve Medine’nin uzantısı olmuş, yüzyıllar içinde mânevi ilimler ve yaşantılarla yoğrulmuş, taşı ve toprağıyla keramet ve hikmet yuvasına dönüşmüştü) bir esinti, bir teşvik, bir ilham, bir izin gelmelidir ki, insanın içi içine sığmaz olsun, kalkıp ilâhî neşenin âhengiyle semâ yapsın, kulağında öteden gelen ney sesleri, muştunun ve umudun nağmeleri olsun. Bir kıvılcım gerek ki, güneşte âdeta pişmiş olan bu ruh kömürü ateş alsın, alev alsın. O zamana kadar, alınanlar, verilenler, baba ve halifelerinden alınanlar da dahil, bir nevi ruhun kendi iç monoloğudur. Bir diyalog gerekli ki, taş taşa, demir demire sürtünsün ve ondan ilâhî kıvılcım çıksın. O kıvılcım da bütün ruhları sarsın ve alevlendirsin.

İşte şairin fevkalade bir önemle dile getirdiği o olması gereken diyalogun sahibi de Şems-i Tebrizî’dir. Onun gelişiyle ilâhî kıvılcım çıkmış, yanan sadece Mevlâna’nın kendisi değil, henüz küçük yaşta aldığı müjdedeki gibi yeryüzündeki bütün âşıklar da yanmıştır. Sezai Karakoç, bugün pek çok tasavvuf araştırmacısının ve hatta akademisyenin yapamadığını yaparak, Şems-i Tebrizî’nin Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’de neyi gerçekleştirdiğini harikulade ifade etmiştir. Esasında, Hızırla Kırk Saat’te yazdığı “Şems Bir Soruydu, Bir Cevaptı Mevlâna” dizesini bu kitabında şerh ediyor şair. Önce, hepimizin karşılaşması, belki bakıp görmesi, keşfetmesi gereken Şems’i fısıldıyor, “Şems-i Tebrizî... Kimi zaman nefsimizi sarsan ruhtur o. Kimi zaman bir aynadır ki, bize bütün eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykırır. Ama biz ne yaparız, kusurlarımızı, eksikliklerimizi düzelteceğimize, kızar, tutar aynayı kırarız.” diyor. Sonra; gelişi ayrı gidişi ayrı sırlı olan ve nereye konulacağı noktasında hâlâ şaşılan Şems-i Tebrizî’nin hakikatte ne olduğunu “görmek istemeyenlere” gösteriyor şair. O, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhidir. Sohbetin tasavvufta nasıl bir önemi olduğu, Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasındaki ilişkide gözlemlenebilir. Onlar, ikiyken bir olmuş değillerdir, benlik duvarından kerpiç kopara kopara birliklerini aşikar etmişlerdir: “Şems-i Tebrizî’nin gelişiyle, fünye ateş aldı ve birikip sıkışmış bomba infilâk etti. Mâneviyat dünyası, Konya Okulu’nu kazandı. Doğu ve batı birleşti. Leylâ ve Mecnun ateşi, bir şimşek gibi yandı ve muratlar hasıl oldu. Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri ateş aldı. Yüksek fırın, geç ısınır, geç ateş alır, fakat sonunda ateş aldı mı o artık kolay kolay sönmez. Uzun ömürlü olan ateştir o. Demiri eriten, ateşe çeviren, istenilen şekli vereceğiniz bir uysallığa erdiren büyük ateş ocağıdır o. Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silâhını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.

Üç büyük insan vardır ki Sezai Karakoç için medeniyet dairemizde hayati bir öneme sahiptir. İmam Gazzâlî; medeniyet katına yükselmiş İslâm düşüncesini sapmalardan, materyalizm ya da sahte spiritüalizm yönlerine kaymalardan kurtarıp hakikatine, yani sırat-ı müstakim’e oturtmuştur. Muhyiddin İbnü’l-Arabî; hakikatlerin özüne indi, nice ayetin sırrını açıkladı, maddenin gölge ve ruhun asıl olduğunu haykırdı. Böylece Gazzâlî akıl” dünyasının, İbnü’l-Arabî de “ruh” dünyasının pîri oldu. Sonra Mevlâna (aşk) geldi, cümle eksikler tamam oldu. “O, aklın, idrâkini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendine inananlara ve güvenenlere. Ârif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı O’nun gözünde… İslâm düşünce dünyasının büyük üçgeni ya da sacayağı da diyebilirsiniz bu üç büyüğe. İmânın tehlikeye düştüğü noktalarda beliren ışıklardır bunlar. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin mucize ışıklarının devam edişi. Pencerelerden pencerelere, şehirlerden şehirlere, ülkelerden ülkelere, yüzyıllardan yüzyıllara vuran ölmez ve sönmez hakikat ışıkları…

İşte, Sezai Karakoç böyle “arif bir şairdi”, değil; böyle arif bir şair…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Doğayı önceleyen şiir

Necdet Arslan'ın Çok Sabahlar Eflatundun adlı şiir kitabı Eylül 2020'de Mühür Yayınları'ndan çıkmıştı. Kitapta, aşk, özlem, umut, yalnızlık, hüzün temalarını işleyen 60 adet şiiri bulunuyor şairin. Necdet Arslan şiiri, genç bir şiir. Kullandığı sözcükler cıvıl cıvıl tertemiz bir Türkçe'dir. Şairin, şiirde işlediği konulardan ziyade, kullandığı anlatım biçimleri ve dili kullanma şekli göze çarpıyor. Yani şairin şiirlerindeki temanın yaptığı etkiyi birinci basamağa yerleştirirsek, dilinin yarattığı etkiyi en az birkaç basamak yukarı çıkarmalıyız. O; köhnemiş, günümüzde unutulmuş arkaik sözcüklere yer vermez şiirlerinde; hep ışıltılı bir söyleyiş peşindedir. Çünkü şair, hangi konuyla ilgili bir şiir yazacak olsa, o konuya ait albenili sözcükleri arar, bulur ve âdeta bir duvar ustası gibi şiir binasını örer. Onun şiirlerinde her şeyden önce sağlam bir yapı vardır.

Necdet Arslan, serbest şiir yazmasına rağmen iç uyaklar ve armonisi yüksek sözcüklerle yüksek oktavlı bir müzikalite yakalar şiirlerinde. "Nida" adlı şiiri buna en güzel örnektir:

"Geceyi elekten geçirdim
Ne kadar pişmanlık varsa hepsini yerinden ettim
Düşmedi tek damla bile gözlerinden..."

