8 Eylül 2022 Perşembe

Acıdan kaçanın hikâyesi olmaz

Keyifle gülümsüyoruz, neşeyle yemek yiyoruz, çılgınca dans ediyoruz, ölesiye geziyoruz, konforlu tatiller yapıyoruz, lüks araçlar kullanıyoruz ve tüm bunları muhakkak gösteriyoruz. Üstelik yalnız de değiliz asla, fotoğraflarda her ne kadar yalnız olsak da. Kalabalık bir çevremiz var. Seviliyoruz, koruyup kollanıyoruz, etrafımıza sözümüzü geçiriyoruz. Herkes bize özeniyor, bizi hayatında bambaşka bir yere koyuyor, gıpta ediyor, çoğu zaman da vay be ne kadar mutlu diyor. Vay be, hasta bile olmuyor. Ölmez bile bu.

Sahiden öyle mi? Sahi kelimesi bile ne kadar basit kalıyor artık. Gerçekten öyle mi? Hakikaten öyle mi? Acınız, derdiniz, yasınız olmuyor mu hiç? Yardıma ihtiyaç duyduğunuz anlarda ne hissediyorsunuz peki? Yeni takipler ve like’lar bir nebze hafifletiyor mu sıkıntılarınızı? Mümkün değil. Aslında yakarmak, imdat diye bağırmak istiyorsunuz. Ama ayıp. Çünkü size ta çocukluktan itibaren asla başkalarına hastayım, güçsüzüm, işsizim deme diye öğütlendi. Sonra günler geçti, seneler devrildi, pandemi diye bir şey oldu. Tıpkı savaşlardaki gibi ölü sayıları yansıdı ekranlara. Her gün takip ettik. Vay be dedik, bugün de bin kişi ölmüş. Biraz daha kolonya, biraz daha temiz maske. Ölüm ve acı bize çarpmamalı, başka kime ne olursa olsun.

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın pek çok kitabı dilimize kazandırılıyor. Bunlardan biri de Haziran 2022’de Metis Kitap tarafından Haluk Barışcan çevirisiyle okurlara sunulan Palyatif Toplum: Günümüzde Acı. Han, kitabına algofobi kavramını irdeleyerek başlıyor. İnsanların acıdan korkar hâle gelmesinin sebeplerini yorumlarken siyasetten psikolojiye geçişler yapıyor, sağlık sisteminden dem vurup kişisel gelişime dokunduruyor: “Günümüzde her yerde algofobi, genel bir acı korkusu hâkim. Acı yaratacak her durumdan kaçınılıyor. Aşk acılarına bile şüpheyle bakılmaya başlanmıştır artık. Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer verilmektedir. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir. Alternatifsizlik siyasi bir ağrı kesicidir. Muğlak orta yol palyatif bir etki gösterir.

Palyatif ne anlama geliyor? Grip olduğumuzda eczaneye gidip aldığımız ilaçları hatırlayalım. Semptomlar hafifliyor ama tam manasıyla bir tedavi mümkün olmuyor. İşte günümüzde de pek çok şeyin üzerini örtmekle meşgul olduğumuza değiniyor Han. Üstelik buna giderek daha çok alışıyoruz. Sosyal medya, televizyon, gazeteler ve dergiler; hiç öyle “farkında olmadan” diyerek kaçmayalım, bizi uyuşturuyor. Bunun farkındayız. Büyük sıkıntı, uyuşmaktan memnun olmamız. Oysa filozofların da mutasavvıfların da birleştiği noktalardan biri insanların acılarından dersler çıkarmasıdır. Acılar hem uyarır hem de uyandırır. Acısı olmayanın anlatacak hikâyesi olmaz.

Acının hakikatini, Kemal Varol’un dizeleriyle yeniden hatırlatıp yazımı sonlandırmak isterim: “Acı geçiyor / acı geçiyor / acı elbette geçiyor / acı çekmiş olmak geçmiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Eylül 2022 Çarşamba

Sadece hissettiğine gerçekten güvenebilirsin

Çocuk edebiyatı yazarı olan Anna Mary Sewell İngiltere'nin Norfolk Bölgesi'ndeki Great Yarmouth'da Religious Society of Friends mezhebine bağlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Basılı olan tek eseri Siyah İnci’yi, 1871 yılından 1877 yılına kadar, Norfolk’ta Norwich şehri yakınlarındaki Old Catton’a taşındıktan sonra kaleme almıştır. Ayrıca eser, atlarla çalışanlar içinde yazılmıştır. Bu sebeple Anna Mary Sewell, romanını “atların refahı ile aynı zamanda şefkat, sevgi ve saygının insan tedavisindeki önemi” diye açıklamıştır.

Eseri okumadan önce “Black Beauty” filmini izlemiştim ve konu olarak çok beğenmiştim. Zira her şey bir atın bakış açısıyla anlatılıyordu yani Siyah İnci’nin gözüyle. Onun insanlarla olan dostluğu ve bağı o kadar güzeldi ki, yüzyıllardan beri atların neden insanlara daha yakın ve yaren olduğunu çok iyi anlamıştım.

Fakat kitabı okuduktan sonra filmle aynı olmadığını öğrendim. Nitekim kitap, filme daha başka uyarlanmış. Örneğin; filmde Joe kız karakterinde iken kitapta erkek karakterinde. Ayrıca Siyah İnci’nin başından geçen olaylar ise çok başka...

Öyle ki kitap, insanların hayvanlara nasıl muamele ettiğine dair çok ince mesajlar veriyor. Bunu ise en çok din üzerinden yapıyor. İncil’den örnekler vererek. Bu yönden romanda geçen “Londra’da Bir Kira Arabası Atı” bölümünü çok sevdim. Jerry ve ailesi o kadar iyiler ki, Siyah İnci’ye her zaman ince davranır ve ona asla eziyet çektirmezler. Nitekim Jerry bu konuda çok hassastır. Çevresindeki insanlara da hassas olmalarını öğütler. Atlara kötü davranmamaları için sürekli uyarılarda bulunur. Tabii bunun yanı sıra çok da yardım sever, inançlı, dürüst bir kişidir. Kim ondan bir istekte bulunsa yağmur demeden kar demeden koşup yardım eder ve kimseyi zor durumda bırakmaz. Aynı zamanda haksızlığın karşısında da dimdik durur.

Fakat geçen günlerin ardından bu güzel ve iyi kalpli insanların başında kara bulutlar dolaşmaya başlar. Jerry, soğuk havaların nedeniyle ağır bir hastalık geçirir ve bundan sonra işini yapamaz hâle gelir. Siyah İnci ise bir başkasına satılır. Yaşadığı onca güzel günlerin ardından merhamet yoksunu insanların eline düşer. Acımasızca gece gündüz çalıştırılır. Bir gün bile dinlenmesine izin verilmez.

