13 Ocak 2022 Perşembe

Modernitenin arka bahçesi

Batı’ya yönelik özelikle tarihi konular aktarılırken Avrupa merkeze alınarak anlatılır. Rönesans, Reform Hareketleri, Aydınlanma başlığı altında bilim ve teknikteki gelişmeler, siyaset, felsefe ve sosyoloji konuları aynı minval üzere değerlendirilir. Batı’nın siyasi, sosyal, dini, ekonomik, kültürel ve en temelde düşünsel evreni içinde olan ama Avrupa dışında kalan bölgeler arka planda yer alır. Bu yöntem on sekizinci yüzyıl öncesi için anlaşılır bir durumdur fakat özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında muazzam bir ivme yakalayan Amerika Birleşik Devletleri’nin de aynı muameleye maruz kaldığı görülür. Oysa modernite bağlamında ilk anayasayı uygulamaya koyarak demokratik süreçleri başlamasını ve modern devlet mekanizmasının görünür olduğu ülkedir Amerika. Dahası sıfırdan sanayileşerek büyüyen kentlerin merkezidir. Fakat ilginçtir, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısındaki Bağımsızlık Bildirgesi ve Amerikan Anayasası’na yapılan atıf sonrasında Birinci Dünya Savaşı’na kadar adeta görünmez olur bu koca ülke. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise ipleri tümüyle eline alarak bugün bildiğimiz küresel güç konumuna ulaşır. Arada kalan yaklaşık bir buçuk asırlık sürede kendi içinde mücadele eden uzak ya da başka bir dünya gibidir.

Bugün modernite tarihine yönelik detaylı bir okuma yapıldığında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl Amerika’sının günümüzün liberal-kapitalist Batı dünyasının şekillenmesinde aldığı rolün ne kadar önemli ve büyük olduğu anlaşılır. Belki de dönemi bu yönüyle açığa çıkaran en önemli isim Alexis de Tocqueville’dir (1805-1859). Lütfi Sunar’ın kaleme aldığı Alexis de Tocqueville adlı biyografik çalışma alışık olduğumuz Batı modernleşmesine farklı bir bakış atmayı mümkün kılıyor. Sözü geçen farklı bakış, Amerika’nın yukarıda değinilen rolüne dikkat çekmesinden kaynaklanıyor. Çalışmanın, bu yönüyle tarihe farklı bakmayı salık veren tüm çalışmalar gibi entelektüel birikim açısından önemli bir boşluğu doldurduğu şüphesiz.

Kitaba verilen Modern Çağın Çelişkileri Karşısında Bir Düşünür şeklindeki alt başlık içeriği net olarak vermemekle birlikte zihni tahrik ediyor. Buradaki çelişkilerin neler olabileceğini konusu Batı düşüncesinin kendi iç dinamikleri açısından tahmin edilebilir diyebiliriz belki fakat daha Önsöz kısmında bağlamın farklı olacağının işareti veriliyor. Lütfi Sunar, özellikle modern düşüncenin önemli düşünürlerinin ‘öteki’ konusuna bakışının çerçevesini çizen anlayışın Batı dışındaki toplumları değerlendirirken ikircikli bir hâl aldığını belirtiyor. Onlardan biri olan Tocqueville’i çözümleyebilmek için de, onun içinde yetiştiği ortamı geçmişiyle birlikte ele almanın gerekliliği üzerinde duruyor. Bu bağlamda anakronizme düşmeden, kişileri ve süreçleri kendi dönemi içinde değerlendirmenin sosyal bilimler açısından ne kadar önemli olduğunun altı çiziliyor diyebiliriz.

Kitabı içerik açısından değerlendirdiğimizde Giriş ve Sonuç hariç sekiz bölümden oluştuğunu görüyoruz. İlk bölümde Tocqueville’in aristokrat olan aile geçmişi, aldığı eğitim, çalışma hayatı ele alınıyor. Bu özellikleri onun düşüncesinin şekillenmesinde önemli etkilere sahip. Takip eden sonraki altı bölümde dönemin gerilimleri içinde oluşan siyasi görüşleri ve seyahatleriyle şekillenen eserleri kapsamlı şekilde değerlendiriliyor. Kitabın bu bölümleri bir yandan Tocqueville’i anlamayı sağlarken bir yandan da hem dönemin Fransa’sının hem de Amerika’sının siyasi, ekonomik ve sosyolojik analizini ortaya koyuyor. Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan gerilimli süreçler, toplumsal dönüşüm, siyasi tartışmalar, sömürgecilik ve köleciliğe bakış gibi temel konuların ele alındığı görülüyor. Çalışmayı önemli hâle getiren şey ise, bu dönemin Amerika’sını aktaran Tocqueville bir anlamda Amerika’yı Fransa ile karşılaştırması ve Amerikan Rüyası’nın arka planını net şekilde ortaya koyması diyebiliriz. Diğer bir deyişle, Tocqueville’in çalışması Amerika’da Avrupa’dakinden farklı biçimde ortaya çıkan demokratik devlet ve toplumun hangi saiklerle oluştuğunu açıklıyor. Sekizinci bölümde ise Tocqueville’in ölümünden sonra bıraktığı düşünsel mirasının etkisi, tarihsel değerlendirmeleri ve bugüne yansımaları üzerinde duruluyor. Bütün bu değerlendirmeler, Tocqueville’in Amerika’ya yaptığı seyahat sonrasında Amerika’da Demokrasi adıyla yazdığı dört ciltlik eser başta olmak üzere diğer seyahatleri akabinde kaleme aldığı yazılar etrafında şekilleniyor. Tocqueville’in analizlerine bakıldığında Amerika gibi İngiltere’ye yaptığı seyahat ile Cezayir’e yaptığı seyahatleri aynı tutarlılıkla değerlendirmediği, oryantalist bir bakış açısıyla Doğu-Batı ayrımı yaptığı ortaya çıkıyor. Tocquevile’in çalışmalarında Batı’nın diğer toplumları uygarlaştırıcı ‘kutsal’ misyonun bir izdüşümü görülüyor.

Lütfi Sunar, uzun bir süreci alan ve yoğun emek verdiği anlaşılan çalışmasında Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi adlı eserini merkeze alarak on sekizinci yüzyılın son yarısı ve on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının siyasi ve sosyolojik değerlendirmelerini analiz ediyor. Son iki yüz yılın Batı eksenli değişim, dönüşüm ya da gelişiminin izleğini sürebilecek bir metnin ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın benim açımdan ortaya çıkardığı en önemli şeylerden ilki, Batı’nın Batı dışı toplumlar konusundaki ikiyüzlülüğünün hiçbir koşulda değişmediğini göstermesi oldu. Özellikle kölelik, sömürgecilik ve emperyalizm ile ilgili konularda Batı özelinde ele alındığında hümanist ve liberal bir tavır takınan Batı aydını -ki buna farklı bir portre çizen Tocqueville de dâhil- söz konusu Batı dışı toplumlar olduğunda sömürgecilik, kölecilik ve emperyalizmi savunma pozisyonuna geçiyor. Bu bağlamda her türlü şiddeti meşru görerek bu uygulamaları uygarlaşmanın gereği olarak tanımlıyor. Bu tutum Batı’nın ötekileştirici oryantalist anlayışını evrenselleştirerek çelişen söylem ve eylemleri Aydınlanma düşüncesinin doğurduğu akılcılık ve bilimcilik temelli pozitivist ilerleme ideolojisinin bir parçası olmaya mecbur bırakıyor. İkinci önemli nokta ise, Amerikan devleti ve toplumunun yazının başında belirttiğim Batı dünyasındaki etkin rolünü görmemi sağlayarak flu kalan bazı alanları netleştirdi diyebilirim.