Necdet Arslan şiiri yekpare bir şiirdir. Bu sağlam yapıdan bir tuğla bile alınamaz. Çünkü o, kullandığı her sözcüğü inceden inceye ölçüp tartmış, bağlamda en uygun yere yerleştirmiştir. Sürekli kendini yenileyen ve aşan, devrimci bir şiirdir. Şair, şiirlerinde kullandığı hiçbir şekil ya da forma sonuna kadar bağlı kalmaz. Temaya en uygun biçimi bulur. Dolayısıyla da kimi şiirleri uzun, kimileri kısadır. Örneğin; " Son Yaz Çiçekleri" adlı şiirinde olduğu gibi:

"Şimdi sevdamızı gömme vakti geceye
Se-ni/se-vi-yo-...
Tamamlanmıyor bir türlü bu iki sözcük
Bütün hıncımla yüklensem bile son hecesi için dilime
düşmüyor ki düşsün o üç harf hemencecik."

Necdet Arslan, şiirlerinde müzik kadar resmi de kullanır. Sözünü ettiği konuya ilişkin; renkler, sesler bir ilkyaz coşkusuyla gözümüzün önünden akıp gider. Örneğin, "Sarı Adındı" adlı şiirinde olduğu gibi:

"Sarı senindi zaten
Mavileşti bu sabah sen istediğin için gökyüzü
Boğaz, martılar, dalgalar, güvertede yudumladığım çay
Görebildiğim her şey mavileşti birden.
Maviye dönüştü
bir yanda Haliç
öte yanda Üsküdar
Kız Kulesi,
Bebek sırtlarından taa Kandilli' ye kadar..."

Şiire gereğinden fazla yük yüklemez. Edebiyat öğretmenliğinden gelen bir melekeyle, şiiri düşünce ve felsefeye boğmaz. O, bunu elmada vitamin tadında yapar. Necdet Arslan şiiri, umudun şiiridir. Onun şiirlerinde olumsuz, karanlık, kötü, bedbaht sahnelere rastlanmaz. Aşkın o sonsuz ışığında dokunduğu her şeyi aydınlatır. Bakınız bu aydınlanma "Çivi Yazısı" adlı şiirinde nasıl gerçekleşiyor:

"Sokaktan evlere dağılırken
Bir koşu bize uğra sevdiceğim
Bir avuç gökyüzü koy sepetine
Salkım taneleri sarkıt dudaklarından
Söyle gümüşi ırmağa
Hiç susmasın serenadı..."

O, sınıftaki öğrenciden madendeki işçiye; tarladaki ırgattan bürodaki memura ya da toplumun daha üst katmanlarında yer alan her bireye de ulaşır şiirleriyle. Çünkü o, insana sevdalıdır ve bu sevda ırk, din ya da cinsiyetle sınırlandırılamaz. İmgeselle yalın olanı harmanlamış bir şairdir. Onun şiirlerinde büyük ustaların izleri görülse de o, birebir hiçbir şairin gölgesinde kalmayarak Türk şiirinde özgün bir ses olmayı başarmıştır. Şiirleri sadece kendisine benzer. "Günlerden Bir Cumartesisin" şiirindeki söyleyişi gibi.

"...................
Son güz de gelip çatsa bu sürgünün en ucundan
aşk patlar diyordum
yanılmamışım."

Necdet Arslan, şiirlerinde işlediği temalara bizim anladığımız anlamda bir yaklaşımda bulunmaz. Örneğin anneyle ilgili bir şiir yazmışsa, o şiirde anne- oğul sevgisinden ziyade Anadolu kadınının üretici, yaratıcı, çatlamış, o mübarek elleriyle kotardığı bir hayat vardır. Zira annelik salt bir canlı doğurmakla sınırlı değildir onun şiirlerinde. Necdet Arslan, anneyi doğanın da annesi gibi görür ve onu her güzelliğin menşei olarak işler şiirlerinde.. Tıpkı cümle annelere ithaf ettiği, "Onlar Diri Çiçek Kaldı" adlı şiirinde olduğu gibi.

"..........................
Onlar
Dirliğimize dirlik kazandıran
Yer tutup yüreklerimizde
Yan yana ağlayan
Gülerken alınlarında promete ateşi
Güneşin kapılarını aralayan..."

Necdet Arslan şiiri, her ne kadar dupduru bir Türkçeyle ve günışığı gibi aydınlık bir üslupla kaleme alınmış olsa da bir okuyuşla kendini ele vermez. Çünkü şair edebiyat eğitiminden edindiği söz ve anlam sanatlarına olan hâkimiyetini şiirlerinde sonuna kadar kullanır. Bize ilk anlamında çok fazla bir şey ifade etmeyen bir sözcüğe söz ve anlam sanatlarının merceğinden baktığımızda, o sözcüğün çok derin anlamlar ifade ettiğini fark ederiz. Örneğin, "O Gerdan O Gümüş Kolye" adlı şiirinde,

"Uyuyan hercai sessizliklerle
Duvarlara sığınıyor bu aymaz geceler
Umduklarımı, uğultularında gizliyor fırtına
Kaygılar kan revan içinde sarmaşıklaşıyor
Göğün en dibinde çiseye yakalanıyor düşlerim."

Uyuyan sessizlikler, duvarlara sığınan aymaz geceler, kaygıların kan revan içinde sarmaşıklaşması, çiseye yakalanan düşler... İnsan dışındaki nesne ve kavramlara insani özellikler yüklenerek kişileştirme sanatı yapılmış. Necdet Arslan şiiri, nesnel bir şiirdir. Şair hemen her şiirinde sinema tekniğinden en üst derecede faydalanır. Bunu da işlevsel nesnelerle yapar. Örneğin yağmurdan söz ediyorsa gelecek güzel günler için bereketi kasteder. Gökyüzünün maviliğinden söz ediyorsa yaşama sevincini, özgürlüğe olan tutkusunu anlatmak ister. Ağaçlar ve hayvanlar, insanlarla aynı yazgıya tabi olan kader ortağı canlılardır. Bu cümleden yola çıkarak Necdet Arslan şiiri doğayı önceleyen şiirdir, diyebiliriz.

Kısacası Necdet Arslan'ın Çok Sabahlar Eflatundun adlı kitabını okumaktan ve bu şiirleri anlamak için çaba sarf etmekten çok büyük tat aldım. Ne mutlu bize ki böyle güzel insanlar, böyle güzel şiirler üretmeye devam ediyor ve bizler de bu şiirlere ulaşıp onları okuyoruz.

Elmas Lüye

Şairin dünyayla arasındaki yıkılmış köprüler

Genellikle Dergâh Dergisi’nden tanıdığımız Ayşe Nur Biçer’in ilk şiir kitabı Alaska’da Bir Kayın ekim ayında Dergâh Yayınları’ndan neşredildi. Daha önceden kitap tecrübesi var Biçer’in, çocuk kitaplarından ötürü. Ancak bir ilk şiir kitabıyla karşı karşıya kalmak öbür tecrübeleri biraz arka plana atmalı diye düşünüyorum.