Oysa Jerry’nin yanındayken pazar günleri dinlenir ve yediği güzel yemeklerle rahat ederdi fakat o günler Siyah İnci için çok gerilerde kalmıştır. Zira bazı insanların ne kadar kötü bir kalbe sahip olduğunu acı da olsa öğrenmiştir. Gözlerindeki o hırsı, bencilliği görmüştür. Gerçi bunu çok önceleri arkadaşı tarafından da biliyordu ama dinlemek, yaşamak kadar tecrübe vermiyor maalesef...

Arkadaş demişken biraz da Zencefil’den bahsetmek isterim. Zencefil, güzel mi güzel kestane renginde olan atlardan biridir fakat bunun yanısıra çok hırçın ve öfkelidir de. Öyle ki yanına gelen insanları dahi ısırır. Bir gün Siyah İnci, buna şahit olunca, ona bunu neden yaptığını sorar ve Zencefil’de başından geçen tüm olayları anlatır. En nihayetinde Siyah İnci çok üzülerek arkadaşına hak verir ve geçen günlerin ardından iki sıkı dost olurlar. Fakat bir zaman sonra yolları ayrılmak zorunda kalır. Siyah İnci başka bir yere Zencefil başka bir yere gider ama kader bu ya tekrar hiç bilmedikleri bir yerde karşılaşırlar ve iki dost hasret giderirler. Ancak Zencefil’in durumu bu sefer iyi değildir. Sahibinden gördüğü kötü muameleler yüzünden artık ölmek istediğini söyler. Siyah İnci, bu sözlerin ardından çok üzülür ve arkadaşını rahatlatacak tek kelime dahi edemeden yanından ayrılmak zorunda kalır. Ve bir gün dostunu ölmüş olarak görür. Bir yanı kötü insanlardan kurtulduğu için sevinir ama bir yanı da dost acısıyla kıvranır.

İşte kitabın bu kısmı ve filmde de yer alan bu sahne gönlüme öyle hüzün vermişti ki yaşadığım o duyguyu ifade etmem gerçekten bana çok zor gelir. Belki okuyanlar ya da okuyacak olanlar anlayabilir.

Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki: ister at olsun ister başka bir hayvan eğer vahşi ve saldırgansa bunun tek nedeni gördüğü eziyetten ve sevgisizliktendir. Zira yaratılan her şey sevgiyle var olmak, merhametle muamele görmek ve iyilikle yaralarının sarılmasını ister. Belki de başının sadece okşanmasını... Hem siz de bilirsiniz ki şefkatle uzanmış her eli kabul ederler hayvanlar. Çünkü biz insanlardan daha kuvvetli hissederler sevgi dolu bir kalbi ve bağlanmaları daha safi, çabuk olur. Ama bir ömür boyu da sevgileri sürüp gider.

Kitabın sonlarına doğru ise Siyah İnci, dostu Joe’ya kavuşarak günlerini sıcak yuvasında geçirmeye devam eder. Artık bir daha ne kimseye satılacak ne de zorluklar çekecektir. Tıpkı Jerry’nin yanında olduğu gibi rahat ve mutlu olacaktır.

Son cümle olarak merhametli ve iyi niyetli olmanın yüceliğini anlatan, öğütler veren ayrıca kötü bir kalbe sahip olan insanların da vahametini gözler önüne seren bu kıymetli eseri okumanızı tavsiye ederek, iyi okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Oysa komşularını seven, insanlara ve hayvanlara şefkat gösteren insanları gördüğünüzde, bunun Tanrı’nın işareti olduğunu bilebilirsiniz, çünkü ‘Tanrı sevgidir’".

"Tanrı’nın hiçbir yaratığına eziyet etmeye hakkımız yok. Hayvanlara dilsiz diyoruz, doğru dilsizler, neler hissettiklerini söylemiyorlar; fakat konuşmamaları daha az acı çektikleri anlamına gelmiyor."

"İnsanlar sadece gözünle gördüğüne gerçekten güvenebilirsin derler; fakat bence sadece hissettiğine gerçekten güvenebilirsin."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

5 Eylül 2022 Pazartesi

Gönül gözünü açan sohbetler

"Gönlü mamur eden en hakikatli şey sohbettir.
Sohbet varsa gidilecek yollar, açılacak kapılar,
karşılaşılacak hayırlar, tanışılacak iyiler vardır."
- Yağız Gönüler

Tasavvufa dair pek çok tanım yapılmakla beraber bu tanımların ekserisi nefs terbiyesine dayanır. Nefs, azılı bir hayduttur adeta ama tasavvuf bu haydutu hapsetmek yerine terbiye etmeyi esas alır çünkü hapsedilmiş ama ıslah edilmemiş bir nefs insana aşkın lezzetini tattırmaz. Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın da buyurduğu üzere insan biri mükellefiyet diğeri muhabbet olmak üzere iki kanatla uçan kuşa benzer ve akıl sayesinde mükellefiyet kanadı çalışırken gönül sayesinde de muhabbet kanadı çalışır. Kısacası tasavvuf aklın devre dışı kaldığı bir gönül coşkunluğunu kabul etmediği gibi gönlü devre dışı bırakan bir akılcılığı da doğru bulmaz. Nefs ve akıl bir yere kadar birlikte gider ama gönül aşka kanat çırpmaya başladığında akıl yetersiz kalırken nefs insanı kendi bataklığına çeker. İşte bu noktada nefsi dizginleyecek olan şey sohbettir.

İnsan fıtratı gereği güzel olana meyyaldir çünkü insan, ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmeyi sevdim, mahlûkatı yarattım.” kutsî hadisinin sırrı insanın Allah’ı bilmek üzere yaratılmış olmasıdır. Kul, ibadetleri aracılığıyla nefsinin dizginlerini eline alır ancak burada kalırsa nefs atı, gemi azıya alır ve kul ziyan edenlerden olur. İbadet etmeden olmaz ama sadece ibadetlerle de olmaz. “Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillah” ayeti Mü’minleri, “Allah’ı şiddetle severler” şeklinde tanımlıyor. Hiç şüphesiz kulun Allah’a duyduğu aşk, Allah’ın kuluna olan muhabbetindendir. İnsanın kime ya da neye âşık olursa olsun esas olan ondaki aşıklık istidadıdır. Bu istidadı insana verense Cenab-ı Hakk’tır. Fuzûlî ne güzel söylüyor: “Aşk imiş her ne var alemde / ilm bir kıyl u kâl imiş ancak”. Yunus Emre de dünyada aslolanın aşk olduğunu şu veciz dizeyle ifade ediyor: “Aşk gelecek cümle eksikler biter” Aşk, aklın aciz kaldığı bir er meydanıdır. Bu meydanda gönül sahipleri söz söyleyebilir ancak. Ehl-i dil olmayana aşk, aptallıktır. İnsanın cehaletine de aşkı aptallık zannetmesindedir. “Biz bu emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler.” ayetinde işaret edilen emanet, aşktır ve yalnızca aklıyla hareket edip gönlü hakir görenler İblis misali hor bakarlar Âdemmeşrep olanlara.

Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın Ramazan Ayı boyunca Prof Dr. Kenan Gürsoy Hocamızla yaptıkları Gönül Gözü programında; Ramazan, aşk, hoşgörü, tevhid, gençlik, edep, gelenek, ahlâk gibi birçok konuda gönlümüze işleyen sohbetlerini Sufi Kitap, adlı adla kitaplaştırmış. Kitabın ilk bölümünde Sadık Yalsızuçanlar Hocamızın sunuş mahiyetindeki yazısında bu sohbetlerin içeriği hakkında şunları okuyoruz: “Ömer Tuğrul İnançer ile Kenan Gürsoy’un bu canım sohbetleri bizi Hakk’ın âlemi kuşatmış, âlemin bütün zerrelerine sirâyet etmiş oluşu hakîkatiyle doldurur ve bizi onların kelimelerine kulak verirken çoklukta birliğin güzelim resmini seyrederiz.” Sözler dilden dökülse de esas kaynağı gönüldür. Gönül bir deniz misali içinde ne varsa dil dalgasıyla sahile vurur. Bizler de kıymetli hocalarımızın gönül denizlerindeki sayısız inciden payımıza düşenleri temaşa etmeye gayret ettik. Kenan Gürsoy’un medeniyetimiz hakkında söylediği, “… bizim medeniyetimiz âdeta bir gönül medeniyeti. Gönülle yaşanan, gönülle kavranan, gönülle götürülen, gönülle kucaklanan bir medeniyet.” sözleri, geleneğimiz içinde gönle verilen değeri ifade etmesi bakımından oldukça önemli. Yine bir başka sohbette Kenan Gürsoy, “… gelenek, gelenek olduğu için değil; manayı, hakîkati kendinde ifade ettiği ve sembolleştirdiği için önemlidir.” geleneğin anlam kazanması için içinde muhabbet barındırması gerektiğini ifade ediyor.

Edep bahsinde Ömer Tuğrul İnançer şunları söylüyor: “Kudretullah devreye girmeyip Âdem serbest kaldığında oradaki hatayı kendine yüklediği için insan oldu. İblis, hatayı kendine yüklemeyip ‘Beni sen azdırdın’ diye mabuduna, Halık’ına, Rabb’ine kafa tuttuğu için şeytan oldu, rahmetten kovuldu. İşte insanla şeytanı ayıran en önemli unsur da edep.” Bu örnekten de anlıyoruz ki insanı şeytandan ayıran en önemli vasıf aczini ve zulmünü idrak etmesidir ve tövbe etmesidir. "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." Hadisini, bu örnek üzerinde tekrar düşünmeliyiz. İnsanın dünyaya geliş sebebine dair de şunları söylüyor Ömer Tuğrul İnançer: “Biz dünyaya avunmaya gelmedik değil mi hocam? Sadece iyi vakit geçirmeye gelmedik, bir vazifemiz var: geldiğimiz yeri düşünmek, gideceğimiz yere göre davranmak ve bu zaman içinde avunmadan vakit geçirmek, zamanı da israf etmemek…” Tasavvuf, insanın bu dünyada bir imtihan sürecinde olduğu ve kendini bu dünyanın debdebesine kaptırmaması gerektiği gerçeğinden hareket ederek “Ölmeden önce ölmek” düsturuyla hareket etmeyi esas alır. Motorlu araçların yakıtı benzin ise aşıkların yakıtı sohbettir. Hiç şüphe yok ki Allah kuluna kulundan tecelli eder. İşte sohbetin sırrı, İnsan-ı kâmil’den tecelli edecek olan Hakk’ın zwvkini tatmaktır.

Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, pek çok televizyon programında, konferanslarda, kitaplarında Aşk’ı ve muhabbeti temel alan bir prensiple, Allah’tan korkmak yerine Allah’ı sevmeyi önceleyen bir eğitim metoduyla, gönüllerimize İlahî sırlar fısıldadı. Hakk’a vuslat haberini aldığımızda kendisini tanımakta ne kadar geç kaldığımızı ve kendisinden ne kadar az istifade etmiş olduğumuzu bir kez daha idrak ettik. Büyük bir Peygamber aşığıydı. Peygamber aşığı Mevlânâ’ya da aşıktı. Kâinatın mayasının aşk olduğunu bildi ve gönüllerimizi aşkla mayalamak için bir ömür harcadı. Cenâb-ı Hakk, Cennetinde Cemaliyle müşerref kılsın…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

2 Eylül 2022 Cuma

Tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir

Yaz mevsiminin kendine mahsus bir okuma ritmi var. Kimileri roman, kimileri de felsefe okumak için yazı bekleyebilir. Yaz mevsimi özellikle dönem ve portre okumaları yapmayı sevenler için de beklenen bir mevsimdir. Aşırı sıcak, nem ve kalabalık, kafayı yormaktansa gönlü o diyardan öbür diyara gezdirecek kitaplara yönelme imkânı sunabilir. Bu sebeple anı, hatıra ve gezi kitapları okuyanlar da boldur yaz günlerinde. Bendeniz, mayıs ayı biter bitmez bir okuma planı yaparak özellikle portre kitaplarından oluşan bir liste çıkardım önüme. Hayatın sürprizlerini unutmadan elbette. Hiç olmadık zamanda bir şey patlayabiliyor ve okuma planınız değişebiliyor, çok şükür şimdilik değişmedi. Ahmed Güner Sayar, Ahmed Yüksel Özemre, Haluk Dursun, S. Burhanettin Kapusuzoğlu ile süren pek zevkli okumalarım, Alparslan Babaoğlu’nun hocası Mustafa Düzgünman’ı anlattığı kitabıyla zirveye ulaştı. Ömrümde hiçbir yaz bu kadar verimli bir okuma temposuyla geçmemişti. Bu vesileyle ismi geçen büyüklerimizden yaşayanlara afiyet, göçenlere rahmet niyaz ederim.