Tüm bunların yanında kitapta sıklıkla altı çizilen Tocqueville’in Batı dışı toplumlara yönelik çelişkili değerlendirmeleri, Fransa özelinde Avrupa ve Amerika bağlamında sistemsel sorunlara yönelerek zaman zaman özeleştiri, zaman zaman da uyarı ya da tavsiye boyutuna ulaştığı gerçeğini de görmemiz gerekiyor elbette. Özellikle Batı tipi demokrasinin kendi içinde burjuvanın despotizmine (yumuşak ya da demokratik despotizme) dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtmesi bugünün razılığa dayalı liberal-kapitalist dünyasını özetliyor. Diğer yandan Tocqueville’in gözlemci sosyolojik bakış açısı Amerika devletinin hegemonik yapısını göstermenin yanında, hız ve rekabet odaklı Amerikan toplumunun bugününü açıklayan veriler sunarak, modernite anlatısının geri planda bıraktığı süreci deşifre ediyor. Dolayısıyla dönemin diğer düşünüleri göz önüne alındığında kendine has bir sosyal bilimci profili çizen ama bir türlü kategorize edilemeyen Tocqueville’in hakkının tam olarak teslim edilmediğini görüyoruz. Kitaba yönelik en net eleştirim, farklı bölümlerde (muhtemelen) meselenin bağlamını aktarabilmek ve anlamı güçlendirmek için yapılan tekrarların okuma insicamını bozduğu yönündeki izlenimim diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Ocak 2022 Pazartesi

Distopik bir bugün: Zamir kim?

"Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!"

Zamir, sekiz yıl aradan sonra Hakan Günday’ın okuyucusuyla buluştuğu, Doğan Kitap’tan yayınlanan son romanı. Günday, bu süre içinde çeşitli senaryolar aracılığı ile ekranlarda yer almış olsa da uzunca bir zaman ara verdiği yazın dünyasında kendini özleten isimlerden.

Anlatı, en yalın haliyle hayata gözlerini doğuda bir sınır köyünde açan, açtığı gibi de kendini bir mülteci kampında bulan Zamir’in hikâyesini konu ediniyor. Zamir ismi bu metin için oldukça anlamlı; bu nedenle öncelikle kitaptan bir alıntı ile mülteci kampında bulunan, sahipsiz ve gelir gelmez bir patlayıcı ile yüzünü, gülüşünü, ağlamasını kaybeden bir bebeğe neden bu ismin verildiğini hatırlatmak istiyorum: “Bu bebek kimseye bir şey yapmadı. Bu bebek bir masum. Daha doğalı kaç gün oldu? Ama bakın, insanlar ona ne yaptı? Neden korkuyorum, biliyor musunuz? Bir gün büyür de insanlardan intikam almak ister diye korkuyorum. İçinde nefretle büyür diye korkuyorum. İşte bu bebeğin hayattaki en büyük mücadelesi bu olacak! Bu bebek daima vicdanı temiz kalsın diye savaşacak! Daima gerçek niyetiyle sınanacak! Ve şimdi biz ona öyle bir ad koyalım ki bu mücadelesini hiç unutmasın. Öyle bir ad olsun ki bu çocuk, sahip olduğu en kıymetli şeyin vicdanı olduğunu bilsin. Her şeyin bir niyet meselesi olduğunu anlasın! Niyeti daima iyi olsun! Adı her söylendiğinde bu çocuk doğru yoldan ayrılmaması gerektiğini hatırlasın. Bu öyle bir ad olsun ki...” O bebeğin adı Arapça’da “vicdan ve iyi niyet”, Rusça’da “barış için” anlamına gelen Türkçe’deyse “cümlede varlıkların adları yerine kullanılabilen kelime” olan Zamir oldu.” Ve Zamir romanı, bu isimle beraber, ekseriyetle barış ve vicdan kavramlarını merkeze alarak sadece onu, bunu değil; hepimizi anlatır, hepimizi eleştirir oldu.

Zamir, yaşadığı travmatik olayla beraber on yedi yaşına kadar All for All vakfının gözetiminde büyüyen, vakıf için olmayan yüzü aracılığıyla insanların vicdanına oynayarak bağış toplayan, sonrasında yaşadığı hayattan bunalıp vakıfla bağlarını kesen, uzunca bir süre tek başına ve ümitsiz bir halde yaşayan, ardından yaşadığı tüm acı olayları bir yakıta dönüştürüp heyecan içinde dünyada barışı sağlayacağının hayali ile Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışan bir sunucu. Zamir karakterinin barış sağlayan rolü aracılığıyla anlatıcı dünyanın dört bir yanındaki savaşlara, şiddete, kavgalara göndermelerde bulunuyor. Bu göndermelerin tamamı ya günümüzdeki olaylarla ya da tarihsel süreçte yaşanmış birtakım utanç kaynaklarıyla ilişkili halde okunabiliyor elbette. Anlatıcı, dünyanın sadece karanlık görünen tarafının değil, aydınlık, umutlu görünen yanının da karanlıktan beslendiğini barış sunucuları aracılığıyla çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yine mülteciler konusunun işlendiği Daha isimli kitabının ardından bir gazete haberine denk gelen Günday, daha kötüsünü yazamayacağını, insanın aklına hayaline gelmeyeceğini zannettiği kötülüklerin dünyada zaten yaşandığını ifade ediyor. Bu eksende roman içinde okuyucunun sık sık bir soru ile karşı karşıya kalmasını amaçlıyor gibi: “Savaş için her şey mubahsa barış için de her şey mubah mı?” Bu sorular git gide çeşitleniyor anlatı boyunca: “Bir kişinin ölmesi mi binlerin ölmesi mi? İnsan barışı sağlamak için kötülükte nereye kadar gidebilir?” gibi.

Yaşadığımız zamanda, teknoloji hiç olmadığı kadar ilerlemişken gördüğümüz her türlü şiddet olayı (savaşlar, kadına şiddet, çocuklara şiddet vb) sadece bir tık uzağımızda kalıyor. Haliyle, dokunamadığımız, birlikte aynı kareyi paylaşamadığımız bu insanların haberi bir süre içimizi acıtsa da uzun vadede sadece bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşıyamayabiliyor. Zaman öyle hızlı akıyor ki anda kalıp gerçek bir sorgulama, eleştiri, düşünme içine girmek mümkün olmuyor. Kitapta bu akış hızının hissiyatı Zamir’in bir uçaktan inip bir uçağa bindiği yoğun program aracılığıyla da okuyucuya geçiriliyor. Bu yoğunluğun gösterdiği başka bir şey de dünyanın dört bir yanında aynı anda kaos yaşandığı gerçeği. Belki eskiden olduğu gibi topla tüfekle değil ama politikayla, muktedir olanla ve hatta iyi görünen sivil toplum kuruluşlarıyla.