Alaska’da Bir Kayın 56 sayfadan oluşuyor ve 21 şiir barındırıyor. Biçer’in form veya anlamsal olarak şiir anlayışının farklı tezahürlerini görebilmek mümkün bu kitapta. Yani tekdüze devam etmeyen, iyi bir ilk kitapla karşılaşacaktır okuyucu kitabı eline aldığında. Ben de kitaptan alınacak şiirsel hazzı öldürmemeye çalışarak, önce şiirlerle ilgili genel bir çerçeve çizip sonra da bir iki şiire değinip yazıyı tamamlamak istiyorum. Ayşe Nur Biçer’in şiiri imgesel anlamda yoğun bir kitap değil. Birçok şiiri ilk okumada kendini ele veriyor. (Bu şiirsel olarak kötü bir durum değil elbette) Ama bu, imgeyi hiç kullanmadığı anlamına gelmez şairin. Üstelik bu imge-imgesizlik arasındaki denge tutturuşu okuyucu açısından da okunurluğu ve kitaba farklı zamanlarda tekrar dönmeyi kolaylaştıracaktır.

Şiirlerde genel anlamda belli bir devinim hâkim diyebilirim. Statikten ziyade bir hareketi, dinamizmi ortaya çıkarmaya çalışan enerjik şiirleri var şairin. Hatta bazen tez canlılık bile görebiliyoruz şiirlerde. Ki bence bu da şiiri bir üst segmente taşıma açısından son derece değerli bir nitelik:

sıkılmaz mı bir organ hep aynı yere bakmaktan/bir veranda, kayaların himayesinde bir mezar/rüzgârda sallanan yaprakların gölgesi/bir şapel tavanı sıkılmaz mı/medcezir olsa da savrulsam demez mi bir deniz/kepenkler kapanmaktan/bir cam aynı yere bakmaktan bıkmaz mı/cihazlar el değiştirmek ister de -neden olmasın/sarı abajur ansızın kırılmak istemez mi” (sf: 11)

kalmıyor gördün mü hiçbir şey kaldığı sanılan o yerde” (sf: 19)

göç etmeyi cılız bir nabza yeğledim” (sf: 48)

Lirik bir şair Biçer. Şiirlerinin hemen hemen tamamında lirizmin ve yer yer melankolinin hâkim olduğunu görebiliyoruz. Bazı şiirlerin bazı bölümleri veya bazen tek dize bana Cemal Süreya’yı hatırlattı. Zaten lirik ve melankolik bir şiir başka kimi hatırlatacaktır:

sana kendimden başka cümlem kalmadı” (sf: 14)

Sanatı, estetiği, şiiri, doğayı, dünyanın bütün ‘çekiciliği’ne tercih edenler var. Bu durumu başka insanlar değil, bu saydıklarıma önem verenler daha iyi anlar. Ve genel insan toplulukları için bu saydığım değerler ancak “karın doyurmayan çiçek böcek edebiyatı” veya “sanat sepet işleri”dir. Fakat bahsettiğim, hayatın altında ezilmiş, karnı aç, çocuklarının ihtiyacını karşılayamayan anne babalar değildir. Çünkü karnı aç bir insana şiir okunmaz.

Benim bahsettiğim, orta halli ama kendini dünyaya kaptırmış, ‘normal’ diyebileceğimiz insanlar. Şair Ayşe Nur Biçer onlardan değil, şiirlerinden anladığımız kadarıyla. Aslında şiir yazan çoğu kimse de onlardan değildir. Çünkü şairler ile dünya arasında genellikle bir uyumsuzluk söz konusudur:

Dünyayla aramda yıkılmış köprüler var” (sf: 15)

Şehrin akustiğine saklanmış bunca ses arasından/bir ben mi duyuyorum tıkırtısını göçmen kuşların” (sf: 28)

Aynı zamanda hayatın detaylarını da yakalamaya çalışan bir hâli var şairin. Bu da sanata ve estetiğe bakma hâlinden kaynaklanıyor olmalı:

ben bir azığı sırtlanırken/olmadık şeyler konuşurum karıncalarla/birlikte şaşarız bir karıncanın eklemlerine bazen/bazen bir kadın boynunun dayanıklılığına” (sf: 21)

Ayşe Nur Biçer’in şiiri okura tekinsiz bir alandan değil daha güvenli bir alandan sesleniyor. Sokak genellikle işin içinde ancak o sokak bile güvenli diyebiliriz. Hayat zaten hep akıyor şiirlerde. Hatta bazı şiirlerin somut olaylardan yola çıkarak kaleme alındığı görülüyor. Zaten şiiri geçtim her dizenin şairin hayatında bir karşılığı olmalı görüşünü savunuyorum ben ama Biçer’in bazı şiirleri bütün hâlde tek bir olaya indirgenmiş. Genellikle bu tür şiirlerde Garip akımının etkisi göze çarpıyor. (Ortakyaşam Şiiri gibi):

renklerin sabah sayımını yaparım/yeni açılmış bir demet kurşun kalemle/her şey ince bir salkım zaten/hiç çiçek yetiştiremedi annem de.

Bir de kısaca Önceden Planlı Bir Şey Olmasa şiirine değinip yazıyı tamamlamak istiyorum. Bu şiir hayatın olağan akışında karşılaşılan, tam evden çıkacakken eve habersiz misafir gelmesi durumunun hem eğlenceli hem de ironik bir biçimde şiirleştirilmiş hâlidir. Bu tür, hayatın içinden olan sahneleri şiire taşıyan hatta şiiri bunun üzerine kuran ‘cins kafalar’ edebiyatımıza her zaman gerekli diye düşünüyorum. Yani herkes İsmet Özel şiiri yazmaya çalışmamalı bence. Orhan Veli, Behçet Necatigil vb. şiirleri de dev şiirlerdir. Kim Metin Eloğlu şiirini küçümseyebilir? Ben bu şiirde, bu şairlerin bazı şiirlerinin rengini gördüm.

İyi bir ilk şiir kitabı Alaska’da Bir Kayın. Bana hitap etmeyen sadece iki üç şiir oldu diyebilirim. Onun dışında özellikle sevdiğim, başarılı bir şekilde kurulmuş ve anlamsal açıdan da değerli dört şiir seçtim kendime. Bu şiirlerden de altını çizdiğim bazı dizeleri paylaşıp yazıyı tamamlamak istiyorum. Uzun zamandır İsmet Özel ve Necatigil şiiri dışında şiir kitabı okumuyordum. Biçer’in kitabı beni tekrar yeni şairlerin kitaplarına yöneltecek sanıyorum.