Albaraka Yayınları tarafından Aralık 2020’de son derece titiz bir baskıyla sunulan Hocam Mustafa Düzgünman (1920-1990), günümüzde hasret duyulan pek çok meseleyi yeniden hatırlatıyor. Alparslan Babaoğlu hocasını yâd ederken bizlere ebru sanatının inceliklerini, hoca-talebe ilişkisinin kritik evrelerini, dönemin imkânlarını ve sıkıntılarını, günümüzde tekne başında fotoğraf çektiren hemen herkesin kendini “ebrucu” olarak göstermesini ve başkalarına da bol kepçeden icazet vermesini, yine sosyal medya vesilesiyle pek çok yerde karşımıza çıkan “ebruzen” kelimesinin hikmetini(!) anlatıyor. Oldukça samimi ve yalın bir üslupla kaleme alınan bu çok önemli çalışmanın içinde tahmin edebileceğiniz üzere pek güzel ebrular, hat örnekleri ve geçmişin insan güzellerinden fotoğraflar da yer alıyor. Hatta kitabın henüz başında, Alparslan Babaoğlu’nun teknesinden çıkan ve altında numarası da yazan bir ebru sizi karşılıyor. Ciddi bir okur bu sayfayı hemen geçmeyip üzerine tefekkür etmeli diye düşünüyorum. Her şeye en kolay ve en hızlı yoldan ulaşmaya o kadar alıştık ki böyle incelikler karşısında şaşkına dönmemiz gerekiyor. Eğer dönemiyorsak, bari kendimize dönelim. Neleri kaybettiğimizi hatırlayalım.

Tanıyan herkesin çok rahatlıkla ifade edeceği gibi Mustafa Düzgünman yalnızca ebrucu değildi. Kendisini yakından tanıyabilmek için onun manevi dünyasını yakından bilmek, sahip olduğu ehl-i beyt muhabbetini onun gibi hissetmek, gönülden bağlandığı ve yirmi altı sene türbedarlığını yaparak hizmetinde bulunduğu Hz. Hüdayi’yi de anlamak gerektiğine inanıyorum” diyor kitabının önsözünde Babaoğlu. Tam burada bir hatırlatma yapmak boynumun borcu: Lütfen merhum insan güzeli Ahmed Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı ve Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı kitaplarını okuyunuz. Ömrünüzün farklı demlerinde tekrar okuyunuz. Böylece kıymetli Alparslan Babaoğlu’nun kimlere hocam dediğini, o hocaların kimleri gördüğünü, o görünenlerin başka kimleri gördüğünü düşünüp büyük şevk duyabilirsiniz. Vaktiyle bir büyüğüm söylemişti ki Hakk sofrasının gülleri olan bu insanlar, dünyaya tahammül edebilmek için bu sanatlara can u gönülden tutunmuşlar, bu sanatla başkalarını da tutuşturmuşlar ve böylece dünya hayatı bir miktar daha çekilebilir olmuş. Neticede sanatın bizim medeniyetimizdeki karşılığı dünyayı güzelleştirmektir. Kimileri mûsıkî ve mimarîyle, kimileri hat ve şiirle, kimileri de tezhip ve ebru ile dünyayı güzelleştirmiş, bir insan güzeli oluvermiş, böylece başka insan güzellerinin de yetiştirmiş. Hiç değilse okuyup bilelim, vefa borcu hissedelim, başkalarının onları bilmelerine vesile olalım.

Ebru sanatkârı, teknesinin başına geçer ve teknik donanımını gönlündekilerle buluşturup bizlere bir sanat eseri doğurur. Bu kadar basit anlatabilir miyiz ebruyu? Elbette değil. Babaoğlu hem hocasının manevi yaşantısını hem de ebru sanatını manevi yapısını şu cümlelerle cem ediyor: “Hocamın tasavvufa olan ilgisi ve ebrunun da tasavvufi bir yönü olduğu herkesin malumudur. Ebru, tasavvufta küllî irade ve cüz'î irade bahsi anlatılırken misal gösterilen bir sanattır. Ebrucu teknesinin kıvamının, boyalarının öd ve su ayarlarını kendi cüz'î iradesi dâhilinde yapar. İstediği boyaya istediği kadar öd, istediği kadar su ekler. Hangi boyayı önce, hangi boyayı sonra, hangi boyayı ince fırçayla, hangi boyayı daha kalın fırçayla serpeceğine, her boyanın fırçasını sıkarak fırçada ne kadar boya bırakacağına yine kendisi karar verir. Ancak fırçayı parmağına vurduğu andan itibaren hangi damlanın ne büyüklükte ve nereye düşeceğine kendisi karar veremez; burada küllî irade devreye girer. Onun ebruyu bu kadar sevmesinin sebebi, muhtemelen ebrunun tasavvufla olan bu ilişkisidir ya da ebruyu çok sevdiğinden tasavvufa bu kadar ilgi duymuştur kim bilir... Hoca'nın inancına göre tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir.

Meşgalesi olan ve bu meşgalesinde derinleşmeyi kendisine vazife bilmiş bir okur, Mustafa Düzgünman’ın hayatından pek çok ders çıkaracaktır. Bu derslerden en önemlisi de hocaya, ustaya mutlak sadakattir hiç şüphesiz. Hocanın söylediği belki bugün bir anlam ifade etmeyebilir ama seneler geçtikten sonra, talebenin de hocalık yolunda ilerlediği bir dönemde o söz, anlamını ortaya koyacaktır. Bu satırları yazarken aklıma başka bir insan güzeli Süheyl Ünver’in Amiş Efendi’den naklettiği “Allah indinde talebe, hocadan büyüktür” sözü geldi. Gelmişken cümlenin ne ifade ettiğini de açmaya çalışayım: Pek çok hoca, bir noktaya geldiğinde durur ve tıpkı beden sağlığı gibi artık bazı hünerleri, meziyetleri hafif seyretmeye başlar. Bunlar arasında hayret, gayret, merak ve sabır gibi mühim duygular vardır. Talebe ise yola çıktığı andan itibaren bu duygularında samimi olduğu müddetçe asla durmaz. Hocanın şaşırmadığına kendi şaşırır, hocanın gayretten düştüğü bir anda o gayrete sarılır. Esas olan da budur; talebenin hocayı geçmesi. Ne yazık ki bu mesele bizim ülkemizde çok farklı anlaşılıyor, sırf bu yüzden talebeler hiçbir şey talep etmeyen öğrencilere dönüşüyor. Konuyu daha fazla derinleştirmeden kitaptan Babaoğlu’nun anısını aktarmak isterim: “Bir gün cevabını en çok merak ettiğim ve ebrunun püf noktası olduğunu düşündüğüm ‘Hocam bir kavanozda bir parmak boya varsa, buna ne kadar su, ne kadar öd eklemek lazım?’ sorusunu sordum. Hoca’nın cevabı hiç beklediğim gibi değildi. ‘Onu tekne söyler…’ Biraz sükût-u hayale uğradığımı itiraf etmem lazım; çünkü ben daha somut, ölçülebilir -iki parmak su, yirmi damla öd gibi- bir cevap bekliyordum. Hoca’nın bazı şeyleri söylemek istemediği vehmine kapılmıştım. O gün eve döndüğümde eşime bundan söz edip ‘Hocaya bir soru sordum, sanki beni başından savdı, ‘onu tekne söyler’ dedi’ diye serzenişte bulunduğumu hatırlıyorum. Ancak Hocamın sorumu böyle cevaplamakta ne kadar haklı olduğunu, tekneni ebrucuya her şeyi söylediğini seneler geçtikten sonra, Hocam artık hayatta değilken idrak edebildim.