Kitapta Zamir kendine verilen isim ile beraber, hayatına dair iki önemli soruyu kendine sürekli hatırlatarak devam ediyor yürümeye. Bir patlamadan yüzünü kaybederek kurtulan, bu kurtuluş serüveninde de tam üç defa ölüp yeniden hayata dönen biri olarak “Neden o kampta ölmedim? Neden hayatta kaldım?” diye bir sorgulamanın peşine düşüyor mütemadiyen. Teknik anlamda, okuyucular olarak biz de Zamir’in bir dönüm noktası yaşayacağını hissediyoruz en başından itibaren ama Zamir, kendi ağzıyla şöyle cevap veriyor bu sorulara: “Oysa yakında büyülü bir an gelecek ve ben bambaşka bir insan olacaktım. Varlığım sonunda bir anlam kazanacaktı. Doğduktan 40 yıl sonra ilk kez gerçekten de yaşadığımı hissedecektim. Hepsinden önemlisi, sonunda o iki soru yanıtını bulacaktı.(…) Çünkü ben dünyayı değiştirecektim.” Gerçekten de yapıyor Zamir bu dediğini. Kitabın bu noktasında panteist bir yaklaşımla insanın tanrı oluşuna gönderme yapıyor, eğer herkes tanrı olabilecek kadar kıymetli ise insanın insanı öldürdüğü bir dünyanın mümkün olmadığını vurguluyor. Tasavvufta, şamanizmde, budizmde ve dahi birçok inanç sisteminde bu anlayış halihazırda zaten var; ancak Zamir bu anlayışı eyleme de geçirerek bir fark ortaya koyuyor. (Romanı henüz okumamış olanlar nedeniyle sahnenin ayrıntılarına daha fazla giremiyorum.)

Hakan Günday, önceki kitaplarında da olduğu gibi karanlık, distopik bir dünya yaratıyor okuyucusuna. Daha doğrusu, var olan distopik bir dünyayı geleceğe atfetmeden, zaten asırlardır yaşandığını vurgulayarak anlatıyor satırlarında. Gelecekle ilgili kötücül senaryoları düşünmenin ve üretmenin bir hayal ürünü olduğundan, o kötü diye adlandırdığımız her şeyin bugün de yaşanıyor olduğundan ve bizlerin de bu senaryoların sadece izleyicisi olduğumuzdan dem vuruyor. “Ve o hikâyelerin gelecekte geçtiğini iddia etmek, bugün herkesin herkese saldırdığı ya da baskı uyguladığı ülkelerde yaşayan insanlara yapılabilecek en büyük hakaretti! Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulabilecek tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!” Bazı kitaplar içindeki tek bir cümle ile tüm anlatıyı özetler nitelikte olabiliyor. Hatta bazı kitapları içindeki o tek cümle için bile okuyabileceğini düşünüyor insan. Epigrafta paylaştığım “Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!” cümlesi benim için tam da bu minvalde. Özetlemek gerekirse dünyanın sadece distopik yarınlarda değil, bugün de korkunç bir yer olduğunu ancak ümidin yine insanda zuhur edeceğini, insanın en kötüyü de en iyiyi de içinde sakladığını, güncel ve tarihsel zengin göndermelerle anlatan, son derece akıcı bir kitap Zamir.

Şimdi geriye tek bir soru kalıyor: Zamir, hangimiz? Zamir, gerçekten de kim?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Yakın tarihimizdeki dini, edebi, hayati detaylar

Hikâyeleriyle tanıdığımız Kâmil Yeşil, bir Çin bedduası olan "ilginç zamanlarda yaşayasın" sözünü hatırlatır gibi din-edebiyat-hayat üçgeninde yaşadığımız ilginçlikleri anlattığı metinlerini bir araya getirmiş, ortaya da Kalemin Gölgesinde çıkmış. Kitabı bitirdikten sonra divan edebiyatımızın büyük şairi Bâkî'nin "Mufassal kıssa başlarsın gârib efsâne söylersin" sözünü hatırlıyor insan. Sanki Yeşil'in anlattıkları, yakın tarihimizin sayfalarında tozlansın diye bırakılmış bir takım efsaneler. Ne olursa olsun, hepsi gerçekler.

Dergâh, Tarih ve Düşünce, Bilgi ve Hikmet, Türk Edebiyatı, İslâmiyat, İlim ve Sanat, Muhit gibi dergilerde yayınlanan ve bazı sempozyumlarda bildiri olarak okunan metinlerin toplandığı Kalemin Gölgesinde, Büyüyen Yayınları tarafından Haziran 2016'da okuyucuya sunulmuştu. 34 konu başlığı ve 240 sayfadan oluşan kitap, "Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Hazretlerine rahmet duası ile" diyerek başlıyor. Sunuş yazısında "Bu kitaptaki yazılar memleketimizin ne kadar ilginç olduğuna dair bir kanaat verecektir, sanırım." diyen Yeşil, sayfalar boyunca şu konular etrafında bizi gezindiriyor ve düşündürüyor: Kalem, şark toplumlarında sözün değeri, dile takılan hakikat'ten dile gelen hikmet'e dönüş, internetin kirlettiği dil, kilisenin dili, günahkâr dil, dil-medeniyet ilişkisi ve dilin gelişmeyi durdurucu işlevi, durdurucu dil ve devlet işleri, telefon, halk edebiyatı, deniz ve imge, edebiyat ve mutluluk, edebiyat ve spor, divan şiirinin kaynağı, Türkiye'nin temel gerçeği ve fundamentalizm, bir eğitim metodu olarak kıyl ü kâl, Kur'an'ın çağdaş tefsiri, Ataç Türkçesi ile buharlaşan Kur'an meali, bir ermiş olarak Piri Reis ve bir kerameti olarak dünya haritası, İslâmî düşüncede radikal tavır, Yunus Emre Türkçesi ile Ramazan Hadisleri, biz ve atlar, sürgün, Namık Kemal'e karşı Yakup Kadri, yazarların para ile imtihanı, arkadaşının parasını üten şairler, evin hâlleri, kadim bir soru olarak 'Nerelisin?'.

Bir öykücünün, öykü dışında nelerle ilgilendiğini ve hatta nelerle ilgilenmesi gerektiğini içten içe görebildiğimiz, araştırma kitabına benzer bir özelliği var Kalemin Gölgesinde'nin. Yalnız araştırma değil, 'geliştirme' açısından da çok önemli konular ve paragraflar barındırıyor. Maddeler hâlinde varılan sonuçlar ise yazılardan bazılarının akılda kalıcılığını kuvvetlendirmiş. Kitabın adından da anlaşılacağı gibi, kalemin gölgesinde kendine serinleyecek bir yer bulan konuların ekseriyeti memlekete, millete, tarihe dair. Kâmil Yeşil, hikâyelerinde de buna çokça vurgu yapmış bir edebiyatçımız. Yol Durumu adlı kitabında "Şiir bir sığınaktı bize göre. Nasıl bir sığınak. İnsanı anlamsızlıktan, bunalmışlıktan, delirmekten, intihardan koruyan bir sığınak. İyi bir şiir her zaman insandan ve hayattan yana olmuştur. İnsanı korumak için tutunduğumuz bir şeydi şiir. Hakikate gidecek istikamete götürebilirdi insanı." derken bir -di'li geçmiş zaman kullanır gibiydi Yeşil.