Mümkün Mertebe: “kendime havadislerim var, yeni yeni ulaklar edindim” “vazgeçme, bil ki ziyan değil iç döküşün.

Cemreyi Düşerken Görmek: “Bahçede unutulmuş mahsul gibi/Hâlâ üzerimde şu acemi gömleği

Vapur Taksimi: “deniz ortasında bir ırmak tutuyor bizi/misafirlerini ağırlıyor çığlıklarıyla martılar/aklımızda ne memuriyet ne emeklilik garantisi/babalarımız avuçlarımızda sınır çizgisi.

Önceden Planlı Bir Şey Olmasa: “o muyum ben annemim gördüğü kırıntılar kadar mı/duvardaki nişleri kör noktalar, spotlar kadar mı/konuşmaya başladı durdurulamaz içimdeki babane/ uzunca anlattı yine misafirperverliğimin kâfi olmadığını/komşuları henüz çağırmadığımı ikram yapmadığımı/ bazı çözümler üretmiştim neyse ki hazırlıklıyım/kimse görmeden bir iç ses tıkacı takacağım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

28 Kasım 2022 Pazartesi

Kendini tanımadan karanlığa çizik atamazsın

Serçe Risalesi, Akif Hasan Kaya’nın beşinci öykü kitabı. Editörlüğünü yaptığı Çizgi ile Yazgı kitabıyla beraber saydığımızda Akif Hasan Kaya altıncı kez selamlıyor okurunu: Altıncı kez ‘öyküleşiyor’ okuruyla.

Serçe Risalesi bir serçe kırgınlığında öykülerden oluşuyor. Sert ama olabildiğine hassas. Bir küfrün ardından çıkan savurgan ıslık sesi. En olmayacak yerde kesilen müzik. Yankısı ciğeri delen bir çığlık. Alın teriyle kanın karıştığı kutsal toprak. O hep orada olan, kaybolmayan melun düşmana karşı nöbeti kendine görev bilmiş asker/bekçi. Kalemin bekçisi. Umudun. Diri bir umut.

Belirsizliğin kıyısında dolaşıyor Kaya’nın ışık tuttuğu karakterler. Ne olduğunu anlayamadan, olup bitmiş imtihanlarla mücadele ediyorlar. Kaderin sorduğu soruyu cevaplayamıyorlar ama sınava giren, soruya maruz kalmış tek kişi de onlar sanki. İsyanın kenarından bedel ödeyerek kurtuluyorlar, isyana düşmüyorlar ama kadere aba altından sopa göstermekten de geri kalmıyorlar.

Ana odak acı olunca gerçek ile olağanüstülük de birbirine karışıyor. Hayal ile hakikat, somut ile soyut, keskin ile şeffaf iç içe. Öyle ki futbol oynayan çocukların topunu kaybetmeme uğraşını okurken bir anda daha önce kimsenin yemediği, kökünü kopmuş bir parmağa borçlu olan lezzet abidesi bir meyve ile karşılaşıyoruz. Ya da hayata tutunmaya çalışırken ezilmişlikle iffetin mağlup kollarında bocalayan kadının gözyaşına mendil uzatacağımız esnada, ejderha eti yiyen adamın ölümsüzlük sınavına tanık oluyoruz.

Dipsiz sokaklarda, köhne duvarların önünde gezinsek de güneş hep tepede, doğmuş veya doğacak. Akif Hasan Kaya bize umutsuzluk tablosu çizmiyor. Dünyanın/yaşamın umutsuzluğu itelese de önümüze, tutunacak bir dalın her zaman olduğunu; karanlığın ardından aydınlığın her sabah tekrar tekrar doğduğunu haber veriyor.

Umut ile umutsuzluk mücadelesi bu. Rahmani ve şeytani bir kavga. Kaya, kainatın esasında Allah’ın “celal” ve “cemal” sıfatının kavgası olduğunu, her zaman “rahmani” noktanın “şeytani” noktaya ağır basacağını sezdirmeden fısıldıyor kulağımıza. “Ateşin içinde su, bu acının içinde ilaç, bu ekmeğin yanında külfet, bu cennet, bu güneş, bu vaha, bu tuba, bu nimet, aş, ekmek; bu, bu, bu…

Kaya’nın bizi karşıladığı “esnek hikâyede” dahi “taş olsa erirdi bu yaşadıklarımdan” nidası çevreliyor zihnimizi. Ama işte taş olsa da erimeyecekti çünkü umut var. Ölümsüzlüğü yakalamış birinin ölmeyi başardığı anda belki. Belki de aklın kaybedilip deliliğe ulaşıldığı mertebede. Ama umut var. Oralarda bir yerde. Hem uzak hem yakın. Bazen gözün göremeyeceği uzaklıkta, ötelerde; bazense hemen önümüzde, yolumuzun üstünde, mesele görebilmek, ezip de geçmemek, ayağımızın altına almamak, bilakis başımızın üstünde ağırlamak.

Korkunun gölgesini kovalayan satırlar aslında korkunun hükmünün dahi bizim elimizde olduğunu anlatıyor. Düşman var ama korktuğun kadar tehlikeli değil. Güçlüsün, umuda sahipsin, duaya. Umudun yenemeyeceği düşman yok. Allah’tan umudu ancak kafirler keser. Görmekten korktuğun düşmanı gördüğünde, gözlerinden korku silindiğinde, o senden korkar hale gelecektir. Başka ihtimal yok. Rüyanda dahi avlayabilirsin düşmanı. Yeter ki korkma. İnsan olarak vasfının sırrına er, kendini tanı. Bil. Farkında ol.

Çünkü kendini tanımadan “karanlığa çizik atamazsın”. Ziya bunu bilmiyordu. Ziya bunu bilmediği için karanlığa çizik atamıyordu. Karanlığa çizik kılıçla atılmazdı. Nefsini bilen, Rabbi’ni bilir. Kendini bilen, nefsini bilir. Rabbi’ni bilen kendini bilir. Kılıç, hınç getiriyordu. Öfke. Öfke, nefistendir. Nefsinin esiri olan, kendini bilemez. Kendini bilemeyen Rabbi’ni bilemez. Nefsini bilmek için nefsinden azat etmen gerekir kendini. Özgür olman. Masumlaşman. Bir çocuk masumiyeti. Henüz bilinç sahibi olmamış çocuk, nefsinden bihaberdir ve kendisiyledir. Kendisiyle olduğu için Rabbi’yledir de. Bu nedenle ancak bir çocuk zorlanmadan karanlığa çizik atabilir. Çocuklar, bazen bizden çok daha güçlüdür. Belki de esas güçlü olan çocuklardır.

Ziya’nın bilmediğini Akif Hasan Kaya biliyordu. Ve kalemi bu yüzden karanlığa çizik atabiliyordu. Ziya’nın atamadığı çizik, Akif Hasan Kaya’nın kaleminden sadır oluyordu.