Alparslan Babaoğlu’nun hocasından aldığı icazetin hikâyesi ne kadar tebessüm doğuruyorsa, hocasının henüz yaşarken vefat ilanını talebesinin vermesini vasiyet etmesi de o kadar hüzün doğuruyor. Velhasıl kelam; bir tarafta ebrular, sohbetler, tespihler, diğer tarafta Edhem Efendi’ler, Necmeddin Okyay’lar, Niyazi Sayın’lar derken muhabbetin, sanatın, vefanın kâğıtlardan taşıp gönüllere konduğu bir kitabı bitirmiş oluyoruz. Aşk ile bir dahi: Göçenlere rahmet, kalanlara afiyet.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit'in 32. sayısında yayınlanmıştır.

1 Eylül 2022 Perşembe

Dünkü yakın geçmiş

İngilizce gramer derslerinde "Present Perfect Tense" diye bir zaman öğretirler: yakın geçmiş zaman. Geçmişte meydana gelmiş ama etkileri hala devam eden olaylar için kullanılır. Pandemi günleri de böyle ifade edilir bana göre. Geçmişte kaldı fakat etkileri hala devam ediyor. Bir de “Past Tense” vardır. Geçmiş zaman. Yaşanmış, bitmiş. Etkisi dahi kalmamış. Hatıralar müstesna...

Fatma Barbarosoğlu'nun Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim adlı öykü kitabına getirmek istiyorum sözü. Önce arka kapaktan bir cümlenin yardımını alalım: Fatma Barbarosoğlu 2020'nin hatıra ve hafıza kaydını, hayatın en saf, en dokunaklı anlarını öykülere yükleyerek tutuyor.

Bu girizgahtan sonra devam edelim. Bugünden bakınca kitaptaki öyküler bizi hem geçmiş zamana; akranlarımı çocukluğuna biraz daha büyükleri gençlik yıllarına hem de yakın geçmiş zamana; pandemi günlerine götürüyor.

Profil Yayınları'ndan çıkan kitap iki bölüm şeklinde tasarlanmış. İlk bölüm olan Hatıra Kadar Narin’de beş öykü bulunuyor. Bu öykülerde geçmişe ziyaret daha fazla. Artık anılarımızda kalan narin hatıraları gezip geliyoruz. Hafıza Kadar Zalim adlı ikinci bölüm ise altı öyküden oluşmuş ve pandemi günlerinden sesleniyor. Kahramanlarımız henüz dünyayı saran virüsü alt edip bugüne gelememiş. Burada “Musmutlu: Kedili Köpekli, Çoluklu Çocuklu” öyküsüne geri dönüp biraz daha üzülmek için mim koyuyor ve en baştan başlıyorum.

İlk öykü Dedemin Defterleri'ne “Çocuktum. Nineme göre. Bana kalsa ne çocuk ne gençtim. Oyun oynayacağım zaman koca genç kız, fikir beyan edeceğim zaman dünkü çocuk. Şimdilerde ergenlik deniyor, komşumuz İhsan yenge araf günleri derdi.” paragrafıyla giriş yapılıyor. Ergen kızımızın haklı isyanıyla başlayan bu dört sayfalık öyküde Demirel'i, sık sık kesilen elektrikleri, radyoda dinlenen haberleri, tele-pazar'ı, ilk Eurovision heyecanını anımsıyor kendi ergenliklerimize şöyle bir uğrayıp devam ediyoruz okumaya.

Ayhan Abi ve Bal Hatun, Dert Dinler Ziyade Hanım, Kuyumcuların Kurgusu ve Z Kuşağı öykülerini geçtikten sonra ilk bölümün son öyküsü Aşk Acısı. Okuyanlar bana katılacaktır en etkileyici öykülerden biri. Orta yaşlı olduğunu tahmin ettiğimiz kahramanımız cami avlusunda mahalleden çocukluk arkadaşı Ahsen’le karşılaşır. Ahsen, arkasında bir mektup bırakarak bir subayla kaçmış olan Birsen’in kardeşi.

İnsanın kaderi pek değişmiyor. Daha doğrusu herkesin kaderinin bir teması var, hayat itinayla o temaya dair hikayelerle dolduruyor o defteri. Ama çoğumuz kaderimizin ana temasının ne olduğunu hiç bilmiyoruz…” diye anlatmaya başlar kardeşinin yaşadıklarını. Sevgili adaşıma bütün mahalle mutlu bir gelecek çizmişken yaşadıkları üzücüdür.

Kız kardeşinden sonra oğlunun aşk acısını da görür Ahsen. Arkadaşı onu dinledikçe “Sen sorumluluk sahibi olmakla herkesin sorumluluğunu üstüne almayı birbirine karıştırıyorsun.” diye uyarır…

Instagram, "TT olmak", WhatsApp, hashtag gibi günlük konuşmalarımızda sıkça yer verdiğimiz kavramların ustaca yerleştirildiği öyküleri birden fazla kahramanın ağzından ve bakış açısından okuyarak konuyu zihnimizde nihayete erdiriyoruz. Final, herkesin hayal gücüne kalmış.

Bu öykülere göre diyebiliriz ki biz arafta bir nesiliz. Ne Z kuşağı gibi teknolojiyi etkin kullanabiliyor ne ebeveynlerimiz gibi geleneklere tutunup "saadet" içerisinde yaşayabiliyoruz. Yine yazardan alıntılayıp söylersek saadet babalarımızın devrinde kaldı. Bizler mutlu olmalı ve bunu herkese göstermek zorundayız.

Şimdi Gizem’e üzülmenin yani Musmutlu: Kedili Köpekli, Çoluklu Çocuklu öyküsünden bahsetmenin tam yeri. Olay bir sitede geçiyor, Huzur Sitesi’nde. Geneli yaşlılardan oluşan sitemizde üniversite öğrencisi üç kuzen de ev arkadaşıdır. Alt kat komşularının garip hareketleri ve gürültülü halleri sitenin ismiyle tezat oluşturmaktadır. Karı koca bir süre evden ayrılmak zorunda kalınca küçük kızları Gizem de bizim öğrencilere misafir olur…

Öyküden şunu anlıyoruz: Fenomen yaşamlar eşittir naylon hayatlar. Tatile giderken gülücükler saçıp poz veren karı kocaya öfkemiz ayrı, hepimizin aklında aynı buruk soru: Gizem nerede, ne olacak o çocukcağız?