Bu kitabında ise bu cümleleri açan çok yere rastlıyor okuyucu. Mesela tasavvufî halk edebiyatına dair şu cümlelerin üzerinde düşünülmeli:

"Halk edebiyatının dumura uğradığını gösteren en karakteristik örneği tasavvufî halk edebiyatıdır. Hâlbuki bu edebî akımın da Dede Korkut'la başlayan köklü bir geleneği vardır. Çünkü rivayetlerden öğreniyoruz ki Dede Korkut ilk Türk ermişidir. Bu geleneği Ahmet Yesevî ve onu takip eden yıllarda Yunus Emre devam ettirmiştir. Ağır aksak da olsa Cumhuriyet dönemine ve günümüze kadar devam eden Âşık Edebiyatı'na Neşet Ertaş'ı ve Âşıklar Şöleni'ne katılan mahallî şairleri örnek olarak verebilmemize rağmen, ne yazık ki tasavvufî halk edebiyatını devam ettiren bir örneğimiz yoktur. Bunun iki temel nedeni var:

1. Tekke, zaviye, dergâh gibi bu edebiyatı şiir, mûsıkî ve hat olarak sürdüren yerlerin kapanması,
2. Tasavvufu halka, halkın diliyle sevdiren şairin -Yunus Emre'nin- en büyük şair oluşu ve ondan sonra onun ayarında bir şairin yetişmemesi.

Denilebilir ki Türk halkı nasıl Nasreddin Hoca'dan daha büyük bir hoca görmek istememişse; Yunus Emre'den daha büyük bir şair görmek istememiştir; ya da hiçbir şair ikinci bir Yunus Emre olmayı göze al(a)mamıştır.
"

Edebiyat ve mutluluk üzerine yazarken birçok klişeyi yıkmaya gayret eden Kâmil Yeşil, evliliğin bir yazarı nasıl olumlu yönde etkileyeceğine ve evlilikten uzak bir yazarın da nasıl ruh hâllerine bürüneceğine şöyle bir paragrafla misal veriyor: "Evlilik, insanın Cemal yönüyle ilgilidir. Evlilik, Cemal iledir. Burada yüzün, yüz güzelliğinin 'Cemal' olarak adlandırıldığını hatırlamalıyız. Evlenmeyen, dünyanın bu ulvi tadını tatmayan kişilerin tecelli yönü ise Celal'dir. Celal yönü ağır basan insan; katı kuralcı, agresif, içine kapanık, sinirli ve geçimsizdir. Çünkü evlenmemiş nefis; sükûnete erememiş nefistir. Bu halin dışa vurumu siyasi bir tavır, kadınlara karşıtlık ideolojisi şeklinde de tezahür edebilir. Eksikliğin farkına varıp da onu itiraf edememe hali doğurur. Sinirlilik, yalnızlık, toplumdan kaçış... Edebi olana sığınma, siyasi olana sığınma bir tatmin sağlamaz."

Okuması oldukça keyifli olan yazılardan biri; yazarların para ile imtihanı. Yazının kısa ama etkili bir kaynakçası var ki evvela onları sıralamak lâzım: Şair ve Patron (Halil İnalcık), İttihadçı'nın Sandığı (Murat Bardakçı), Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa (Hazırlayanlar: İ. Enginün - Z. Kerman), Portreler (Yusuf Ziya Ortaç), Necip Fazıl - Adnan Menderes İlişkisi (Alâattin Karaca), Mektuplar (Nuri Pakdil). Yazının sonuç bölümünde Kâmil Yeşil şöyle söylüyor: "Devletiniz büyükken eserinizi kendiniz inşa eder, yazar, çizer, kaarilere sunarsınız, kendi adınıza el yazmaları ile dolu kütüphaneler kurarsınız. Divanü Lügat'it Türk'ü kendi paranızla satın alırsınız. Devletiniz küçüldü mü bir eser yazmak/yayımlamak için bakanlığa başvurursunuz."

Yazarın, bir sonraki 'Arkadaşının parasını üten şairler' bahsindeki Ahmet Hamdi Tanpınar tespitine okur okumaz şapka çıkartmıştım: "Gece gündüz para için kıvranan, ömrünün sonuna doğru Kıbrıs'ta ortaokul öğretmeni olmak için bakanlığa başvuran Tanpınar'ın durumunu anlayabiliyorum. Ama anlamadığım bir şey var: Arkadaşları arasında kişiliğini, izzetini bu kadar çiğneyen bir adam olarak Tanpınar'ın şiirlerinde, hikâye ve romanlarında kumardan, günlüklerindeki ezilmişlikten, yakıcılıktan niye bahis yok?.. Yoksa günlüklerindeki duygular da mı sahte Tanpınar'ın? Çünkü günlüklerinin bir yerinde bir gün bunların basılıp okunacağından bahsediyor. Tartışmaya değer doğrusu."

Araştırmacı, keşifçi özelliğinin yanı sıra ev-yuva-aile hususlarında nitelikli düşünen yazarlara, edebiyatçılara ilgimiz var. Kâmil Yeşil'in kitabında bu konuyla ilgili kısa bir bölüm var, daha uzun olmasını isterdim. Zira insana insanlık katan üç şeydir ev, yuva, aile. Ailesiz bir ev yuva olmuyor, konut belki. Yeşil de şöyle söylüyor: "Siz hiç içinde, apartman, site veya kat geçen bir türkü duydunuz mu? Batılaşma tarihinin üzerinden yaklaşık yüz seksen yıl geçmiş olmasına rağmen apartman ve site övgülü bir türkünün olmamasını hayır olarak yorumlayabilir miyiz acaba? Ev ve evlerimiz sadece başımızı soktuğumuz bir barınak değildir; evlerimiz vatanımızdır. Küçük bir vatan. Vatan, büyük bir ev; evlerimiz küçük bir vatan. Bundan dolayı her iki durumu ifade etmek için 'yurt' kelimesini kullanırız. Yurdumuz yuvamızdır. Kutsalımızdır. Kem gözlere karşı, alnının çatısında Maşallah yazar."

Dile, kaleme, söze gelmiş; yakın tarihimizin din-edebiyat-hayat perspektifindeki ince detaylar Kalemin Gölgesinde kitabında yer bulmuş. Bu gölgede dinlenme yok, düşünce var.