Esasında biz, kaleminden sadır olan o çiziğin öykülerini okuyoruz. O çiziğin peşinde sürdürüyoruz okuyuculuğumuzu, yolculuğumuzu.

Yaktığın sigaranın dumanın avlunun köşesine gramla düştüğünü görsen de güneşin, başını gökyüzüne kaldırabildiğin müddetçe umut var demektir ve dilin “elbet bir gün” zikrini devam ettirebilir. Bu umut, bu zikir; karanlığa çizik atmanın bekleyişidir. Avlunun içinde, demir parmaklıklarla çevrili, dışarıyla irtibatı koparılmış bir halde de olsan; gökyüzünden güneş aydınlığın habercisi olmaya devam etmektedir, öyle ki ona adım atarsan avluna gram dahi olsa aydınlığını yansıtacaktır. Aydınlık yansımadan karanlığa çizik atamayacaksındır.

Akif Hasan Kaya’nın öyküleri dünyanın bozuk düzenine sallanmış bir yumruk. Bir yumrukla dünyanın bozuk düzeni değişir mi? Değişmez elbet. Dünyanın yaradılışı bu fıtrat üzere. Ama bir yumruk sallayarak biz değişebiliriz. Biz, bir an önceki halimizden farklı oluruz. İnsan olarak farklı oluruz. O yumruğu sallamak zorundayız. Firavun’a taş atmak zorundayız. Bu taş bazen sapanla atılır bazen kalemle. Kaya, kalemle atıyor. Dünyayla, zalimle, sistemle, sistemin çarkıyla, felekle, acıyla dövüşüyor. Durmadan. Durmadan dövüşüyor. Yenmek için, dövüşmek için. Kazanmak için değil, kaybetmemek için. Çünkü ara ara şu gerçek de yokluyor kulağımızı: Çivi, çiviyi söker. Deliliğin akıldan kurtulmak olduğunu unutmadan, delinin dediğini hatırlayalım tam burada: “Ejderha eti yemiş birini ancak ejderha eti yemiş bir başka kişi öldürebilir!

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

25 Kasım 2022 Cuma

Plath’ın seferinden dönmeyen treni

Ölmek, herşey gibi, bir sanattır, bu konuda yoktur üstüme,” der Sylvia Plath, Leydi Lazarus şiirinde. Otuz yaşında bir kadının on senede bir intihara teşebbüs etmesini anlatan şiir “Yine yaptım işte,” diye başlar ve “birincisinde on yaşındaydım, kazaydı. İkinci seferinde işi bitirmeye ve bir daha dönmemeye öyle kararlıydım ki,” diye devam eder. Plath bu dizeleri yazdıktan kısa bir süre sonra hayatına son verir. Şiiri, ölümünden iki sene sonra yayımlanır. Amerikalı şair, yazar Sylvia Plath otuz yaşında dünyaya veda ettiğinde ardında onlarca şiir ve bir yarı-otobiyografik roman bırakır. Şiirleri, dönemin önemli hareketlerinden olan Gizdökümcü (confesssional) akımının da başını çeker. Kişisel travmalarını, akıl hastalığını, intihara teşebbüsünü “ben anlatıcı” diliyle anlattığı şiirleri birer birer gün yüzüne çıkar. Ölümünden birkaç ay önce mahlasla yayımladığı romanı Sırça Fanus ise ölümünden dört yıl sonra Plath’ın kendi ismiyle yeniden basılır. İki binli yıllarda Plath’ın arşivlerini inceleyen bir akademisyen onun son günlerinde terapistine ve annesine yazdığı mektupların yanı sıra bir de öyküsüne ulaşır. Bu öykü Plath’ın yirmi yaşında (1952) Smith College’da okurken kaleme aldığı ve yayımlamaları için Mademoiselle dergisine gönderip, reddedildiği öyküdür. Yıllar içinde öyküsünü çalışır, yarısını atar, kısaltır ama Faber Yayınevi editörleri öykünün ilk halinin en güzeli olduğuna kanaat getirip bunu “yılın edebiyat olayı” diyerek kitaplaştırırlar. İşte Mary Ventura ve Dokuzuncu Krallık isimli kitabın ardında yatan hikâye budur.

Sylvia Plath’ın ilk kez gün ışığına çıkan bu öyküsü, İlknur Özdemir’in usta çevirisi ve Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle (karantina günlerinde bile olsak) okurlarına kavuştu. Bir oturuşta okuyup bitirebileceğiniz bu öykünün üzerinizdeki etkisi ise okuma çabukluğunuzun aksine saatlerce ve hatta günlerce sürebilir zira Mary Ventura ve Dokuzuncu Krallık simgesel okumaya ve farklı yorumlamalara açık bir öykü. Plath da kendi öyküsü hakkında “anlaşılması güç, sembolik bir öykü” açıklamasını yapıyor. Öykünün geneline hakim olan tekinsiz ve karanlık hava, hafif gerilim okurun ilgisini çekerken bir yandan da özgür iradeyi, kaderi ve ölümü sorgulatıyor.

Mary Ventura ve Dokuzuncu Krallık gayet olağan bir günde, gündelik yaşamın ta içinden bir mekanda, bir tren garında başlıyor. Kırmızı neon ışıklar, Mary’nin annesinin kırmızı ruju, trenin kırmızı pelüş koltukları başta okurda bir şüphe uyandırmıyor. Genç bir kız olduğunu düşündüğümüz Mary Ventura’nın “bu yolculuğa çıkmaya henüz hazır değilim,” demesi ve anne babasının onu ısrarla bu trene bindirmesi ve o esnada yanından geçen gazete dağıtıcı çocuğun “on bin kişi daha mahkum oldu,” cümlesi de bizi rahatsız etmiyor hatta öykünün girişinde bir renk yelpazesine düşmüş olmamız hoşumuza bile gidiyor. Kondüktörün siyah üniforması, babanın gri fötr şapkası, peronun siyah kapısı, annenin siyah kadife şapkası, Mary’nin kırmızı mantosu, trendeki kadının mavi ceketi, bebeğin kirli beyaz battaniyesi, kadının yaprak yeşili örgüsü ve yine aynı kadınının kahverengi mantosu… Tüm bu renk cümbüşü tren kalkar kalmaz yerini griye ve koyu renklere bırakıyor. “Hava ne kadar ağır ve puslu, ” diyor Mary, “orman yangınları,” diye cevap veriyor trendeki kadın (sf:17). Hikâye tıpkı gökyüzü gibi koyu, kasvetli ve en önemlisi tekinsiz bir hal almaya başlıyor.