Hasret Sendromu'nu tebessümle okudum. Maskeler bizi virüslerden korurken bazı meslek erbabının da ekmeğine yağ sürdü. Pek çok hırsızlık vakasını duyduk. Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun'daki yaşlı amcaya bilmem acımak gerekir mi yoksa çoktan kızına direnemeyip fikrini değiştirdi mi?

Sayfalar dolusu yazsam geçmez bu dili damağımda kalan öykülerin izleri. En iyisi okuduktan sonra hatırlattığı tatlı mazi için, zalim korona günleri için, kahramanların naifliği ve yazarına duyduğumuz büyük hürmet için kitaplığın en güzel yerine koyup, göz göze geldikçe tebessüm etmek diyelim.

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

29 Ağustos 2022 Pazartesi

İnsanın büyüklüğünü ve küçüklüğünü birlikte düşünmek

Rollo May’in Kafese Konan Adam’ını (Okuyan Us Yayınları) Batı Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında okudum, şirin Filyos’ta. Refik Halid’in, Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da (İnkılap) adıyla basılan memleket yazılarında bahsettiğini görünce epeyce merak ettiğim bir yerdi burası. Eşsiz doğasını ve denizini anlatıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, bir yerlerde “İsviçre gibi” diyerek övüyordu. Nihayet gelebildim. Güzel gerçekten de, sahili, denizi ve güneşiyle pek güzel! Fakat, bir yere anlamını veren şeyler bunlar olmuyor elbette, iş dönüp dolaşıp insana geliyor. İnsan, sadece hayatı anlamlandıran değil aynı zamanda ona bütün anlamını veren unsur. Bu yüzden midir bilmiyorum ne deniz ne güneş, en çok insanlar ilgimi çekiyor.

Tavsiye edilen küçük plajın yerini bir türlü bulamayınca kasabanın yerlisi olduğunu düşündüğüm otuzlu yaşlarda bir kadına sorma ihtiyacı duyuyorum. Fazla alışık olduğu bir soruymuşçasına hemen kolayca yönlendiriveriyor. Bu kadar kolay olunca bir soru daha sorma ihtiyacı duyuyorum, kurduğumuz ilişkinin boşa gitmemesi için. Kendilerinin denize girmek için nereyi seçtiklerini soruyorum bu kez. Bu soru birden zorluyor nedense. “Bu yaz hiç girmedim valla çalışmaktan” diye cevap veriyor. Tuhaf bir utanma hissediyorum, rahatlığımdan. Kadın da biraz utanır gibi söylüyor nedense. Teşekkür edip ayrılıyorum yanından, kalbimin birazını onda bırakarak. Bu küçük beldede ruhen en yakın olduğum kişi bu günlük endişeleriyle sıcakta terleyerek hızlı hızlı yürüyen, iklim şartlarına göre hayli kalın giyinmiş bu kadın olabilir diye düşünüyorum. Buruk bir hisle uzaklaşıyorum.

Ve plajdayım. Etrafımda her türlü araçlarıyla tıka basa, günübirlik gelenler, halka hiç karışmadan “beach club” a geçenler, kalabalıklardan hiç hazzetmeyenler, kalabalıklara hiç aldırış etmeyenler, ilginç karavancılar, her türden insanlar gelip geçiyor. Bencili, cimrisi, utangacı, öfkelisi…En zor durumlarda bile öteki insanlara saygı gösterebilen, kimseye rahatsızlık vermemek için büyük bir hassasiyet gösterenlerle kimse yokmuşçasına tek başına bir adada yaşayanlar bir arada. Aklımda geride bıraktığım, Cumartesi sabahı işine giden kadın var. Bir yerlerde eleman olarak asgari ücretle çalıştığını, çocuklarına baktığını ve zor bir hayatı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Neyse ki yanımda ruhuma iyi gelecek kitaplarım var. İlk olarak Rollo May’e sığınıyorum.

Kitabı her açışımda başka bir şeyler okuyan var mı diye bakıyorum göz ucuyla. Yok denecek kadar az. Okuyanlara göz gezdiriyorum sonra, çok popüler şeyler. İçlerinden birini gözüm seçiyor. Anka Kuşu diye bir şey okuyor yaşlıca bir adam görebildiğim kadarıyla. İnternete bakma ihtiyacı duyuyorum. Yılmaz Özdil’in yeni kitabı olduğunu görüyorum. Böylesine sakin ve kendi halinde bir yer için -tahminen!- hiç de uygun olmayan bir içerik diye geçiriyorum aklımdan. İnsan, kısacık bir tatil arasında ne diye böyle şeyler okur ki! Benimkinin de ondan kalmayacağı geliyor aklıma! Belki de daha kötüdür uzaktan bakanlar için diyorum. Kim açık bir deniz kenarında -Cem Mumcu’yu saymazsak!- kafese konan adam diye bir şey okusun!

Ben okuyorum evet. İtiraf etmek gerekirse deniz kenarı umarsızlığında daha fazla böyle şeyler okuma ihtiyacı duyuyorum. İnsanları ve hayatı daha çok düşünüyorum. Hiç olmadığı kadar ciddi bir tavır takınıyorum. Bu pırıltılarıyla başımızı döndüren ama bir yandan da sefaletleriyle içimizi tüketen hayatı düşünmeden edemiyorum. Okudukça, birkaç cümleden sonra rahatlıyorum neyse ki, bütün bunlar üzerine düşünmüş olan birilerinin oluşu içime tarifsiz bir ferahlama hissi veriyor. Hayat ne kadar zalim, acımasız, kötü, yanlış, inceliksiz, eşitliksiz ve de özgürlüksüz olursa olsun bütün bunları düşünmüş olanlar, hayatını bunlara adayanlar var diyorum. Varlar. Neyse ki varlar! Dili, dini, ırkı ne olursa olsun dünyanın bütün ülkelerinde bulmak mümkün! Deniz daha bir güzel görünüyor şimdi. Hafiflemiş bir hisle açıyorum ilk sayfayı.

Şöyle başlıyor May, tam da ihtiyaç duyduğum gibi: “Buradaki makalelerin ortak bir teması vardır. Bu tema, bir ucunda insan doğasının muazzam çeşitliliği ve zenginliğinden, diğer ucunda yavanlıklar ve alçaklıklardan kaynağını alır. Bu temanın bir diğer kaynağı da insanın aynı zamanda hem cömert hem de son derece acımasız olabilmek gibi zıt yeteneklere sahip olmasıdır. Mantıklı olma konusunda şahane bir yetenek sergileriz ama bu aynı zamanda, ürkütecek kadar mantıkdışı davranışlarımızla da sürekli bir çatışma halindeyiz.” (s.13).