Yağız Gönüler

9 Ocak 2022 Pazar

Tehditkâr bir sancının eseri

Bütün dünyanın, kalbi dışındaki bütün dünyanın bomboş olduğunu hissediyordu.” Çünkü korkunun acımasız hissi, her şeyi anlamsız kılmıştı. Etrafında gördüğü tek şey, ansızın boğazını sıkan bu duyguydu. Öyle ki hayatının merkezine oturmuş ve ona nefes aldırmıyor, yediği lokmaları zehir gibi midesine akıtıyordu. Kaçacak yer kalmamıştı, en sonunda sakladığı sırrın açığa çıkması gerekecek, yalan söyleyemez hale gelecekti. Kaçınılmaz son gelene dek, her yeni gün öncekinden daha fazla sıkıştırıyordu kalbini. Buna bir an son vermek istese, diğer an vazgeçiyordu bundan. Korkuyordu ve korku gittikçe büyüyordu. Ailesi hep onunlaydı ama sanki artık tamamen yabancı hale gelmişlerdi. Gerçeği anlatabilse, yüreği hafifleyecekti ama o, ona göre daha kolay olana, hesabı kendine kesmeye kadar gitti.

Stefan Zweig'in Korku adlı eseri; evli ve saygın bir kadın olan Irene'in, yeni bir heyecan arayışıyla girdiği ihanet yolunun ona yaşattığı tehditkâr korku duygusunu anlatıyor. Irene bulunduğu hayattan sıkılıp bir maceraya atılmak ister fakat onun sırrını bilen bir şantajcı ortaya çıkıp kendisiyle yüz yüze gelince, dünyası kararır. O andan itibaren normal yaşantısında büyük bir yere sahip olmayan korku duygusuyla tanışmış olur. Yüzünde esen soğuk rüzgarlar korkuyu beslemeye devam eder. Artık tek hissettiği bitmeyen bu duygudur. Nasıl kurtulacağını bir türlü bulamaz, kurtulmayı denedikçe durumunu ağırlaştırmaya devam eder. Şantajlar arttıkça Irene dibe çöker, korkuya teslim olur ve aldığı nefesler acı verici hale gelir.

Eserde anlatım oldukça akıcı, olaylar hız kesmeden başlayıp bitiyor. Yazarın güçlü kalemi, bizleri Irene'in içinde bulunduğu tufanın ortasına atıyor. Esere başladığımız andan itibaren yaşanan olaylar kendini okutturmaya devam ediyor. Karakterin kendiyle iç hesaplaşmaları ve ruh halindeki değişimlere bakarak bazen onu suçlayıp bazen ne yapacağını yönlendirmeye çalışıyoruz. Onunla empati yapıyor, çıkar yol arıyoruz. Irene’in çerçevesinden olayları gözlerken etrafındaki kişileri sorguluyor, sürekli ortaya çıkan şantajcının rahatlığına sinirleniyoruz. Irene’in kurtulması için aklımıza türlü yollar geliyor. Olayların sonuna doğru bazı tahminlerde bulunuyor, kitabı bitirince hem şaşırıp hem de rahatlıyoruz.

Irene'in hem güçlü, hem de son derece hassas bir tarafı var. Bu iki taraf sürekli birbiriyle karşı karşıya duruyor ancak birleşip bir çözüm yaratamıyor. Eşinin ona sürekli ne olursa olsun yanında olduğunu ve ona yardım edeceğini söylemesi, Irene'in kafasını kurcalıyor ve gerçekleri anlatmayı bu sebeple çok istiyor. Onun, etrafındaki benzer olaylara nasıl tavır takındığını gözlemleyip kendi durumuna olacak davranışını kestirmeye çalışıyor. Eşinin kendisine gösterdiği kibarlık gerçekleri anlatması için sürekli baskı yapıyor olsa bile, Irene'nin dili anlatmanın kıyısına kadar gelip her defasında tekrar geri dönüyor. Duygular ve korku artık iyice içinden çıkılmaz bir hale Irene, kendine ceza verip kurtulmak istiyor. Başarılı olamayınca ve her şeyin sebebini anlayınca yaşadığı korkuyla, kalbinde açılan yara ile birlikte vedalaşıyor.

Eserde anlatılan olayı, gerçek hayatta farklı sebepler doğrultusunda yaşayan birçok insan var ve bu kitabı okuyunca kendi yaşadıklarını net bir şekilde tekrar hatırlayabilirler. Çünkü bizde çok tanıdık hisler uyandırıyor. Korku hepimizin içinde var olan bir duygu. Bazen küçük, bazen çok büyük yerler kaplıyor ve ne kadar büyükse sonrasında gelen yıkım da aynı oranda büyük oluyor. İçimizdeki korku yaşadığımız olaylara bağlı olarak kendini belli bir büyüklüğe gelinceye dek besliyor. Bunun üzerine çıkmazda olduğumuzu hissedip o korkuyu daha da büyütebiliyoruz. Zaten kapladığı yer bir hayli dolmuşken, ona daha fazla yeri kendimiz veriyoruz. Korkunun verdiği hisler ve yaşattığı sancı, düşüncelerimizin ve davranışlarımızın elimizde olmamasına neden oluyor ve bu kardeşi olan pek çok duygu için de geçerli.

Eğer insanın elinde bu korkuya son verecek bir seçenek varsa, sonucunun zararlarından endişe duymadan o yolu seçmelidir. Bitiş çizgisinde bekleyen çözüme doğru koştukça, korku küçülmeye, içten yitmeye başlar. Bitiş çizgisini geçecek cesarete erişilirse, geriye dönüp bakmaya gerek kalmaz. Çünkü o korku son bulduğunda çile de son bulur, rahatlama hissi vücudu ele geçirir. Aksi halde, insanı içten içe çürütmeye devam eder.

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

6 Ocak 2022 Perşembe

İnsan daimi bir yer-yol-yön arayıcısıdır

"Kişi kendini yapar, bozar, dağıtır, yıkar, kırar: Sonra, yeniden kurar. Önemli olan, kişinin kendini başlangıçtan kurmuş olması değil, baştan kurabilmesidir."

Bir yerde olmanın, bir yönü seçmenin, bir yola çıkmanın açtığı düşünme olanaklarını kaybettik. Yola çıkmak, yola gitmek, yola varmak hepimiz için birer lükse dönüştü. Bu çağda yürümek, düşündüren değil güldüren bir şey oldu. Oruç Aruoba, son derece lezzetli olan Yürüme adlı kitabında, bizim (zaten) ne olduğumuzdan başlayıp hep-hiç arasında 'kişi'ye uzanan yolculuğumuzun izini sürüyor.

Nietzsche için yaşam, insanın türlü aralarda gezinmesiyle ortaya çıkan bir yolculuktur. Bu onun elbette yaşama dair yaptığı tek bir tanım da değildir. Aruoba, kitabının hemen başına aldığı Nietzsche paragrafıyla okuyucunun zihnini meşgul ediyor. Hangi aralara dikkat edilmesi gerektiğini gösteriyor. Sevginin hissedildiği, baharın tadıldığı, güzel seslerin dinlenildiği, dağların, ayın ve denizin insanın yüreğini titreten görünümlerini bir an içine saklamış, sırlamış arala. İşte bu aralardan oluşan tüm anlar ve aralar, Aruoba'nın zihnine birer cümle olarak düşüvermiş olmalı ki Yürüme kitabı ortaya çıkmış.