Hafif gizemli başlayan yolculuk, gittikçe tuhaflaşıyor, tren tekinsiz ve kurtulunması gereken bir mekana dönüşüyor. Sonlara doğru ise bunun dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu anlıyoruz. Yolcuların tek gidişlik bilete sahip olduğu ve dönüşün mümkün olmadığı uzun ve karanlık bir yolculuk. Altıncı durakta zorla indirilen bir kadının feryatlarına şahit olan Mary bir şeylerin ters gittiğini anlıyor ve bizler de fantastik bir dünyanın içinde olduğumuzu. Umutsuzca trenden kurtulmanın yollarını aramaya başlayan Mary’nin bu trenden kurtulup kurtulamayacağını, yani bir üst okumayla “kendi kaderini eline alıp alamayacağını” okura bırakıyorum. Ama bunu yaparken de trende yaşanılan her şeyi cennet, cehennem, Azrail örgüsünde okunduğu takdirde hikâyenin çok daha derinleşeceğini eklemekte fayda görüyorum. Plath da kendi yorumunda trende kavga eden kardeşlerin Habil ve Kabil olduğunu söylemekten geri durmuyor.

Hikâye sonlandıktan sonra en baştaki gazeteci çocuğa dönüyorum, “on bin kişi daha mahkum oldu,” diyen gazete haberi okuru düşünmeye itiyor. Acaba hikâyenin yazıldığı yıl (1952) Amerika’da bulunan Plath’ın McCarthy davalarına yaptığı bir atıf mı yoksa aynı sene Londra’da “hava kirliğinden” ölen on binlerce kişinin mecazi olarak bu dönüşü olmayan trene binmesi mi? Mary Ventura çocuk denecek yaşta bir kız olduğu için ikinci seçenek daha olası görünüyor.

Peki Plath, Robert Frost’un “Gidilmeyen Yol” isimli şiirinden ne kadar etkilenmiş acaba? Bir ormanda yürüyen gezginin “yol ikiye ayrıldı ve ben az kullanılmış olanı seçtim,” dediği sahneyi hatırlayanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Şairin “geri dönülmemiş olan” ya da “az kullanılan” dediği “yol” mecazi anlatımla ölümden başka bir şey değildir. Bu pencereden baktığımızda Plath’ın bu tekinsiz treni de tıpkı Yahya Kemal Beyatlı’nın “dönen yok seferinden,” dediği gemiler misali bir ölüm yolculuğunu anlatır.

Son olarak değinmeden geçmemekte fayda var, Plath’ın yirmi yaşında bir üniversite öğrencisiyken yazdığı ve belki birçok edebiyat eleştirmenine göre kısmen “acemice” bulunan bu öykü, aslında onun şiirlerinin ve Sırça Fanus romanının ayak sesleridir, alt yapısıdır. Gelişmekte olan bir Plath görürüz Mary Ventura’nın bu kısa anlatısında. Ölüm, Azrail temalarını işlerken kondüktörün erkek olması, genç bir kızın eril dünyaya karşı verdiği savaşın başlangıcı olarak da yorumlanabilir. Bu temalar daha sonra Ariel, Daddy gibi şiirlerinde olgunlaşacak, Sırça Fanus romanında pekişecektir. Bu sebeptendir ki Sylvia Plath’ın seneler sonra gün ışığına çıkan, üzerindeki tozları silkelenen ve “fantastik” sayılabilecek bu öyküsü gelişmekte olan bir yazarın okuruna ilk seslenişlerinden biridir. Kitap kurtlarına da onu zevkle okumak ve üzerine uzun uzun düşünmek kalıyor.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

24 Kasım 2022 Perşembe

İnsan sorular sormak ve düşünmek zorundadır

Erich Fromm’un yakın zamanda Say Yayınları tarafından yeniden basılan Umut Devrimi adlı kitabında, insanın ilk günden itibaren sormaktan hiç bıkıp usanmadığı bir soru olan, “insan olmak ne demektir?” başlıklı bir bölüm var. Bu soru hep var, çünkü insanlık tarihi aslında insan olamamanın tarihidir bir bakıma. İnsan hep eksik ve noksandır bu nedenle. Ne olduğunu tam olarak bir türlü bilememenin trajik tarihinin ürünüdür. Bu nedenle sorular sormak ve düşünmek zorundadır.

Düşünmek, onun ayırdedici bir yüce vasfı olduğu kadar trajik bir duygudan kurtulma çabasıdır da. Düşünmemekse, bu duygudan uzak durma çabasıdır bir yerde ve insan olmanın ne demek olduğuna cevap getiren bütün öğretiler gücünü buradan alır. İnsanı ne kadar az düşündürürse o denli güçlü bir etki bırakır ve ölüm dışındaki her türlü güvensizliklerini ortadan kaldırır. “İnsanoğlunun bilinçlilik için ödediği bedel, güvensizliktir. Bu güvensizliği kaldırabilmek için, insansal koşulun farkında olmak ve onu kabullenmek, başarıya ulaşacağı garantisinden yoksun olmasına karşın, başarısızlığa ulaşmayacağını ummak durumundadır. Kesinlikten yoksundur, emin değildir; bir tek kesin öngörüde bulunabilir: ‘Öleceğim’” (s.86).

Hayvanlar öyle değildir oysa. İyi bakıldığında saldırıya maruz kalmadıkları müddetçe kendilerinden emin ve memnun oldukları gözükür. İnsana özgü huzursuzluktan eser yok gibidir. Sanki ne olduklarını gayet iyi bilmekte ve onun gereğini yerine getirmekte gibidirler. Başarıya ulaşacaklarından emindirler ve dahası, öleceklerinden habersiz oldukları açıktır. İnsansa, derbeder bir arayışla yaşamaya mahkumdur. Nedir o? Homo sapiens mi, homo faber mi? homo ludens mi? Nedir tam olarak? Şunu gayet iyi biliyoruz ki açıklamaların hepsi -tıpkı insanın kendisi gibi!- eksik ve yetersizdir. O nedenle bu soru her dönem yeniden sorulmak durumundadır: insan olmak ne demektir?