İnsanın büyüklüğünü ve küçüklüğünü her zaman birlikte düşünmek gerekiyor galiba. Birbirinden ayırmadan, girift bir iç içelikle. Bütün tutarsızlıkları ve çelişkileriyle birlikte ele almak gerekiyor. Çabamızı bütün bunları ayrıştırıp saf halleriyle görmektense iç içelik halinde birbirlerini nasıl etkilediklerine, neyi ne kadar bulandırıp kirlettiklerine yoğunlaştırmamız gerekiyor. Kierkegaard’ın dediği gibi, kafamızda çözülmesi gereken paradokslarımız bitmemelidir: “Paradoks düşünürün tutkusunun kaynağıdır ve paradoksu olmayan bir düşünür duygusuz bir sevgilidir, önemsiz ve bayağıdır.” (s.25).

Paradokslar bitmeyen bir sorgulama demektir ve “sorgulamak, benim dünya ile anlamlı bir ilişkide olduğuma işaret eder” (s.183). Ancak böylesi bir bitmeyen sorgulama bizi kendimizde tutabilir ve dahası -kitabın Maxwell Anderson’dan alıntıyla dediği gibi!- özgür kılabilir: “Özgürlük sadece yaşam sürekli irdelendiğinde ve insan araştırmalarının ne kadar ileri gidebileceğini dikte eden sansürlerin olmadığı yerlerde yaşar. İnsan yaşamı bu paradoksta ve bu ikilemin boynuzları üzerinde sürer. İrdeleme yaşamdır, irdeleme ölümdür. Her ikisidir ve her ikisi arasındaki gerilimdir.” (s.21).

En büyük paradoksumuz ise insanın bu dünyada aynı anda hem özne hem de nesne olmasıdır. Hem sonlu bir dünyada oluşu ve hem de ölümsüz bir özgürlükle her şeyi yapabileceği hissine kapılabilmesidir. May’e göre, “insan bilincinin gelişimi, derinleşmesi ve genişlemesi bu iki kutup arasındaki diyalektik süreçte yatar.” (s.48). İnsan hem pasiftir hem aktif, hem her şeyi değiştirebilir hem de çaresizce bekleyebilir. Hayat, bu iki kutup arasında gider gelir.

Ve sorun şu ki insanlar etkisiz, yetersiz ve birey olarak önemsiz olduklarını hissettiklerinde, insani sorumluluklarından da sıyrılırlar. Hayatın salt edilgen bir etkileneni haline gelen insan ne kadar kalabalıklar içinde olursa olsun esasında kendini öteki insanlardan yalıtır. Kendini düşünmekten başka bir şey yapamaz ve kendini bundan alıkoyamaz. May’e göre bu bir bitmeyen anksiyete halidir ve aşırı yetersizlikten ve etkisizlikten kaynaklanan “anksiyete regresyon ve apatiye ve bunların hepsi düşmanlığa yani insanı insana yabancılaştıran bir düşmanlığa bırakır.” (s.63).

Apati yani kayıtsızlıkla önemsenmeme birlikte oluşan duygulardır. Hiç değer verilmemiş ve önemsenmemiş insanlar ya çok öfkelidirler ya da kayıtsız bir aldırışsızlık haliyle adam sen de der yaşar giderler. Her iki halde de pasiftirler. “Önemsenmeme duygumuz zarar gördüğünde…kısır döngü devreye girer. Bu gibi durumlarda yapabileceğimiz tek şey bebeklik haline psikolojik bir dönüş yapmak ve kendi seçtiğimiz, o modern rahim-mezar birleşiminin içinde korunmaktır.” (s.63).

Bu nokta aynı zamanda insanın kendi potansiyelinden vaz geçtiği, yeniden mutlu ve sevebilen bir insan için kendini tam olarak ilaçlara ya da başkaca birilerine teslim ettiği durumdur. Eyleme geçememe durumudur çünkü eylemin anlamlı bir sonuç doğruma olasılığı yok olmuştur. Hayatı yönlendiren, uğruna savaşılacak değerler bulanıklaşmış ve anlamsızlaşmıştır.

Bu noktadaki insanlar için bütün çaba ve hayat, buradan bir çıkış mücadelesi halinde kendini gösterir. En yakıcı ihtiyaç budur ve kişinin her şeye rağmen kendi insani potansiyelinden vazgeçmesi kolay olmadığı için, bu bir bitmeyen mücadeledir.

Etkisiz oluş siyasal hayatta katı bir teslimiyet ve ne olursa olsun güçlü bir bağlılık olarak kendini gösterir. Kaybedilen değerlerin ne pahasına olursa olsun geri kazanımı için yapılan bir savaşa dönüşür. Kişi, gözünün önündekini önemsemezken dünyanın öbür ucundaki bir meseleyi önemseyebilir bu yüzden. Kimseyi düşünmeyen bir bencillikle yaşarken herkes için adalet isteyebilir. Paradokslar, insanın en derin mücadelesinin ne olduğunu ele verir ve paradokslar üzerine düşündükçe herkes daha önemli hale gelir.

Durup dururken sıkıntılandığım bir günün ortasındayım ve içsel olarak şükür ki daha rahatım şimdi. O kadın da daha iyi midir ki!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Hikâye etmedik, neyden dinledik

“Mesnevî- i Mevlevî-i Manevî
Hest Kur’ân der zebân-ı Pehlevî.”
- Molla Câmî

Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî ve Mesnevî-i Şerif'i, sekiz asırdır bu toprakları ve bu toprağın insanını Muhammedî muhabbetle mayalamaya devam ederken özellikle son zamanlarda dünyanın farklı coğrafyalarına da ışığını ulaştırmış durumda. Hakkında olumlu ya da olumsuz pek çok şey söyleniyor olması dahi onun büyüklüğünün bir yansımasıdır. Mevlânâ ve Mesnevî-i Şerif hakkında konuşanların pek çoğu kaynak göstermeden iftira ederken bir kısmı da Mesnevî’nin sembolik diline vâkıf olmadığı hayvan hikâyelerinden öte anlam çıkaramıyor. Nesnel bir eleştiri, kişiyi içinde yetiştiği şartlarla birlikte ele almayı gerektirirken eserleri de kendi bütünlüğü içinde incelemeyi gerektirir. Mevlânâ hakkında özellikle Şems-i Tebrizî üzerinden yapılan eleştirileri anlamlandırmaya çalışırken onun Divan-ı Kebir ve Mesnevî-i Şerif’te Allah aşkı, Resûlullah’a muhabbet, ibadetlere bağlılık gibi konularda söylediklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Büyük bir bütünün içinden küçük bir parçayı tek başına değerlendirmeye kalkmak, üstelik bu sağlıksız değerlendirme üzerine hüküm bina etmek en hafif tabirle aymazlıktır. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, Dinle Neyden kitabında Mesnevî-i Şerif’in bir “mürşid kitap” oluşunu; Mevlânâ’nın Allah aşkı ve Resûlullah muhabbetini yine Mesnevî’den ve Mevlânâ’nın diğer şiirlerinden hareketle gözler önüne seriyor.