Okuyucunun Kasım 1992'den bu yana belirli aralıklarla yeniden basılan Yürüme'ye olan ilgisi, "acıları bile anılara dönüştürürüz biz" diyen yazarın sesine bir yankı belki de. Çünkü "durumumuz, ötekilerin durumlarının toplam durumudur". Çünkü "uygar kişi, kendisi ile bütün insanlar (insanlık) arasında bağ kurabilen insandır". Bu uygar olma hâli şaşkınlığı, hayreti insana bol bol yaşatır. En çok da üzülmeyi. Ancak Aruoba burada bir uyarı yapıyor. Uygar insanın üzülmesi, modern zamanların üzülmesi gibi ah'lı vah'lı değil diyor, daha çok kızgın bir üzülme. Neden olarak da ancak dünyanın temelden bozuk olduğunun farkında olan insana uygar denebileceğini belirtiyor.

Felsefeye meraklı bir okuyucuya yeni kapılar aralamaktan memnuniyet duyan bir yazar Aruoba. Yürüme'nin içindeki notlardan bunu anlayabiliyoruz. Heidegger'in sık sık "ufuk" kavramına başvurduğunu, "ne ise o olmak" düşüncesinin Schopenhauer'de ve Nietzsche'de kendine yer bulduğunu, Russell'ın "aylaklığa övgü" düzdüğünü ama yüz küsur kitap yazmaktan geri durmadığını, "hayret"in Sokrates'e "hayranlık"ın da Kant'ın has kavramları olduğunu, Bloch'un "henüz olmayanın" felsefesini yaptığını, Derrida'nın Nietzsche'nin not defterinde bulunan "şemsiyemi unuttum" tümcesinden sayfalarca anlam çıkarabileceğini öğrenebiliyoruz bu notlardan. Kitabın içindeki resimlerde Heidegger'i Karaorman'daki yürüyüşünü ve Freiburg'daki çalışma masasını, Van Gogh'un Emile Bernard'a mektubunu, Aziz Hieronymus'un çalışma odasını, Albrecht Dürer'in erkekler hamamını görebiliyoruz.

Yolu yürüyerek çözümlemenin imkânsızlığına vurgu vardır Yürüme'deki metinlerde. Yolu yalnızca "açan" bilir. Öte yandan açılmış hazır yollarda yürümenin tadını dönüp duran tekerlekler değil yalnızca insan kavrayabilir. Özgürlükse, açılmamış, yani belirsiz yollarda yürümektir. Belki de yaşam bu yüzden "her ne olursa olsun" özgürdür: "Zaten, hep, kırık-dökük, paramparça ilişkiler bırakıp ardında, böylesine yıkıcı, yırtıcı bir yolda yürümüyor mu yaşam?"

Bir yolcuya yardım etmenin en dürüst yolu onunla birlikte yürümektir. Çünkü duran, yürüyeni asla anlayamaz. "Yanında yürümekten başka yardım yolu yok" derken Aruoba, Homeros'un deyiminin hâlâ geçerli olduğunu da hassasiyetle vurgular: "Çoğunluk, insanların neredeyse hepsi, bir(er) yük olarak yaşıyorlar yeryüzün(d)e..."

Kişi bölümüne, yani kitabın en zor bölümüne geçerken Oscar Wilde karşılar okuyucuyu. Bir hatırlatma yapar. "Acısını çektiğin her şeyi onaylamazsan, tam olamazsın" der Wilde. Aruoba da öyle bitiriyor kitabını: "Kişi, kendi olabilendir."

Yağız Gönüler

5 Ocak 2022 Çarşamba

Hırs uğruna yitirilenler

“Tasarlamak, gerçek bir şeydir.
Açığa vurulmuş düşler, denenmiş demektir.”

Hırs, bir insana her şeyi yaptırabilir. Aslında her insan doğası gereği bu duyguyla hayatının bir yerinde muhakkak tanışır. Hayâllerimizi gerçekleştirme yolunda olumlu anlamda bir güç verecek hırstan kimseye zarar gelmez; hatta gördüğüm, bildiğim ve yaşadıklarımdan öğrendiğim kadarıyla biraz hırsımızın olması da gereklidir. Yine de insan duracağı yeri her zaman bilmelidir, olmayanda da bir hikmetin olduğunu anlamalı ve bazen vazgeçebilmelidir. Fakat insanız, yaratılış düzeninde en tepede görünsek de bir o kadar da aciziz. Hırslarımıza yenik düşmeyi de en iyi biz biliriz.

Kısacık bir roman olan İnci’de de hırsın insanı götürebileceği belki de en dip noktayı görüyoruz, Aslında çok umutlu başlayan bir romanla karşılaşıyoruz ilk sayfalarda. Denizden inci bularak geçimini sağlayan, bir saz kulübede yaşayan üç kişilik bir ailenin anlatımıyla başlıyor olaylar. Kino, Juana ve Coyotito bu ailenin bireyleri. Romanın ilk sayfalarında Kino’nun halkının türkülerle bağından bahsediyor yazar: “Kino’nun halkı bir zamanlar türküler bestelemek konusunda harikaydı, öyle ki her gördüklerini, her düşündüklerini, her yaptıklarını, her duyduklarını türkülere dökmüşlerdi. Ama bu gelenek eskimişti, gerçi türküler bugün de yaşıyordu, Kino onları ezbere biliyordu ama yenileri eklenmemişti. Bu, kişisel türkülere yer olmadığı anlamına gelmiyordu.” diyor John Steinbeck ve az önce bahsettiğim umudu hissettiren şu cümleyi de ekliyor: “Şu anda Kino’nun içinde duru ve yumuşak bir türkü yükseliyordu, kelimelere dökebilse Ailenin Türküsü derdi ona.” Böylelikle roman boyunca sık sık karşılaşacağımız türkü ögesiyle ilk sayfalarda kesişmiş oluyor yolumuz.

İlerleyen sayfalarda karşımıza çıkan “Öteki sabahlar gibi bir sabahtı ama yine de hepsinden güzelmiş gibi geldi Kino’ya.” cümlesi de beni romanın içine daha çok çekti ve huzur verdi ama çok geçmeden yazar bizi “gerçek hayatla” yüzleştirdi. Kino’nun beşikte yatan çocuğu Coyotito’yu bir akrebin sokmasıyla Kötülüğün Türküsü sarmıştı Kino’yu: “Kafasında yeni bir türkü, Kötülüğün Türküsü vardı şimdi, düşmanın türküsü, aileye göz diken herhangi bir düşmanın, yabanıl, gizli, ölümcül bir ezgi, onun altında Ailenin Türküsü acıyla yakarıyordu.” Gelişen olaylarla yazar, “Umut hep var, sevgili okuyucum, ama neticede dünya burası, cennet değil, gerçeklerle yüzleşme zamanı geldi.” der gibiydi. Neticede acıyla, çaresizlikle, yoksullukla, hüzünle, endişeyle, korkuyla karşı karşıya gelmiş olduk. Kino’nun -ilk başlarda- hayranlıkla karşıladığım savaşı, bu olaydan sonra başladı.