Fromm, her şeyden önce bu sorunun cevaplanması belki de imkânsız olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu nedenle, insanların nasıl da kolayca kendilerini kandırarak, bu soruya cevap verdiklerini zannettiklerini ortaya koyuyor. Ait olduğumuz toplum ya da kültürü insan olmanın özgün bir biçimi değil de yaratılışımızın özü gibi görmemizi böyle açıklıyor mesela. “İnsan, kendi insanlığını, kendisini özdeşleştirdiği toplum açısından bu kandırmacanın gerçekleştiği ölçüde tanımlar.” (s.81) Genel kural bu olsa da neyse ki bu kuralı bozup dışına çıkanlar da hep olmuştur: “Çünkü kendi toplumunun boyutlarının ötesine bakan insanlar olmuştur daima -bunlar, kendi yaşadıkları dönemde aptal ya da suçlu damgasını yemiş olabilirler, ama gene de insanlık tarihi sayfalarından bakıldığında, bu insanların büyük insanlar listesini oluşturdukları görülür, işte bunlar, baktıkları ufuklarda evrensel olarak insansal denebilecek ve o belirli toplumun, insan doğası anlayışıyla çakışmayan bir şey gören insanlardı. Kendi toplumsal varoluşlarının sınırlarının ötesini görebilecek denli gözü pek ve düş gücü zengin insanlar vardı her zaman için.” (s.82)

Dolayısıyla, insan her kalıba girebildiği gibi her kalıbı da kırabilir. Özgür de olabilir köle de. Düşünceye saygı da duyabilir öfke de. Kötülüğü de seçebilir iyiliği de… “Gerçekten de, insanoğlu hemen hemen her şeyi yapabilir ya da belki daha doğrusu, toplumsal düzen insanoğluna hemen hemen her şeyi yapabilir. Buradaki ‘hemen hemen’ önemlidir.” (s.87)

Buradaki hemen hemen önemlidir çünkü her zaman için her şeyi bütünüyle başka türlü yapabileceği olasılığının canlılığını gösterir. Tarih bir tür sonsuz olasılıklar içinde sonsuz olmayan bir dünyanın varlığının göstergesidir ve insanın aynı zamanda tarihsiz bir varlık olduğunu görmemizi ister gibidir. Diğer yandan, “İnsanoğlunun tarihi, insanoğluna neler yapılabileceğini ve aynı zamanda nelerin yapılamayacağını kesin olarak göstermiştir.” (s.88)

Fromm’un gayet yerinde bir şekilde işaret ettiği gibi, eğer insan sonsuz olasılıklı kalıpların içinde yok olup gitseydi devrimlerden hiç söz edemezdik. Büyük değişimler yaşanamazdı ve kültür, insanın tek efendisi olarak yegâne belirleyici olurdu. Ama öyle olmadı! Çünkü hakikat diye bir şey vardı ve insan, hiçbir zaman ulaşamayacak olsa da bunun olduğunu hep bilerek yaşadı. Ayaklarını gerçeğe -ve toprağa- bastığı ölçüde varoluşunun esas belirleyicisi haline geldi. “İnsan…ayaklarını toprağa basmak, ona dokunmak ister; insanoğlu, gerçeklikle ne denli eksiksiz bir ilişki içinde olursa o denli güçlü olur. Yalnızca koyun olduğu sürece ve gerçekliği temelde, kendi toplumunun insanları ve şeyleri daha elverişli bir şekilde çarpıtabilmesi ya da ustalıkla yönetebilmesi için oluşturulmuş bir uydurmacadan başka bir şey değilse, kişi zayıf bir insandır.” (s.90)

İnsanın yeryüzündeki onmaz güvensizliğinin altında işte bu uydurmaca bir hayatın dışına çıkmaktaki başarısızlığı yatar. Kültür denilen şey de bir tür kurmaca anlamında uydurmaca değil midir zaten? Güvende hissetmemiz için ödediğimiz büyük bedel sayesinde hayal gücümüzü kendisine bağlayan bir uyum dünyası ya da…oysa tam tersine, insan, “Gerçekliği toplumun kendisine sunduğu bir veri olarak kabullenmek yerine kendi başına kavramada ne kadar başarılı olursa, o denli güven içinde hissedecektir kendisini.” (s.90)

İnsan olmak ne demektir sorusunu sormamızın bir diğer nedeni de açık ki hayatın salt karın doyurmak ve başını sokacak bir yer bulmaktan, çoğalıp yeni nesiller yetiştirmekten ibaret olmamasıdır. Öyle olsa hiçbir sorun olmayacaktı belki de. Bütün bunlar bir son değil başlangıçtır çünkü. İnsan, bütün bunları bu soruyu sormak için gerekli şartları sağlamış olmak için yapar. Sonrasında bu soruyu sorar ya da sormaz.

Eğer insanların özgürlükleri sürekli olarak baskılanmış, ne düşünecekleri kontrol edilmiş ve yalnız kalıp kendi kendilerine dönmek zorunda kalmamaları sağlanmış ise içsel canlılık önemli ölçüde yitirilmiş ve soru sorup yaşamın üzerine çıkamayacak bir sindirilmişlik içselleştirilmiştir. Yaşam, onu aşma gücü yitirildiğinde bizatihi bir üst amaca dönüşür ve o andan itibaren araç olan, uğruna yaşanılacak olana dönüşür. Karın doyurmak, daha iyi karın doyurmaya, barınmak daha iyi barınmaya ve yaşamak daha iyi yaşamaya dönüşe dönüşe hiçbir zaman yakalanamayacak amaçlar halinde hayat kendisini kabul ettirir. Bu bir tür umut yanılsamasıdır aynı zamanda. Başka bir ifadeyle yaşamın özünü veren umudun gündelikleştirilerek yok edilmesi. Artık dışına çıkılacak ya da ötesine geçilecek bir hayat yoktur, geçici ve anlık tamamlanmışlıklar, umudun küçük parçalar halinde varlık bulması vardır, toplum ve kültür kendi gücünü yeniden üreten bir büyük belirleyici haline gelmiştir.

Oysa tarih yine gösterir ki insan tarihin zorunlu sonucu olmamıştır hiçbir dönemde. Diğer bir deyişle, determinizm insana işlemez. O belki de determinizmin tam bir kesinlikle işlemeyeceği tek canlıdır ve bu nedenle, düşünmek zorunda kalmıştır. Ve bu nedenle zorunda kalmadıkça düşünmeme eğiliminde olmuştur önermesi de doğrudur. İnsan, hiçbir deterministik nedene uymak zorunda olmadığı gibi toplumuna ya da kültürün emrettiğine de uymak tam bir zorunluluk olmamıştır. “Bunun sonucu olarak, düşünme süreci toplumunun düşünce kategorilerine uymak zorunda değildir ve düşlerde gördüğümüz o garip yaratıcılığı gösterir.” (s.99)

Dönüp tekrar soracak olursak, insan olmak ne demektir sorusunun cevabı bizatihi bu sorunun kendisidir. Yani, insan olmak bıkıp usanmadan bu soruyu sorarak yaşamak, hiç olmayacak olsa da olmaya çalışmak için bitmeyen bir çabayla yaşamak demektir ve ne gariptir ki çok az insan böyle yapabilmektedir! Çok az insan zorunda olmasa da düşünmekte ve hiç de zorunluluk değilken acı duyup dert edinebilmektedir. Hiç gerçekleşmeyeceğini bilse de hayal kurmaktan vazgeçmemekte ve gerçek dünyada olmasa bile düşlerde özlemlerini gerçekleştirmektedir. Belki de bu yüzden o ne homo sapiens, homo faber ya da homo ludens olmayıp Fromm’un dediği gibi homo esperans olması, yani umut etmesiyle diğer canlılardan ayrılır.