Mesnevî-i Şerif, başlı başına bir mürşid kitaptır.” diyor İnançer Hoca. 800 yıldır, samimiyetle okuyan nice mü’mini irşad etmiş, hâlâ irşad etmeye devam ediyor. Yüzlerce yıldır, Mesnevî okumaları yoluyla gerek tasavvufun incelikleri gerekse ilahî aşkın sırları insanlarla buluşuyor. Mesnevî’nin önsözünde bizzat Mevlânâ kitabıyla ilgili şunları söylüyor: “Bu mesnevî kitabı, Allah’ın sırlarının ve O’na yakınlık kazanma yollarının öğretilmesi hakkında sırların açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseden Allah’ın fıkh-ı ekberi, şer-i ezhârı, yani Allah’a ulaşma yollarının apaçık ve parlak delilidir.”. Mesnevî’de bulunan bir beyitte de şu ifadelere yer veriyor: “Bizim Mesnevî’miz vahdet dükkânı, birlik pazarıdır. Birlikten başka ne görürsen o puttur.” İşte bu beyit; Mesnevî’ye nasıl baktığımıza, onu nasıl okuduğumuza bağlı olarak ondan farklı anlamlar çıkaracağımıza dair yine Mesnevî’nin kendi içinden bir uyarıdır. Hz. Mevlânâ ve dahi bütün evliyaullah sadece vahdeti ve İlahî aşkı terennüm etmişlerdir. Her biri kendi çağında ve kendi lisanında konuşmuş ama aynı hakikati dile getirmiştir: Varlık birdir ve ancak aşkla bilinir. Hz. Ali Efendimiz’in “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” sözüyle ilgili olarak İnançer Hoca; “O nokta tevhid, vahdet noktasıdır. Bütün ilimler o noktayı öğrenmek içindir.” diyor. İşte Mevlânâ’nın “vahdet dükkânı” diyerek anlatmak istediği şey de tam olarak budur. Mesnevî’yi doğru okumayı başarabilirsek cümle ilimlerin ve dahi vahdetin sırrına ermemiz mümkün olabilir.

Tasavvufa yönelik eleştirilerin en acımasızı sahte şeyhler üzerinden yapılıyor. Kerameti kendinden menkul bu sahte şeyhleri ayırt etmek zor görünse de işin sırrı basittir: Her kim ki seni kendi yoluna çağırıyorsa sahtedir, her kim ki seni Allah’ın yoluna çağırıyorsa gerçektir. İnançer Hoca da insan-ı kâmili tanımanın yolunu şöyle açıklıyor: “Bir kimseyi gördüğümüzde, sohbetinde bulunduğumuzda, hatırımıza getirdiğimizde huzurunda yer aldığımızda; bu haller bize Hakk’ı hatırlatıyor, yeniden aklımıza getiriyorsa işte o kimse insan-ı kâmildir… Hele o zat, hali ile bizde kendisine benzemek hevesi uyandırıyorsa teşhisimiz doğru demektir.”. Elbette tasavvuf ehli olmadan da cennete girmek mümkündür ama tasavvufun özünde muhabbet vardır. “Eşeddü hubben lillah” sırrına erenlere Cenab-ı Hakk katından ayrıca mükafaat vereceğini müjdeliyor. “Onlara Rabbleri katından bir selam vardır.” Tasavvuf, Allah’a ulaşma yollarının en kestirme olanıdır. Bin bir dilekçe ve aylar süren randevu alma süreçlerinin ardından zor minnet ulaşabildiğiniz ve resmi bir ortamda görüşebildiğiniz bir devlet büyüğüyle onun bir tanıdığı, dostu vasıtasıyla dakikalar içinde hem de gayet samimi bir ortamda oturup muhabbet edebilir, sorununuzu çözebilirsiniz. İşte tasavvuf, Allah dostlarının dostlukları sayesinde Allah’a ulaşmayı ve O’nun aşkıyla kendi varlığından geçmeyi ifade eder. Peki; Allah’ın en sevgili kulu, en büyük dostu, Habibullah olan Hz. Muhammed Mustafa’yı (sav) sevmeden, onun sevgisini kazanmadan ve onu aracı etmeden Cenab-ı Hakk’a ulaşmak mümkün olabilir mi? Elbette olmaz. İşte, gerçek bir Allah dostunda aranacak ön önemli özellik peygamber (sav) sevgisidir. Mevlânâ Hazretleri; “Yaşayışına yön vermede kendi bilgine, hünerine ve arzularına uyma; Resullerin sonuncusu ve en yücesinin düzeni dışına çıkma.” diyerek bu uyarıyı yapıyor. Mevlânâ’nın bahsettiği kuru kuruya bir taklit değil. Peygamber Efendimiz’in (sav) güzel ahlâkını, ihlâsını, muhabbetini kendimize rehber etmedikçe O’nun gibi yemek içmek, O’nun gibi giyinmek, O’nun gibi yürümek, kısaca O’nun gibi görünmek bizi kurtarmaz. Yine Mevlânâ; “Aşk yolunu seç; bütün peygamberler ve onlara uyanlar gibi ki ancak ve ancak O’nun aşkıyla sadece kazanç sahibi olunabilir ve katında makbul olma yüceliği elde edilebilir.” diyerek Muhammedî muhabbetin şiar edinilmesi gerektiğini ifade ediyor.

Mesnevî-i Şerif, birçok hikâyeden müteşekkil bir kitap olmakla edebi bir yöne sahip. Bununla birlikte tahkiye, Kur’anî bir anlatım yöntemi olması bakımından oldukça etkili bir yöntemdir. Mesnevî’de yer alan hikâyeleri rumuzlarını çözerek okumak hakikat perdesini aralamamızı sağlar. İnançer Hoca, Dinle Neyden kitabında, Mesnevî’deki alan ilk hikâye olan “Padişah ve Cariye” hikayesini rumuzlarını çözerek ele alıyor ve okuyucuya; nefsin hastalıklarından kurtulmak için insan-ı kâmile bağlanmayı salık veriyor. Nasıl ki Kur’an-ı Kerim’i eskilerin hikayeleri diyerek okuyamıyorsak Mesnevî-i Şerifi de hayvan hikayeleri diyerek geçiştiremeyiz. Hayvan hikayeleri olarak okuyanlar hayvan tezeğinden başka koku alamazken aşkla, muhabbetle okuyanlar İlahî bir aşkın kokusunu alırlar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com