Juana ve Kino, çocukları Coyotito’yu doktora götürdüler ve burada da romandaki olayların gelişmesinde zincirin önemli halkalarından biri olan yoksullukla karşılaştık. Çünkü doktora verecek değersiz birkaç inciden başka bir varlıkları olmadığı için aile, doktorun kapısından çaresizlikle geri döndü.

Ertesi gün Juana ve Kino, Ciyotito’yu da yanlarına alarak işlerinin başlarına döndüler. Bu hayattaki tek değerli malları olan kinoyla denize açıldılar ve çocuklarını tedavi ettirebilmek için doktora verebilecekleri değerli bir inci aramaya başladılar. “İnci bulmak, bir rastlantı sonucuydu, inci bulmak uğur getirirdi kişiye, Tanrı’nın, tanrıların ya da hepsinin o kişinin sırtını sıvazlaması anlamına gelirdi.” cümlelerinden de anlaşılacağı üzere, romanda anlatılan Kızılderili halkı için inci bulmak, şansının dönmesi anlamına geliyordu. Çocukları için değerli bir inci bulmayı öyle çok istiyorlardı ki… Gelgelelim bu “çok istemek” yüzünden şans gibi görünen bir olay tam tersine dönebilirdi Juana’ya göre: “Bir şeyi çok fazla istemek iyi değildir. Bazen şans ters dönebilir yoksa. Ayarında istemeyi bilmeli kişi, Tanrı ya da tanrılarla iyi geçinmenin yolunu bulmalı.” Bu düşüncelerin sahibi Juana’ydı ve Juana bu düşünceler içindeyken Kino koskocaman bir istiridye bulmuştu. Juana’nın yanına döndüğünde bu istiridyenin içinden 'dünyanın en büyük incisi'nin çıktığını gördüler birlikte. “Juana soluğunu tuttu, hafif bir inilti koyverdi. Umulan incinin gizli ezgisi yükseldi; duru, güzel, zengin, sıcak, olağanüstü, parıltılı, düşman çatlatırcasına ve muzaffer.

Kino’nun 'Dünya’nın Biricik İncisi'ni bulduğu haberi kasabada hızla yayıldı. Böylelikle insanların ikiyüzlülüğüyle karşılaşmış olduk. Bir gün önce paraları olmadığı için Coyotito’yu tedavi etmeyen doktor, bu haberi duyunca “Kendisi benim hastamdır, çocuğunu akrep sokmuş, ben bakıyorum.” demeye başladı. Doktor dışında neredeyse her meslekten insan Kino’yla ilgilenmeye başladı. Sırf Dünya’nın Biricik İncisi için… Biz de hayatın çirkin bir gerçeğiyle daha yüzleşmiş olduk. Böyle insanlar günlük hayatta da maalesef karşımıza çıkıyor. Sevgiden, iyilikten, insanlıktan, yardımseverlikten habersiz bir şekilde yaşayıp gidiyorlar. Dünyanın en büyük mucizesi olan gerçek sevgiyi bir kez olsun tatmış olan bir insan, böyle bir düşünceye sahip olamaz. O yüzden sevgiyle büyütülmeli her çocuk. Zira bu dünyadan göçüp giderken ardımızda sevgiyle büyütülen bir çocuk bırakırsak dünyaya en büyük iyiliği yapmış oluruz.

Kino’ya srıf inci için dost gibi görünen herkes, aslında içten içe bir düşmanlık besliyordu: “Herkes Kino’nun incisiyle bir bağ kurmuştu birdenbire, Kino’nun incisi de herkesin düşlerine, yatırımlarına, düzenlerine, tasalarına, geleceğine, dileklerine, gereksinimlerine, tutkularına, açlığına katılıverdi, aradaki tek engel Kino’ydu, o yüzden de garip bir biçimde herkesin düşmanı oluverdi Kino.” cümlelerinde bu düşmanlığı açıkça görüyoruz. İlerleyen sayfalarda Juana ve Kino’nun başına gelecek uğursuzlukları sezdiren şu cümleler de bir uyarı niteliğinde: “Haber kasabada uyuklayan sonsuz kara ve uğursuz bir şeyi uyandırmıştı; bu kara tortu bir akrebi andırıyordu, aş kokusu gelirken duyulan açlığı andırıyordu, sevgisiz kalınınca duyulan yalnızlığı andırıyordu.” Juana ve Kino da tamamen safdillikle herkesin onlara karşı samimi olduğunu düşünüyordu. Bu durum ise “herkesi kendin gibi bilme” durumunun romanda karşımıza çıkan haliydi: “Kendileri mutlu ve coşkulu olduklarından, herkesin bu sevinci paylaştığını sanıyorlardı.

Kino hayâller kurmaya başlamıştı, eline geçecek olan parayla yapacaklarını düşünüyordu. Çocuğunu okutmayı hayâl ediyordu. Onun okumasıyla, öğrenmesiyle, bilmesiyle kendilerinin de özgürlüğe kavuşacağını düşlüyordu. İncinin uğuru, Coyotito’nun onlara koca bir kitap okumasıydı ona göre. Büyük bir mucizeydi bu olay hem Kino ve ailesi için hem de kasaba halkı için: “Biliyorlardı ki bundan böyle takvim, Kino’nun incisinden başlayacaktır; evet yıllar yılı bu anı düşünecek, tartışacaklardı.” Fakat hiçbir şey düşünüldüğü gibi gerçekleşmedi. İnci alıcıları Kino’yu kandırmak için incisinin çok da değerli olmadığına inandırmaya çalıştılar onu. Yoksul bir insan için yüksek ama incinin değerine göre çok düşük paralar teklif ettiler Kino’ya. Kino reddetti ve incisini gerçek değerinde satabilmek için başkente gideceğini dile getirdi. “Derler ya, insan asla doymak bilmez diye, yüzünü verseniz ille de astarını ister diye. Bu sözler insanı kınama amacıyla söylenir, oysa insan soyunun en büyük yeteneklerinden biri, onu elindekiyle yetinen hayvanlardan üstün kılan bir yetenektir bu.” diyen Steinbeck’in cümleleri giriyor burada devreye. Kino’nun abisi Juan Tomas da şu cümlelerle uyarıyor kardeşini: “Sen yalnızca inci alıcılarına meydan okumadın, bütün bir yapıya, bütün yaşam biçimine meydan okudun. Senin adına korkuyorum. Yeni bir toprakta yürüyorsun, yolu da bilmiyorsun.” Bu cümleler de aklıma Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık adlı çocuk kitabını getiriyor. “Ben bilmek istiyorum, demişti Küçük Kara Balık, “Hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp ölüp gitmek mi yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?” Kino da incisini asıl değeri karşılığında satabilmenin mümkün olup olmadığını görebilmek için gitmeye karar vermişti. Karısı onu vazgeçirmek için uğraştı, inciyi geldiği yere geri göndermeyi bile denedi fakat başarılı olamadı. Hayattaki tek varlıkları olan kayıkla yola çıkmaya niyetlendiklerinde kayığın döşemesinin delik deşik olduğunu gördüler. İnci yüzünden... Kino bir cinayet işledi. İnci yüzünden... Juana ve Kino’nun sazdan kulübelerini yaktılar. Yine inci yüzünden... Kino da sonunda incinin uğursuzluğunu anlamıştı ama yine de vazgeçmedi: “Kimseye kaptırmayacağım. Onu önceleri birine armağan edebilirdim, ama artık benim uğursuzluğum, benim yaşamım oluverdi, ondan ayrılmayacağım.” Buraya kadar Kino’nun kararlılığını, doğru bildiğinden vazgeçmeyişini hayranlıkla okudum. Umudu çağrıştıran, mutlu sonla bitecek bir roman okuyorum sandım. Ne yazık ki yanıldım. Aslında kitabın çevirisini yapan Tomris Uyar’ın “Sunuş” yazısındaki şu cümlelerden tahmin ettiğim gibi bir son olmayacağını anlamalıydım: “Steinbeck, iflasların birbirini izlediği, işsizliğin, parasızlığın, açlığın kol gezdiği, insanoğlunun umudunun, var olma direncinin seyreldiği bir tarih anında olanca görkemiyle gerçek umudun türküsünü söylemiştir. Tozpembe olmayan gerçek umudun.