Bu soruyu sormamak hayatı umutsuz bir bekleyiş halinde yaşamaktır ve insanlık büsbütün yok olmadığı sürece bu soru hep var olacaktır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

23 Kasım 2022 Çarşamba

Edebiyatımızın gizemli ismi: Bahaeddin Özkişi

Bahaeddin Özkişi… Türk Edebiyatının az ve öz yazmış kalemlerinden biri. Ona, Tanpınar: “Sen on tane Said Faik edersin” demiş ama kendisi pek tanınan, bilinen bir yazar olmamış. Edebiyat tarihimizin karanlık sayfalarında kalmış… Tâki Sokakta adlı romanı Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 100 Temel Eser listesinde değerlendirilinceye kadar. Tanınıp, ünlenmesi bu liste sonrasında.

Evet, az eser vermesinde bu dünyadan erken yaşta göç etmesi de etkili olmuştur belki. Genç ölenlerden… Kısa ömrüne birbirinden değerli dört kitap sığdırmış seçkin bir isim. Genç ve çok da tanınmamış… Gerçi kendisi de çokça tanınmaya, bilinmeye meyletmiş biri değil. Reklama ihtiyaç duymamış. Tanınma hevesiyle, şöhret tutkusuyla hareket etmemiş. İlim irfan sahibi bir ailenin mensubu Özkişi. Babası Fatih Dersiamlarından Ömer Lütfi Efendi. Dedesi Hacı Halit Efendi Manisa’nın Demirci ilçesindeki Nakşi şeyhlerinden. Bir tasavvuf terbiyesine sahip. Hikmet ve ruhi derinliğin, olayların arkasında yatan sebepler çeşitliliğinin farkına çok küçük yaşlarda varabilmiş. Tasavvufun içe dönük, insan dünyasını anlamaya çalışan özelliği onu başarılı kılmış. Belki de hikâye ve romanlarında Onu derin ve özgün kılan iksir de bu arka plandı. Bir müderris baba ve şeyh dede…

Köse Kadı, Uçtaki Adam, Sokakta adlı romanları ve Göç Zamanı adlı hikâye kitaplarıyla gerçek edebiyatseverler tarafından -bu çok sınırlı olsa da- bilinen ve sevilerek okunan Bahaeddin Özkişi 100 Temel Eser listesinde yer alınca özellikle gazetecilerin dikkatini çok fazla çekmişti. Ahmet Hakan Coşkun’un o zamanki Sabah Gazetesi'ndeki “Kim Bu Bahaeddin Özkişi?” adlı yazısı dikkatleri çekti. Yazarı tanımayan Coşkun’un bu yazısı merakları kamçıladı. Aynı gazetede Emre Aköz’ün bir yazısı yayınlandı. Aköz yazısında kayınbabası Hadi Çintay’ın Özkişi hakkındaki notlarına yer veriyor. Çintay, Özkişi’nin yakın arkadaşlarından. Onu ve ailesini iyi tanıyor. Ahmet Kekeç’in 30 Ağustos 2004 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki “Kitap Okunacaaak! Oku!” yazısı Özkişi hakkında Ahmet Hakan’ın bilgisizliğini giderecek cinstendi. Kekeç, Bakanlığın listesinde Özkişi’nin adının geçmesinden çok memnun olduğunu dile getiriyordu. Yazının devamında “Özkişi unutulmuş, gözden kaçmış, hakkı teslim edilmemiş, moda ifadesiyle “Dostoyevskiyen” bir yazar. Tanpınar’ı seviyorsanız, Özkişi’yi de seversiniz. Poe’nun grotesk dünyasından “edebî hazlar” devşiriyorsanız, Özkişi’yi de seversiniz. Dostoyevski’yi seviyorsanız, Özkişi’yi zaten seversiniz.” diyerek bir hakkı teslim ediyordu. Mehmet Niyazi bir yazısında Özkişi’nin Gogol ayarında bir yazar olduğundan bahsediyordu.

Köse Kadı ve Uçtaki Adam romanları dışarıyı, Osmanlı’nın kaybedilmiş topraklarını anlatır. Bizleri o güzel topraklara, yaşanmış güzel günlere götürür. Sokakta romanı ise içeriyi, yanı başımızı, sokağı anlatır. Bir uçtan başlayan değişimi… Sokağın değişen yüzünü… Sarsıcı bir üslup dikkat çeker Sokakta romanında. Sanki bir psikiyatri salonundayız… Sağlam psikolojik tahliller. Kişilerin derinlemesine gözlemlenmesi… Romanda modernleşme, batılılaşma gibi kadim problemimiz işlenir. Değişimin yarattığı bozulma… Bu bozulmanın ahlaka sirayet eden yönü daha belirginleşir. Yazar hep eski kültürün yanında yer alır. Değişimin, dönüşümün ortaya çıkardıkları büyük bir ustalıkla resmedilir. Güçlü bir anlatım var. Bir hesaplaşma…

Özkişi meselesi olan bir yazardır. Sokakta romanı bu meselenin kristalize olmuş şeklidir. Onun ruh dünyasının, değerler skalasının dışa vurumu… Toplumsal değişimlerin, dönüşümlerin insan ve onun psikolojisi üzerinde yarattığı derin bunalımlar… Evet, meselelerin böyle ele alınışı bize Peyami Safa’yı hatırlatır. Zaten Özkişi’nin üslubuyla Safa’nın üslubu birbiriyle örtüşür. Özkişi, Safa’nın devamı gibidir. Materyalizmin, manevi değerler üzerindeki tahribatı ve maneviyatını yitirmiş toplumların, kişilerin trajedileri… Her ikisinde de bu olgu üzerinde yoğunlaşılır.

Sokakta romanında da milli ve manevi değerlerin yok olması ve bunların yerini dolduran maddi değerler sorgulanır. İyiyi ve kötüyü temsil eden simgeler vardır. Romanda onlar adı verilen mahlûklar kötüyü temsil eder.

1928’de İstanbul Fatih’te doğan Özkişi 10 Kasım 1975 yine İstanbul’da vefat eder. Bir dönem yeterince okunmasa da tanınmasa da son dönemlerde değeri anlaşılmış ve edebiyat tarihimizin tozlu sayfalarından gün yüzüne çıkarılmıştır. Gerçekten edebi tat almak isteyenlerin bir an önce okuması gereken biri.

Ruhu şad olsun!

Muaz Ergü