Gerçek bir umut vardı bu kitapta. Yoksullukla savaşan bir ailenin, bu yoksulluktan kurtulmak uğruna her şeyi göze almalarının umudu. Fakat bu umut zamanla kişiyi felakete sürükleyen bir hırsa dönüştü. Neticede para hırsı uğruna evladını kaybeden bir babaya şahit olduk romanın son sayfalarında.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

4 Ocak 2022 Salı

Hastane odasında kendine varan bir kadın

İnsanın tamamlanmışlık duygusuna kavuşabilmesi, çoğu zaman aile üyeleri ve değer verdiği diğer insanlar ile kurduğu bağla doğru orantılı. Sevgiden, ilgiden, aile olma hissinden yoksunluk, yetişkinlik döneminde farklı olaylar ve ilişkiler vasıtasıyla kişinin karşısına çıkabiliyor. Uzun yıllar hayatın kendisine borçlu olduğunu düşündüğü eksiklikleri biriktiren Lucy Barton’un hikayesi de, Lucy ile annesinin bir hastane odasındaki diyalogları ve Lucy’nin monologlarıyla tamamlanıyor.

Uluslararası Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen ve şimdiye kadar 25 dile çevrilen Benim Adım Lucy Barton, kitabın ana kahramanı Lucy’nin yıllar önce geçirdiği apandis ameliyatı sonrasında gelişen komplikasyonlar sebebiyle dokuz hafta boyunca New York’ta bir hastanede kaldığı günlere döndüğü bir an ile açılıyor. Bu dokuz hafta, Lucy’nin hayatının ilerleyen zamanlarında da hatırlayacağı bir kendine varma yolculuğunun izlerini barındırıyor: “Hastaneden çıkınca, kaldırımda her yürüdüğümde, o insanlardan biri olduğum için şükretmeyi asla unutmayacağımı düşünüyordum. Yıllarca bunu yaptım; hastane penceresinden gördüğüm manzarayı hatırladım ve üzerinde yürüdüğüm kaldırım için minnet duydum.

Hastaneye yattıktan üç hafta sonra, bir ikindi vakti yatağının ucunda annesini görünce şaşırıyor Lucy; düğününe katılmayan, çocuklarının doğumuyla bile ilgilenmeyen annesini karşısında gördüğü andan itibaren, Lucy ve annesiyle geçmişe doğru bir yolculuğa başlıyoruz. Lucy, uzaktan yakından tanıdıkları insanların başından geçenleri annesine yeniden anlattırıyor. Annesinin anlattıklarını dinlerken kendi zihninde farklı bir yolculuğa da çıkan Lucy’nin hissettiklerini de an be an takip ediyor, arkadaşlarını tanıyor, ailesine ve tuhaf ilişkilerine ortak oluyoruz. Lucy, istediği şeyin annesinin dilinden dökülen bu eski hikayeler olduğunu düşünürken, bir anda başka bir şeyi, anlatma ihtiyacını fark ediyor: “Meğer başka bir şey istiyormuşum. Annemin bana hayatımı sormasını istiyordum. Ona şu an yaşadığım hayatı anlatmak istiyordum.” Bu istek, Lucy’nin annesiyle yeniden bir aile sıcaklığı yaşamak istemesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu sıcaklığa kavuşup kavuşmadığını ise romanı bitirince öğreniyoruz.

Lucy, bir yazar. Yazmaya karar vermesine neden olan dışlanmışlığını, hiçbir zaman yuva gibi hissettiremeyen, çocukluk yıllarını geçirdiği amcasının o ufak garajının zihninde bıraktığı izleri sözcüklerle buluşturuyor. Hayatı boyunca tanıştığı birçok insan, onu, kendilerinden daha aşağı bir yerde konumlandırarak değerini hatırlatıyor ona: Yuva olmayan garajı, yoksulluğu ve sevgi yoksunluğunu: “Kendimizi başka birinden başka bir grup insandan üstün hissetmek için nasıl yollar bulduğumuz ilgimi çekiyor. Adına ne dersek diyelim, bence kim olduğumuzun en alt seviyesi, bu kendimizden aşağı koyacağımız birini bulma ihtiyacımız.” Kendi deyimiyle, “yabancıların iyiliğine bağımlı” hissetmesi, küçük yaşlarda, okul sıralarında başlıyor. Öğretmeni Lucy’yi arkadaşlarının küçümseyici bakışları ve alaylarından koruyor, onun için bir kalkan oluşturuyor. Lucy’nin kendisinin ya da ailesinin böyle bir çabası olmamış hiç. Belki de bu bağımlılığın gelişmesi, ailesinin Lucy’yi kendilerinden bile korumaya yeltenmemesiyle ilişkilidir.

Romanın en dikkat çekici yönlerinden biri, anlatılan tüm olumsuzluklara rağmen, kitabın okura yorucu bir duygusal yük bindirmemesi. Yani Lucy’nin yaşadıklarının barındırdığı üzücü ve can sıkıcı öğeler, olanca doğallığıyla aktarılmış. Okur, ne dilde ne de anlatımda acılı, ağdalı unsurlarla boğuşmuyor. Her şey yaşandığı kadar hüzünlü ve sarsıcı; yazarın anlatım tercihi burada kendini açığa çıkarıyor. Onun bu tercihi, okurun, zaman zaman Lucy ile empati kurmasını engelliyor; okur, nesnel bir gözlemciden ötesi olmakta zorlanabiliyor. Yazar Elizabeth Strout, Pulitzer Ödüllü kitabı Kül Mevsimi’nde de benzer bir dil ve anlatım yolu seçmişti. Her iki kitap da, yaşanan gelişmeler sonucu geçmişe dönen ve yaşananlarla hesaplaşan, bu hesaplaşmalardan sonra kendini ve dünyaya bakışını yeniden inşa eden karakterlerin hikayelerini anlatıyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal